Ömür KIZIL
Tarih boyunca gerçekleşen göçler ve savaşlar neticesinde, Türk topluluklarının muhtelif coğrafyalara yayılmış olduğu ve kendisine pek çok yeni vatan edindiği bilinen bir gerçektir. Hatta Anadolu’nun Türk vatanı olma deneyi, tarihte eşine az rastlanır bir hadisedir. Göç edilen coğrafyaların vatan tutulması, devletler kurulması, farklı kültürlerle gerçekleşen etkileşimlere rağmen kültürel kimliğin kaybedilmemesi, Türk topluluklarının müthiş bir teşkilatlanma ve intibak kabiliyetlerinin olduğunu göstermektedir.
Vatan tutulan coğrafyalarda, siyasi hakimiyetin yitirilmesi olgusu da Türk tarihi içerisinde kendisine acı sayfalar içerisinde yer bulmuştur. Kırım’ın, Balkanların, Güney Azerbaycan’ın, Doğu Türkistan’ın ve Türkmeneli’nin kaybı bu minvalde değerlendirilebilir. Bahsi geçen coğrafyalardaki siyasi hakimiyet yitirilmiş olsa da; bu bölgelerdeki Türk kültürü halen yaşamaya devam etmektedir. Ancak bölgede hakim olan diğer unsurların asimilasyon ve yıldırma politikaları ne yazık ki bu bölgelerde var olma mücadelesi veren “Türk kültürü”nü tehdit etmektedir. Elden çıkan vatan topraklarının, en azından kültürel manada müdafaa edilmesi görevi, bağımsız olarak varlıklarını sürdürmekte olan Türk devletlerinin ve vatandaşlarının sorumluluğunda olmalıdır. Oysa mevcut durum, bu mevzunun bağımsız Türk topluluklarının ajandalarında yer etmediğini göstermektedir. Kuşkusuz bu hususun pek çok sebebi vardır. Lakin en temel ve kronik olan problem, fertlerin kültürleme süreci içerisinde ortaya çıkmakta ve örgütlü bir şekilde gerçekleştirilmekte olan kültürleme faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır.
Günümüzde her ne kadar “ulus üstü” siyasi teşkilatlanma örnekleri mevcut olsa da; İngiltere’nin Brexit örneğini yaşayan Avrupa Birliği (AB)’nde de görüldüğü gibi, ulus devlet anlayışı halen güçlüdür. Yakın gelecekte de güçlü olmaya devam edecektir. Ulus devletin en güçlü enstrümanları; vatandaşlarına kültürleme süreci içerisinde benimsetilen/aktarılan dil, tarih ve coğrafya anlayışlarının vücut verdiği milli kimlik tasavvurlarıdır. Eğitimin toplumsal boyutu açısından düşündüğümüzde; bu görevin modern devlet teşkilatlarının ortaya çıktığı son birkaç yüzyılda devlet kontrolünde gerçekleştirilen “örgün eğitim” ile sağlandığı görülmektedir. Ülkemizde de milli bilinci uyaran ve ardından ulus devleti doğuran aynı enstrümanlar olmuştur. Dünya genelinde de paralel bir süreç gerçekleşirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını takip eden yıllarda; milli bir eğitim politikasının belirlendiği ve Türk vatandaşlarının ortak dil, ortak tarih ve coğrafya anlayışları doğrultusunda “milli kimlik”lerinin inşa edildiği görülmektedir. Kuşkusuz insan edilgen bir varlık değildir ve “milli kültürleme” süreci de bu satırlarda bahsedildiği kadar kolay değildir. Ancak tarihin, çok farklı coğrafyalarda gerçekleştirdiği başarılı deneyler bunun bir gerçeklik olduğunu şüpheye mahal vermeyecek vaziyette göstermektedir. Bunun en büyük örneğini ise; milliyetçilik düşüncesinin doğmuş olduğu bir çağda, farklı Avrupa ve Amerika uluslarının kaynaşması yoluyla ortaya çıkan Amerika Birleşik Devletleri ve onun vatandaşlık eğitimi yoluyla vücut verdiği/vermekte olduğu “Amerikalılık” kimliği teşkil etmektedir. Amerikan milliyetçiliğinin, bugün pek çok Avrupa ülkesinin milliyetçiliğinden kuvvetli ve etkili olduğu göz önünde bulundurulduğunda meselenin ciddiyeti anlaşılacaktır.
Örgün eğitim vasıtasıyla gerçekleştirilen “milli kültürleme” süreci, yaratılan milli kimliğin yanında “milli”likten kastedilene ilişkin algı ve metaforlara da vücut vermektedir. Bugün Anadolu’nun herhangi bir yerinde “Türk” denildiği zaman; genellikle Türkistan, Kırım, Balkan, Türkmeneli, Kafkas Türklüklerinden herhangi birinin değil de, Anadolu Türklüğü’nün akıllara gelmesinin en büyük sebebi de budur. Bu doğal bir durumdur. 20. yüzyılın başında son bağımsız Türk vatanını, büyük bedeller karşılığında kurtardıktan sonra; elde tutabilmek için devlet mekanizmasının doğal olarak almış olduğu tedbirlerin, ilerleyen dönemlerde yeni tedbirler alınmaması sebebiyle yaratmış olduğu bir sonuçtur. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Anadolu’nun ezelden Türk vatanı olduğu ve üzerinde yaşayanların da Türk oldukları bilincinin aşılanması üzerine kurulu bir anlayış takip edilmiştir. Bunun için vatanın sınırları çizilmiş, üzerinde yaşayan insan topluluğuna da kim olduğu hatırlatılarak millet olarak tanımlanmıştır. Bu husus yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nde değil, 1991’de bağımsızlıklarını kazanıp “milli kimlik” laboratuarlarında işe koyulmayı başaran diğer Türk devletlerinde de büyük ölçüde görülmektedir. Ancak bu durum ulus devletin sınırları dışında yaşayan Türk kültür havzaları açısından bazı olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.
Kayıp vatanlarda yaşayan Türk kültürünün görünmez kılınması üzerinde, gerçekleştirilen tarih ve coğrafya eğitiminin etkisi büyüktür. Zira ilköğretim düzeyinde okullarımızda okutulmakta olan Sosyal Bilgiler dersi, Türklerin kayıp vatanları hususunda oldukça sessiz bir görünüme sahiptir. Ortaokul Sosyal Bilgiler ve T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük derslerinin tarih anlatısı; Türkistan’dan, Anadolu’ya; oradan da Avrupa’ya geçerek; Balkan vatanının kaybı ile tekrar Anadolu’ya dönmektedir. Zaman/mekan bağlamında değerlendirdiğimizde; 13. yüzyılın başlarından günümüze kadar, Türkistan coğrafyasında yaşanan Türk tarihi konularının birkaç bilgi notu veya anekdot dışında tamamen göz ardı edildiği görülmektedir. Azerbaycan ve İran coğrafyasında yaşayan Türklerle ilgili olarak da, Büyük Selçuklu Devleti’nin hüküm sürdüğü yılların konu edildiği görülürken, 19. ve 20. yüzyıllardaki Türk varlığı ile ilgili olarak birkaç anekdot dışında herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ortadoğu coğrafyasında yaşayan Türkler ise en çok unutulan ve hatta kendilerinden hiç söz edilmeyen grup olarak nitelendirilebilir. Kerkük, Musul, Halep, Lazkiye, Güney Azerbaycan, Doğu Türkistan vb. bölgelerde yaşayan çok sayıdaki Türk’ün tarihi ve varlığı ile ilgili herhangi bir konu veya bilgi, ne yazıktır ki ders kitaplarında kendisine yer bulamamıştır.
Sosyal Bilgiler’in coğrafya disiplinine ilişkin sunmuş oldukları da, tarih konularının yarattığı algıyı desteklemektedir. Coğrafyanın en büyük veri temsil araçlarından birisi olan haritalar, bu konuda başı çekmektedir. Fransız coğrafyacı Vidal de la Blache tarafından vücut verilen “bölge coğrafyası”, Dünya genelinde mekansal pek çok verinin analizini güçleştirdiği ve manipüle ettiği gibi, Türk Dünyası’na ilişkin mekansal verinin analizini de güçleştirmekte ve bu suretle bazı Türk kültür havzalarını görünmez kılmaktadır. Mekanı, siyasi devlet teşkilatlarının sınırlarına göre görselleştiren haritalar, kuşkusuz milli bilinç ve kimliğin yaratımı hususunda olumlu tesirlere sahiptir. Lakin bu yapılırken, Türk milletinin siyasi hakimiyetini kaybetmiş olmasına rağmen halen yaşatmakta olduğu Türk kültür havzalarının bazı unsurları temsilden yoksun bir hal almaktadır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için şekil-1 oluşturulmuştur.
Şekil 1: Coğrafi Temsilde Bölge Sınırı Çizme Sorunu[1]
Şekil-1’deki her kümenin belirli bir mekansal konfigürasyonu temsil ettiğini varsayalım. Buna göre kümelerin her biri, mekansal bir bilgi formu olmaktadır. Gri alanın ise, bölge veya ülke olarak isimlendirilen bir küme olduğunu ve bunun eğitsel amaçlarla sunulduğunu düşünelim. Burada farklı bilgi kümelerinin anlamsız bir şekilde bölünmek zorunda kaldığı görülmektedir. Eğer coğrafya öğretiminde de, ülkemiz dışında yaşayan Türkler, sırf Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kaldıkları için görünmez kılınırlarsa; bağımsız Türk devletlerinde yaşayan toplulukların, kayıp vatanlara ilişkin herhangi bir mekansal algı veya metafor geliştirmeleri mümkün olmayacaktır. Bu açıdan tüm ders kitaplarının arkasında bulunan “Türk Dünyası Haritası”nın varlığı oldukça önemlidir. En azından kitabı karıştırırken veya “yer bulma oyunu” oynarken, çocukların kendi başlarına veya arkadaşlarıyla birlikte etkileşime girdikleri bir harita olmaktadır. Çünkü bu konuda herhangi bir öğretimsel nitelikli amaç bulunmamakta ve bu harita müfredat planlaması içinde dersin bir parçası olmamaktadır.
Sonuç olarak; Sosyal Bilgiler, Tarih ve Coğrafya derslerinde kullanılan mekansal temsillerde, Türk kültür havzalarını bütüncül bir formda algılamaya elverişli materyallerin kullanılması gerektiği söylenebilir. Hatta Türk Konseyi ve Türk Akademisi’nin, ortak tarih ve ortak coğrafya algısı oluşturma idealleri göz önünde bulundurulduğunda; bunun Türk devletlerinin ulusal öğretim programlarına “amaç” olarak eklenmesi ve müfredat tasarımlarının bu doğrultuda gerçekleştirilmesi dahi düşünülebilir. Aksi takdirde yüzlerce yıldan sonra kaybedilen siyasi hakimiyetin ardından, kayıp vatanlarda yaşayan Türk kültürü de; yerel veya uluslar arası asimilasyon, baskı ve zorbalıklara karşı dışarıdan destek alamayan savunmasız bir sosyal unsura dönüşecektir. Bu durum ise, siyasi hakimiyetin kaybedilmesinden dahi büyük ve telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilecektir.
[1] Şekil-1’in oluşturulmasında Lacoste (2014)’dan yararlanılmıştır. “Lacoste, Yves (2014). Coğrafya Her Şeyden Önce Savaş Yapmaya Yarar. İstanbul: Ayrıntı Yayınları”