Sınıf Statü İkilemi Arasında Kalan Türk Toplumu

Sınıf ve statü kavramları genelde eş anlamlı olarak kullanılırlar. Weber iki kavramın birbirini tamamladığını belirtse de statüye, sınıf sistemine nazaran farklı bir yeşil ışık yakıyor. Sınıf kavramını, bireylerin serbest piyasa ile olan ilişkileriyle açıklarken; statüyü ise bireyin sahip olduğu ‘‘sosyal onur’’ olarak tanımlıyor. Hatta biraz da abartarak; ‘‘sınıf sisteminin yapacağı en fazla kitle hareketi olacaktır, statü ise demokrasi de bile devam edecektir.’’ diye belirtiyor.

Kapitalist sistemi kabûl eden, uygulayan ülkelerde ‘‘tüketim’’in doğrudan sosyal onuru oluşturması beklenmeyen bir şey değil. En azından Avrupa ülkeleri için; çünkü bu kavramları, ekonomik kuramları bulan uygulayan topluluk onlar. Yani onlarda evet geçerli ama bu her yerde her zaman böyle olmayabilir. 

Önce oryantasyonun tam olarak sağlanabilmesi için Avrupa’da bu süreç nasıl yaşandı ona bakmak da fayda var.

Veba mikrobu kara Avrupa’sını yıkıp geçerken şehirlerin periferinde kalan feodal lordlara ait bölgeler daha az etkilenmişti. Bu durum ilerleyen yıllarda feodalizmin ortaçağ döneminin iktisadi politikasının temellerini oluşturmaya başlamıştı. 

Bu politikada feodal lordlara bağlı çalışan bir sınıf bulunurdu, bu sınıf lorda bağlı araziyi işler geliştirir kendilerine ait payları alırlardı. Sadece tarım arazisi değil, esnaf, zanaatkâr gibi üreticiler de bulunmaktaydı. Lordun tamamen bağımsız kendisine ait olan bu arazide bulunan, çalışan, yaşayan, üreten grubun dışında bir de şehirde ticaret yapan, zanaat yapan üretici de vardı ama bunlar başta da söylediğim gibi şehirde yaşıyor ve dönemin şartlarından dolayı gelişmesi mümkün olmayan bir ekipti.

Lordların gücünün yavaş yavaş azalmasıyla ona bağlı üreticiler, şehir merkezine yönelerek orada ticaretin gelişmesini olanak sağladılar. İlerleyen zamanlarda merkezdeki tüccarların eli güçlenirken, hem kralın hem de lordların gücü iktisadi açıdan azalış gösterdi. Bu tüccar sınıfı daha ileride burjuva olarak adlandırılacaktı.

Burjuva geliştikçe müzik, resim, heykel gibi sanat dallarını kendine doğru çekerken şehrin kültürel dinamiklerine yön veriyor, bulundukları yerin dokusunu korumaya çalışıyordu. Bu burjuva sınıfının statüsünü de gittikçe yükselmesine de sebep oldu. Bir zaman sonra o kadar güçlenmişti ki şehirdeki toplumsal olaylara bizzat nizam veriyordu.

Özellikle Fransa’da alt sınıfların kaynamalarını teşvik ederek ihtilâlin gerçekleşmesinde, başarılmasında büyük bir pay sahibi oldu. Daha sonra onların gücü ile Avrupa’da milliyetçilik hareketleri ülkeler bazında canlanırken onunla birlikte millet mefhumunun oluşum aşamasına da geçildi.

Bunlar bir tarafta olurken, aynı dönemde sanayi devrimi de patlak vermişti. Hem yüksek sınıfın hem de yüksek statünün temsili olan burjuva tabii ki sanayi konusunda da bulundukları Avrupa ülkesinde lokomotif görevi gördü.

Marx da bu durumdan yola çıkarak, milletin, burjuvanın ortak talebin oluşması ve artarak devamlılığı ile daha çok kazanmasını sağlayan bir mefhum olduğunu savundu.

Kapitalizmin iyice yerleşmesiyle burjuva daha da kazanmaya başladı. Hem statüsünü hem sınıfını yüksek mertebede korumaya devam etti. Tüketim anlayışının yerleşmesiyle de bu neredeyse değişmez nitelikte artık. Tabi bunlar gücünü sadece sömürmeye harcamıyor, İngiltere’de Shakespeare’in, İtalya’da Rönesans ruhunun yaşamasına, mevcudu oldukları toplumun gelişmesini sağlıyorlar.

Peki, bizim ülkemizde sınıf, statü, toplum gelişmesi ne durumda?

Bu konuyu burjuva, memur ve ağa olarak 3 farklı yerden açıklamak istiyorum. En eskisi olması sebebiyle ağadan başlayacağım.

Türkiye’de uzun zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun feodal bir yapıyı barındırdığına dair propaganda yapıldı. Bunu sol düşünce içinde Sencer Divitçioğlu, Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) ile yıktı. İmparatorluk’da kullanılan araziler devlet malıydı. Bunu ferman üstüne bir aile işletiyor, işletmezse de o aileden alınıyordu. Avrupa’daki gibi ailelerin özel arazisi değildi, istedikleri gibi hüküm süremezlerdi.

Feodal düzenden tek farkı bu değildi tabiî ki. Ağalık, İmparatorluk’un son dönemlerinde daha da etkin olmaya başlasa da devletle olan ilişkileri devam ediyordu. Düşünce olarak da ağa hep ‘‘vermekle’’ olmuştur. Lordlar gibi sadece kazanmaya değil; bulunduğu bölgeyi de kalkındırmaya, yaşayan vatandaşlara vermeye, onların sorunlarını çözmeye çalıştığı sürece o ağadır. Varlığından dolayı hem sınıf olarak yüksektedir, vatandaşla ilişkisiyle de statü olarak yüksek de bulunmuştur.

Avrupa’daki süreci düşününce ülke kalkındırılmasında lokomotif görevini ağalar görebilirdi ancak; ne cumhuriyet ideolojisine ne demokrasiye ne de dönemin şartlarına uygun değildi.

Sosyal statü farklı anlamlar barındırabilse de bence kimlik kavgası yaşamayan kişi, kendi onurunu belli bir seviyede tutabilendir aynı zamanda. O zaman almak için değil vermek için uğraşır. Hani baraj sürekli doludur, hep birilerini de doyurmaya çalışır.

Türkiye’de bunu en çok hisseden sınıf memur kesimdir. Cumhuriyet’in aşkın devlet ideolojisi içinde en önemli yapıyı oluşturuyordu. Onlar için belki en önemli şey görev bilinciydi ama o görev de devleti ve milleti bir adım daha ileriye götürmekti.

Cumhuriyet bu memurların yetiştireceği vatandaşlarla yükselecekti. Devlet memurları kendileri için daha fazlasını istemeyen, fazlası arttıkça ihtiyaç sahiplerine yardım eden, cumhuriyetin ilk yıllarında ‘‘parmakla’’ gösterilen, saygı duyulan bir sınıftı.

Şu an eskisi kadar saygı duyulmuyor olabilir ama en azından kendi çocuklarına bakabilirsiniz; çalmayan, kendi yağında kavrulan, özverili, çalışkan çocuklar yetiştirmişlerdir. Toplum kurallarına uyma, insana verdikleri değer düşünüldüğünde cumhuriyetin medeni olma ülküsü de memurlardaydı.

Ülkeyi ilerletmek için kendilerinde her zaman o gücü hissetseler de iktisadi olanakları buna pek olanak vermedi. Orta sınıfın biraz üstüne çıkanların yapabildikleri en fazla birkaç kişiye burs vermek ya da çocuklarını özel okulda okutabilmek olmuştu. Bu kesimiyse oldukça az.

Hükümet politikalarından bağımsız bir şekilde devletin kurucu ideolojisini benimsemeleri sebebiyle bu sınıfın biraz yükselmesi bile çok kalkındırıcı bir hamle olacak ancak; maaşlarını bizzat devletten almaları sebebiyle sonsuz bir döngüye girmiş durumdalar.

Gelelim son kısma.

Türkiye’de milli burjuva hep bir sorundu, olmadı olmuyor denildi. Her ne kadar burjuvamız olsa da gerçekten milli bir burjuva sahibi değiliz.

Bununla ilgi iki keskin dönem var; birincisi 1945 sonrası Amerika ile yaptığımız antlaşmalar diğeri ise 1980 darbesi sonrası politikamız.

Cumhuriyet kurulduktan sonra hızlı bir sanayi kuruluşuna başlandı. İkinci dünya savaşına kadar fena da gitmedi, zorluklara rağmen önemli kuruluşlar yapıldı. Toplumun çok büyük kesiminin köyde yaşayan bir tarım ülkesi için bunlar çok büyük adımlardı. Savaş döneminde askerlik süresinin uzatılması, çalışabilir erkek nüfusunun çoğunluğunun askerde olması hem sanayi hem de tarım arazilerinin boşta kalmasını sağladı. Yeni başlayan sanayimiz için bu oldukça kötüydü.

Savaş bitmeden hemen önce tarafımızı müttefiklerden belli etmemiz ile birlikte özellikle ABD ile önemli ticari antlaşmalar yaptık. Amerikan sanayisi için önemli hammaddeler bulunduruyordu. İncir, fındık, pamuk gibi ürünler için diğer ülkelerle karşılaştırıldığımızda oldukça önemli üretim merkeziydik. ABD bunu iyi değerlendirerek, ülkemizi tarım alanında ilerletecek iktisatçılarını yolladı. Ağır sanayimiz çöküşe giderken tarımımız da ilerleyiş gösterdi. Tam da bu dönemde köylerdeki büyük toprak sahipleri paralarına para katmaya başladı. Şuan ülkenin vergi rekortmenleri tam da bu dönemde yükselmeye başladı.

Demokrat Parti hükümeti boyunca ABD ile kurduğumuz ikili ilişkilerle de bu iyice taçlandı. ABD bizim tarım arazilerimizi genişletiyor, traktör yardımını artırıyor, ithâl ikâme ile biz de büyümeye devam ediyorduk. Cumhuriyet ideolojisiyle karşılaştırdığımızda bu yeni zenginler statü olarak aslında düşüktü. Vermekten çok almak düşüncesi her zaman akıllarındaydı, daha sonra da cumhuriyetle düşman sayabileceğimiz bir konuma düşmelerinden sonra iş daha da zora düşecekti.

 1960-1980 yılları arasında hem dünya genelinde solun son çırpınmaları hem de milliyetçiliğin ülkede yükselmesi kapitalist burjuvanın büyümesine engel oluyordu. 12 Eylül darbesi ile bu iki düşünce hapis edilince ortam biranda liberallere kaldı. 

10 sene önce devlet malı kullanımını savunan insanlar, darbeden birkaç yıl sonra devlet malına veya kapitalist olmamaya gerici olarak bakmaya başladı. Hem toplumun makas değiştirmesi hem de kapitalizmin adeta hükümet politikası haline gelmesi bir burjuva akımı daha yarattı.

Taşradan gelen, bir şekilde şehre göç etmiş olan insanlardan oluşan bu yeni burjuva sınıfı, zaman içinde taşradaki topraklarından kopmayıp ürün zamanı taşraya daha sonra şehre dönüp gelir elde ediyordu. Liberal politika anlayışını çok iyi değerlendiren bu grup, bulundukları yerlerde ticaretle yükselerek müteahhit veya sanayici olmuşlardı.

Uzun zaman ülkede kendilerini ikinci veya üçüncü sınıf gibi hisseden bir güruh olmaları sebebiyle ellerinde gücü bulduklarında ‘‘birinci sınıftan’’ intikam alırcasına faaliyetlerde bulundular. 

Bunların başında belki de cumhuriyetin bizzat kendisi geliyordu.

Her ne kadar sınıf olarak yükselseler de statülerindeki düşüklüğü yaşantılarında bizzat görebilirsiniz. Belki de bu düşüklükten dolayı hep kendinden olanları kolladılar.

O günden bu yana kişisel olgunluğunu elde edemeyen, medenileşmemiş insanların burjuva sınıfına dönüşümüne şahit olduk.

Statü olarak aslında düşük olan ama yüksek sınıfı oluşturan bu kesim de 1945 sonrası oluşan burjuva gibi toplumun değerleriyle bütünleşmeden kendi çevresini düşünen bir grup. Kendi çevrelerini düşündükleri için para da hiç el değiştirmeden tek bir tarafta kaldı.

Türkiye sınıf ve statü kavramlarının yüzde yüz birbirini destekleyen bir ülke olamadan kapitalizme teslim olmuş durumda. Sınıf ve statü kavramları arasında sıkışıp kalmış durumdayız, bu konuya çözüm üretecek bir konumda olamasam da memurları olaya nasıl dâhil edebiliriz sorusuna cevap bulmak bir yeşil ışık yakmıyor değil ama bu sadece bir fikir hatta bir öngörü.

Sorunun gerçek çözümü olur mu olursa nasıl olur bunları yaşayarak göreceğiz sanırım. 

Yazar
Eyüp Ersegun KAHRAMAN

Eyüp Ersegün Kahraman, 1996 yılı Osmaniye doğumludur. Lise, ortaokul ve ilkokul öğrenimini Osmaniye'de tamamladı. Öğrenimine Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde devam etmektedir. İlgi alanları  bilim, basketbol, tarih, edebiyat v... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen