Eyüp Ersegün KAHRAMAN
Kimlik, bir kâğıt parçasından daha fazlası…
İnsanın sahip olduğu farklılıkları, benzerlikleri ifade eden, aidiyet şuurunun en önemli göstergesinden biri olan bir evrensel küme.
Anne ve babadan gelen gametlerin döllenmesiyle oluşan embriyodan, öleceği zamana kadar insan farklı kimliklere sahip olur. X ve Y kromozomlarının birleşimine göre cinsiyet, kulağına ezan okunmasına veya kutsal suyla yıkanmasına göre din, doğduğu coğrafyaya göre vatandaşlık, okul ve meslek gibi birçok kimlik sıralayabiliriz. Farkındaysanız bahsettiğim bu kimlikleri keskin sınırlarla ayırabiliriz. Bundan sonra değineceğim konuysa yapay ama belirli sınırları olmaya bir kimlik üzerine olacak.
Medya Kimliği
İngiliz fizikçi Maxwell’in radyo dalgalarıyla ilgili çalışmasının Guglielmo Marconi tarafından geliştirilmesiyle ilk radyo icad edilmiştir. Radyoyla birlikte daha uzun mesafelere daha çabuk ulaşma imkânı artmış, ulusal ve uluslar arası medyanın temelleri atılmış, sinema ve televizyon gibi gelişmelerle de medyanın temelleri ilerlemiş, şirketlere dönüşmeye başlamıştır.
İngiltere merkezli gelişen medya, ilk başlarda ‘‘kamu yararına olmalı ve ulusal bütünlüğü sağlamalı’’ ilkesiyle hareket etme kararı almıştı. Lâkin bu herkesi kapsayan bir düşünceden ziyade insanların ortak bir kolektif şuura sahip olmasını amaçlayan bir düşünceydi. BBC bu konuda güzel bir örnek oluşturur, ilk kurulduğu yıllarda bilinçli bir şekilde taşradaki insanlardan bahsetmeyip yüksek zümreyle ilgili haberlere yer vermekteydi. Böylece hepimizin kulağına bir defa da olsa gelmiş olan ‘‘İngiliz asilzâdesini’’ tüm İngiliz toplumuna yayarak taşradaki insana dahi bu özgüveni vermeyi amaçlıyordu. -Tabi bizde asilzade kavramının yayılmasında kendimizi(öteki) ve onları, ‘‘onların’’ gözünden görmemizi yani oryantalizm hastalığını da unutmamak gerekir.-
Medyayla oluşturulacak bir ‘‘kimlik’’ düşüncesi ilk yıllarında edebiyat, tarih gibi konulara nazaran hafife alınsa da gün geçtikçe önem kazanmaya devam ediyordu. Nitekim milliyetçiliğin çıkış yeri olan Fransa’da ulusal bütünlüğü sağlama ilkesi devam ettirilmiş bununla da kalınmayıp ilerleyen zamanlarda ‘‘görsel-işitsel kültür milliyetçiliğin hassas noktalarına dokunur’’ ibaresi medya politikalarında yer almaya başlamıştır.
Zamanın ilerlemesiyle farklı medya şirketleri kurulmuş, ‘‘kamu yararı’’ olan temel ilke yerini ‘‘daha fazla tüketiciye ulaşmaya’’ bırakmıştır. Teknolojinin de gelişmesiyle birlikte farklı sınırlara ulaşma kolaylaşmış, rekabetin önü açılmıştır. Yeni düzenle birlikte medya piyasası kâr amaçlı çalışmaya başlamıştır ki Time Warner eski başkanı Steven Ross’a göre ‘‘uluslararası medyanın yeni gerçekçiliğinin itici gücü, ulusal kimlikten ziyade piyasa fırsatlarıdır’’. Bunu sağlarken de seyirci/dinleyici ile sağlanan iletişim olabildiğince serbest olmalı, kişi istekleri ön plana alınmalıydı.
Bu yeni medya düzeni hızla kabul görmüş, kıtalar arası yayılmalar başlayarak medyanın oluşturduğu kimlik, coğrafî sınırları aşmaktaydı. Bu durumun ülkeler için olumsuz etkileriyse daha sonraları fark edilmişti. Bu konuda yine yönümüzü İngiltere’ye dönüyoruz; Taşra merkezli Amerikan filmlerinin İngiltere’de seyredilme sıklığı arttıkça İngiliz medyasının oluşturmaya çalıştığı üstün kimlik sarsıntıya uğramaya başlamıştı. Marx’ın bahsettiği işçi devrimi İngiltere’de kültürel olarak Amerikan filmleriyle sağlanıyordu. İngiliz köylüsünün üstünlüğü, kendisiyle aynı hayatı yaşayan insanların aslında üstün olmadığının farkına varmasıyla birlikte kültürel kimlik de yavaş yavaş bozuluyordu..
Böylece ulusal kimliği korumak için kullanılan medyanın, uluslararası gücünün ulusal kimliğe nasıl zarar verebileceği fark edilmeye başlamıştı. Varlığı birkaç asrı geçmeyen Avrupa’nın eski köleleri sadece İngiliz değil ‘‘üstün’’ Avrupa kültürünü de yıkıyor veya kendilerine benzetiyorlardı.
Rönesans’ta temelleri atılan; ancak iki dünya savaşı sonrası yıkılan Avrupa birliği ve ‘‘büyük’’ Avrupa kültürü düşüncesi yaşanılan kimlik bunalımı karşısında güvenli bir liman olarak tekrar karşımıza çıkacaktı. Amerikan filmlerinden kaçacak bir köşe bulunamayacağı fark edildiğinde ortak medya programları ve Avrupa kanallarıyla, Avrupa kültürü tekrar diriltilmeye çalışılacak. Hafızalarının bir köşesinde kalan ‘‘Avrupalı kimliğini’’ korumak zorunda olduklarını, eritme potası oluşturmaya meraklı olmadıklarını ifade etmekten kaçmayacaklardı.
Peki, biz sınırları kolaylıkla aşan, bu yeni akımdan nasıl etkilendik?
- yy sonlarından itibaren doğu-batı karmaşası olarak yaşadığımız kimlik meselemize dönemin münevverleri tarafından edebiyat, sosyoloji gibi alanlarda birçok çalışmayla çözüm üretilmeye çalışılmıştır. Lâkin en azından dünya sinemasında birçok ilke imza atmamıza rağmen bu yeni sektöre tam olarak adapte olamayıp, ne yapmamız gerektiğine tam olarak karar veremedik. Kitaplarımızda tarihimizi, kahramanlıklarımızı anlatmaya devam ediyoruz ama bu konuda medyanın gücünü ‘‘milli’’ bir şekilde kullanamayıp, dışarıdan gelen akıma karşı bir engel sağlayamadık.
Yerli sinemamızda daha önceleri toplumu ilgilendiren meselelere, destanlara, kahramanlarımıza daha çok yer verilerek kolektif şuur oluşturulurken, kâr amaçlı filmlerin artışı sinemamızı küfürden, argodan oluşan bir toplum oluşmasını sağlamakta. Amerikan dizilerinin popülaritesine engel olamadığımız, bu medya mücadelesinde yenilen taraf olduğumuz aşikâr. Benzerlikleri hiç olmadığı kadar az olan, yaşanılan ve gösterilen hayatlar arasındaki fark arttıkça tıpkı bir DNA mutasyonu gibi düşüncede ve zihniyette de bir mutasyon gerçekleşiyordu, nitekim DNA’ya anormal bir girişim de bulunulduğunda mutasyon kaçınılmazdır. Sevindirici haberler yok da değil. Özellikle yaşadığımız melun saldırı sonrası(15 Temuz) milli hedeflerin zihinlere yerleşmesini sağlayan, milli kimliğin korunmasını sağlayan medya kimliği hız kazanmış bulunmakta.
Medyanın kimlik değişimindeki etkisini son olarak yine bir medya aracılığıyla vermek istiyorum. Çocuklar Duymasın adlı dizi bilindiği üzere tekrar yayın hayatına girdi. Burada dikkatimizi vereceğimiz husussa Haluk karakteri ve diğer karakterlerin Haluk’a olan bakışı. Dizinin geçmiş bölümlerinde aile fertleri ‘‘Havuç’’a cep telefonu alması yönünde baskı kurarken, Haluksa buna engel olmaya çalışan taraf olup geri kafalılıkla itham ediliyordu. 20 Ağustos Pazar günü verilen yeni bölümündeyse Haluk cep telefonunun çocuklarda oluşturduğu zararlardan bahsederken dizinin diğer karakterleriyse bu sefer Haluk’a destek veriyordu.
Peki neydi bu değişim?
Türkiye’nin zaman içindeki değişiminden bahsediliyor aslında, zamanında piyasaya göre hareket eden dizi şimdiyse toplumda oluşmuş olan zararı kamu spotu gibi anlatıyor. İnsan düşüncesi değişim halinde olsa da kendi hatasını kabul etmesi oldukça zordur. Medya yoluylaysa sadece bir insan değil bir toplum kendi dönüşümünün getirdiği yanlışı kabul etmektedir.
Medyanın sahip olduğu gücün bir kısmıydı bu. Sınırları olmayan bu kimlik, geçmişte ne olduğunuza hiç bakmadan sizi istediği hale sokabiliyordu. Alfred Nobel’in bulduğu dinamit, Amerikan İç Savaşı’nda İngilizlerin istediği tarafa karşı kullanılmıştı. Yıllar sonraysa kazanan taraf kendisini okyanusu geçmeden yeniyordu. Fransız elçileri ülkemize gelip ‘‘mösyöcülük’’ oynamıyor, aydınlarımız yurt dışına gidip monşerleşmiyor ama ülkemizdeki her hanede farkımızda olmadan küçük Lawrencelar yetişmeye devam ediyor.