Müslümanlar kendi olmaklığını yakalayabilmeli, aksi takdirde sistemin bir parçası olarak köle olmaya devam edecekler. Bir felsefe ile mücadele ederken silah kullanamazsınız, aksi takdirde Don Kişot olursunuz. Müslümanların mücadele etmesi gereken kişiler dünyayı yöneten bilmem kaç tane aile değil, kırlarda bir peygamber edasıyla yaşam süren Ayartan akıllı Azizlerdir.
*****
Ali MASKAN
Okuyucu dostlarımla bir süredir düşünsel bir gezinti yapmaktayız. Kahve molası verdiğimiz bir anda, zirveye dair küçük bir nazar eylemenin yolculuğun bundan sonraki kısımlarını daha anlaşılabilir kılacağını düşünerek bu yazıyı kaleme aldım.
15. Yüzyılda temelleri atılan mevcut uluslararası sistemin felsefesi altyapısı 16. ve 17. yüzyıllarda şekillendirildi ve 18. yüzyıldan itibaren devletler üstü bir akıl ile yönetilmeye başlandı. Coğrafi keşifler ve sömürgecilikle maddi, Rönesans ve Reformla manevi ihtiyaçlarını karşılayan sistem, insanı ilahi iradenin önüne çıkarmasıyla birlikte ortak bir akıl oluşturmaya başladı. Yahudilik ve Hristiyanlık gibi semavi dinler bu aklın manevi kültürel değerleri olmakla birlikte sistem esas olarak din dışı bir akıl ile kurgulandı.
İspanya ve Portekiz’le başlayan, Hollanda ve Fransa ile şekillenen, İngiltere ile anlamlı bir yapı haline gelen sistem, ABD ile en karizmatik dönemini yaşadı. Her devletin kendi çıkar ve tasarımları sistemin sürekliliğine katkı sağlayan dinamizmi oluşturdu. İtalya ve Almanya gibi ülkeler her ne kadar yapı içinde arzu ettikleri başarıyı gösteremeseler de sistem aklının oluşturulmasında en hayati felsefi açılımları yaptılar. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm ve liberalizm gibi cümle afili ideoloji ve ekonomik görüşlere ruh veren düşüncelerin tamamı uluslararası sistemin can suyu oldu. Birbirine zıt gibi görünen her düşünce, diğerinin ötekisi olmak suretiyle her daim birbirlerine destek oldular. Aksi takdirde böylesi bir yapının 550 yıldır sürebilme ihtimali mümkün olamazdı.
Öteki olmadan kendi olmayı başaramayan sistem, bugün bile bu stratejiyi başarılı bir şekilde sürdürebilmekte. Dünya sisteminin bu 550 yıllık dönemde defalarca değiştiğini iddia eden uzmanlar mutlaka çoğunluktadır. Çoğumuzun şahit olduğu soğuk savaş, iki kutuplu dünya, çok kutuplu dünya, kutupsuz dünya argümanları bile sistemin ikide bir değiştiğini hatırlatacak sizlere. Hâlbuki sistem hiç değişmeden devam ediyor sadece bir yılan gibi kabuk değiştiriyor. Bugün Rusya ve Çin’in başkaldırısı veya Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması da sisteme olan bir başkaldırı olarak telakki edilmesin. Sistem içindeki ülkelerin başat olma arzuları, sistemin bekası gereği her daim hoş karşılandı ve hatta teşvik edildi.
Peki, böylesi devasa bir aklın İslamileştirilmesi ne demek? Bu mümkün müdür? Sistemin paradigmalarını anladığınızda bunun mümkün olduğunu hatta bu konuda geri dönülmez adımların atılmış olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.
Doğal hukuk ve ilahi emirlerden münezzeh, insanı kutsayan ve pozitif hukuka dayanan Ayartıcı aklın ürünü olan sistemin temel amacı, Yaratıcı’nın indirdiklerini ortadan kaldırmaktı. Yaratıcı’nın ötesinde kendisine Tanrılar edinmiş sistem zaman içinde semavi dinleri kendileştirmek suretiyle ayakta kalabilmeyi başardı. Bu şekliyle insanlık tarihi kadar eskiye dayanan sistemin din veya dinler üzerinde şekillendiğini düşünmekten ziyade onları insanileştirmek üzere bir yöntem izlediğini görüyoruz. Bu nedenle sistem hiçbir dini kutsamaz ve kurgusunu dinler üzerine gerçekleştirmez. Başlangıçta üstesinden gelinmesi gereken bir rakip olarak kabul edilen din, sonraki yüzyıllarda sembolik bir ruhaniyete dönüştü. Din artık Tanrı’nın değil insanların olmuştu.
Sistemin başarısı, dinleri öncelikle kendine ötekileştirmek suretiyle ihtiyacı olan enerjiyi alması ve akabinde de o dini kendileştirmesiyle sıradanlaştırmasında yatar. İdeolojileri kendi ürettiği için burada hiç zorlanmadan hareket edilebilmekteyken, aynı durum dinler için ziyadesiyle zor ve meşakkatli bir süreç gerektirir.
Üç büyük semavi dinden ikisini kendileştiren Ayartıcı akıl, sistem aklının yeni bir tezahürle yoluna devam edebilmesi ve kendini yeryüzünün aklıselimi yapabilmesi için İslam ile yüzleşmesi gerektiğinin bilincinde olarak hareket ediyor. İslam bu gerekçe nedeniyledir ki uzunca bir zaman önce öteki olarak şekillendirilmeye başlandı. Müslümanlar açısından bu ötekileştirme her ne kadar muhatap alınma şeklinde bir karşılık görmüş olsa da sistem aklı açısından sonun başlangıcı olarak telakki edildi.
Bugün İngiltere’de muhtarlığa seçilmiş Müslümanların varlığı birçok Müslümanı ziyadesiyle mutlu etse de esasen sistemin çok net bir şekilde İslam’ı kendileştirdiğinin habercisi olduğunu kabul etmeliyiz. Müslümanlar sistemin içine girmek ve onun araçlarıyla donanmak suretiyle bir başarı elde edeceğini sanıyorsa ne dini ne de peygamberlerini anlayamamışlar demektir. Sistemin içinde olmak bir zafer kazanmayı değil ancak ve ancak köle olmayı beraberinde getirir.
Semavi dinleri kendileştirmek suretiyle yaşam enerjisi bulan sistemin ayakta kalabilmesinin tek şartı İslam’ı da bu sürecin içine katabilmesiydi. Esasında yaklaşık 16. yüzyıldan beri sistematik bir şekilde yaşanan sürecin cisimleşmeye başladığı bir dönemdeyiz. Ayartan her ne kadar semavi dinlerle bir mücadele içinde olsa da o hiçbir zaman Yaratan’ın muhatabı olmadı, O’nun göreceği tek muhatap yaradılış anından itibaren insan oldu.
Yaratan’ın kendisine verdiği müsaade kapsamında çalışan Ayartan’ın hedefi yolun sonunda insanoğlunu Yaratanına karşı isyankâr yapmaktan öte bir şey değildi. Yaratan’ın peygamberleri son buldu, lakin Ayartanın Azizleri hala iş başında. Bizler sanıyoruz ki sistemin sahipleri dünyayı yöneten bir avuç dolusu ailedir. Hayır. Azizler hiçbir maddi ve askeri güce ihtiyaç duymaksızın fikirleriyle savaşırlar. Onlar belki de Alpler’de dünyanın en iyi peynir ve şaraplarını üretmekle meşgullerken bizler hedefimize hep güç ve iktidar sahiplerini koyduk.
Hakikat sahipleri, Azizler ile mücadele ederken, sahip oldukları tek güç her türlü kirlenmişliklerden ari tuttukları inançlarıdır. Zira onlar ihtiyaçları olan tek şeyin Yaratanlarının kendilerine bahşettiği sevgi olduğunu gayet iyi bilir. Bu yüzden güçlenmek adına sadece en saf haliyle dinlerini yaşar ve yaşatırlar. Onların bu temizliği nedeniyledir ki İslam dünyası ayakta durmayı başarabilmektedir. Hakikat sahipleri, Yaradan’ına Ayartıcı’nın baştan çıkartmasına müsaade etmeyecek kadar samimiyetle inanmaktadır. Zira bir damla hakikat bir okyanus gerçeğinden daha güçlüdür.
Azizler baştan çıkartıp Don Kişot’a çevirdikleri inanmışları bir komedi filmi gibi seyrediyor. İnsanlık tarihiyle başlayan bu filmin oyuncuları ise her dönem yenilenmeye devam ediyor.
Neden sözde İslamcı teröristler teşvik edilip finanse edilirken en saf ve temiz haliyle insanlara İslam’ı anlatanlar bir terörist edasıyla ortadan kaldırılıyor. Neden kimi Müslüman düşünürler sahip olduğumuz kavramları yeniden tasarlamak, yolumuzdaki tabelaları düzenlemek ve en basit haliyle dini yaşamaktan dem vururlar. Ve bu kadar basit söylem sahipleri neden ortadan kaldırılır. Zira bu saf ve basit söylem sahibi bir teröristten daha tehlikelidir.
Müslümanlar kendi olmaklığını yakalayabilmeli, aksi takdirde sistemin bir parçası olarak köle olmaya devam edecekler. Bir felsefe ile mücadele ederken silah kullanamazsınız, aksi takdirde Don Kişot olursunuz. Müslümanların mücadele etmesi gereken kişiler dünyayı yöneten bilmem kaç tane aile değil, kırlarda bir peygamber edasıyla yaşam süren Ayartan akıllı Azizlerdir.
Diyalog aldatmacası altında kendilerinin asimile edileceğinden ürken Müslümanların sisteme hâkim olma hususundaki gayretleri ironik bir paradoksa dönüşmektedir.
Hal böyle tecelli eylerse vakit gelir semavi dinlerin mensupları bugün mesajları çok açıkça verildiği üzere Hz. İbrahim’in otağında hep birlikte çorba içerler. Böylesi bir seremonide yadsınacak bir durum olmamasının tek gerekçesi aynı soydan geldiğimizi kabul etmekse sorun yok, lakin bu insansı bir tasarımla yeni bir melez dinin ortaya çıkması şeklinde tezahür edecekse kellerin görünmesinden korkmadan şapkaları çıkartıp düşünmek lazım.
Her kim sistemin kendisiyle özdeşleşirse, onlar da kendilerinden öncekilerin yaşadıklarını yaşamak zorunda kalacaklar. Ayartan’ın kurduğu düzen hiçbir dine dayanmaz. Din bu sistemin sadece kültürel bir sembolüdür. Bizler bugün Batı’nın Yahudilik ve Hristiyanlık üzerine bir sistem kurduğunu düşünürüz, esasında durum hiç de öyle sandığımız gibi değil. Dinsizlik, paganizm veya felsefi dinler bu sistemin ana dinleri olmaya devam ediyor. Ve bu sarmalın içine giren her semavi din bu dönüşümü yaşamak zorunda kalıyor.
Yaratan ile Ayartanı ruhunda taşıyan insanın neye inandığı hususundaki müphemliğin her geçen gün artması şüpheyi güçlendirir. Bu ise Ayartanın baştan çıkartıcılığının en güçlü silahıdır. Hakikat, Ayartan’ın müstehcen saldırılarına maruz kaldığında insan Tanrısal bir özenti ile kutsal günaha meyleder.
Peki, ya sonra? Sorusuna bir kehanette bulunup gündemi kapatalım. Müslümanlar -lakin dikkat edelim İslam demiyorum- değirmende bir mücadele veriyorlar. Var olup olmamaktan öte ne olup olmayacağı hususunda değirmencinin kanaati kesin. Ayartan, Müslümanları sistemin egemen gücü yapmaktan hiçbir zaman çekinmeyecek. Bu durumda gelecek dönemde sistemin merkezi doğuya doğru kayacak. Sadece Müslüman ülkeler değil Rusya ve Çin de yeni sistemin başat unsurlarından olacak.
Sistemin İslamileştirilmesi hem Müslümanları hem de Ayartan’ı eş zamanlı olarak mutlu etmesi, berikiler itibariyle trajikomik bir durum ortaya çıkaracaktır. Bu izahı ve kabulü zor bir husus anlıyorum. Ama neden hakikatle yüzleşmekten korkalım ki. Müslümanların varlık sebebi dünyayı yönettiği düşünülen devletler, aileler ve liderlerle mücadele etmek değil. Sadece kendilerine indirilen dini en saf haliyle yaşamak. Ötesi Ayartan’ın tuzağına düşmekten başka bir şey değil.
En az bin yıllık yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Müslümanlar hiçbir şekilde dönüşü olmayan bir yolda değil. Bazılarımız bu eksen kaymasının imkânsızlığından dem vuracak, lakin Azizlerin uzlaştığı bir kararın önümüzdeki yüzyıllarda hayata geçirilmesi emin olun ki bu kararın alınmasından daha kolay olacaktır.
İslam her türlü kokuşmuşluklardan ve yozlaşmışlıklardan münezzeh bir din olarak diriltilmeli. Aksi halde dünya gelecek bin yılda Müslümanlar için altından yapılmış hapishane olacak.
Kierkegaard “düşüncenin paradoksu, düşüncenin kendisinin düşünemeyeceği bir şeyi keşfetmeyi istemesidir” der. Biliyorum bu yazdıklarım sizlere anlamsız ya da mantıksız gelebilir. Lakin inanmanız gereken bir husus var ki bu yazı her türlü düşünce, ideoloji ve felsefeden uzak kalınmak suretiyle kaleme alındı. Ben sadece bir tarihçi ukalalığı ile önümdeki resmi okudum. Bu, bakarken içinde kaybolacağınız veya onlarca farklı yorum yapacağınız bir resim değil. Kendimce açık ve net bir resim okumasıdır, hepsi bu.
—————————————
Kaynak:
https://fikircografyasi.com/makale/sistemin-islamilestirilmesi