Siyaset, Milliyetçilik ve MHP

 

Dr. Mustafa ÇALIK

Herhangi bir memleket, siyasî ve toplumsal bir dönemece geldiğinde, siyasî hareketler ve onların müşahhas taşıyıcısı olan müesseselerin de fikrî ve ideolojik bir muhasebe yapmaları kaçınılmazdır. Bunu yapamaz yahut daha kötüsü, yapmayı şuurlu olarak reddederlerse siyasî ve toplumsal gerçekliğin dışına itilirler. Bunun diğer adı tarihin dışına itilmektir, “tarih dışı” olmaktır. İsterseniz buna, tarihî ömrünü doldurmak da diyebilirsiniz.

Bugün, milliyetçilik iddiasındaki bütün kurum ve kuruluşları bekleyen asıl tehlike de budur. Üstelik milliyetçiliği – Türkiye’den bahsettiğimizde Türk milliyetçiliğini – parti veya “dernek” ideolojisi olarak benimsemiş olan siyasî teşekküllerin daha derinlere inen bir başka çıkmazı var: Milliyetçiliği ideolojikleştirmek, ideolojik bir söyleme dönüştürmek sûretiyle bir yandan onu kendi siyasî varlık ve açılımının sınırlarına hapsederken; öbür yandan kendi siyasî nüfuz ve tesir sahasını da milliyetçilik söylemiyle sınırlandırmak… Daha kestirme bir ifadeyle “milliyetçiliği kendisiyle, kendisini de milliyetçilikle tahdit etmek…”

“Siyasî kadrolardaki ilmî, fikrî, kültürel ‘dar kafalılık’la; ruhen ve mizacen ‘gözü dar’lık ve ‘gönül fukaralığı’ birbirlerini beslemeye devam edince, ‘hezimet’ten çıkarılan yegâne ders de ‘lidere sadakat’ sloganıyla ete kemiğe bürünüp parti merkezinde ilân edilmiştir.”

Hâlbuki, Türkiye’nin tarihî ve kültürel tecrübesine baktığımızda açıkça gördüğümüz şudur ki, bu toplumun en köklü, en yaygın ve en faal refleksi “milliyetçilik”tir. İslâmî hareketlerin de Batıcı ve liberal hareketlerin de hattâ zaman zaman bir kısım sol hareketlerin bile hamurunda, değişen ölçülerde de olsa dâima milliyetçi bir “katık” vardır. Aşağı yukarı 150 senelik savaş, çekilme, göç ve beka mücadeleleri ile vücut bulmuş bir siyasî-toplumsal müktesebâtın kolektif “şuur-altı”nda böyle bir hissiyâtın var oluşunda yadırganacak bir taraf da yoktur.

Müşterek milliyetçi hissiyât

Ne var ki, “şuur-altı”mızdaki bu müşterek “milliyetçi hissiyât”ın “ideoloji”ye değil, “psikoloji”ye, daha doğrusu “hâlet-i rûhiye”ye daha yakın durduğunu farketmek zorundayız. Onun için de bu “hissiyât”ı, “söylem ve iddia”dan çok muayyen hâl ve hâdiseler karşısındaki “tavır ve vaziyet alış”larda daha yaygın biçimde müşâhade edebiliriz. Sıklıkla yaşadığımız büyük depremlerdeki, yaygın göç dalgalarındaki (1989’da Bulgaristan’dan, 1992’de Kuzey Irak’tan ve hâlen Suriye’den); bazı cenazelerdeki (meselâ, Turgut Özal, Alparslan Türkeş, Barış Manço, Muhsin Yazıcıoğlu…) “çoğulcu” dayanışmayı hatırlayalım…

Toplumsal formasyonumuzun en güçlü “dip dalgası”nı oluşturan “milliyetçi hissiyât”, siyasî alana gelince, meselâ MHP örneğinde olduğu gibi, neden “ışık” vermiyor, niye maşerî “şuur-altı”ndaki yaygınlığı ölçüsünde ses getirmiyor?

Bu suâlin doğru cevabı, “milliyetçiliğin bittiği yer” değilse eğer, ancak “başladığı yer” olabilir!

Şimdi, o “doğru cevab”ı birkaç noktadan aramayı deneyebiliriz…

Türk siyasetini belirleyen temel bölünme, her ne kadar “kültürel değerler” (laik-Batıcı pozitivist anlayış ile gelenekçi-muhafazakâr-dinî anlayış) üstüne oturuyor olsa da gündelik hayatın fiilî zaruretleri ve “mâişet derdi” dediğimiz şeyi küçümseyemeyiz. İletişim ve bilişim vâsıtalarının en yüksek hayat standartlarını, en lüks ve konforlu tüketim nesnelerini en yoksul evlerin içinden bile görünür, seyredilir hâle getirdiği bir dünyada, maddeten daha rahat ve müreffeh yaşama özlemleri, siyasî tercihlerde “çıplak” bir kültürel değerler anlayışının yegâne belirleyici âmil olmasına izin vermez. “Kültürel değerler” tercihine, bahis mevzuu “özlem”lerin kamçıladığı ekonomik ve sosyal taleplere verilecek cevabî “proje”lerin de refâkat etmesi, artık bir kat daha şart olmuştur.

Güvenlik sendromuna dönüşen milliyetçilik

Hâl böyle olunca, sürekli daha yüksek hayat standardı ve refah talep eden yığınlara, üstelik 1960’lardan ‘70’lerden kalma, içi günden güne, yıldan yıla boşala boşala, kuru ve muhtevâsız bir “güvenlik sendromu”na dönüşmüş milliyetçilik söyleminden gayrı hemen hemen hiçbir şey anlatmamak, anlatamamak sadece “siyasî beceriksizlik ve yeteneksizlik” değil, aynı zamanda “zihnî, fikrî ve kültürel yoksulluktur”!..

Esas itibariyle bütün köklü ve kalıcı mâhiyetteki millî hareketlerin ve toplumsal inşâ hamlelerinin arkasındaki itici “hissiyât, tavır ve vaziyet alış” olarak anlaşılması gereken milliyetçiliğin ideolojik bir kavram ve giderek de kuru bir slogana dönüştürülmesindeki temel hatâ, siyaset söz konusu olduğunda ciddî çıkmazlara ve çâresizliklere de kapı aralıyor.

Bir siyasî program, perspektif veya felsefe sadece ve tek başına milliyetçilik söylemi ve iddiası üstüne binâ edilemez. Edilecek olsa bile, o milliyetçiliğin basit ve sıradan bir “güvenlik doktrini”nden ibâret olmaması lâzım gelmez mi? “Yemek”teki “tuz” misali, siyasette de kararını aslâ aşmaması gereken milliyetçiliği, böylesine rastgelenin diline peleseng etmesindeki yanlışlık bir tarafa, diyelim ki, doğrusu o olmuş olsa dahî milliyetçilik iddiasındaki kişi, grup, teşkilât, parti ve yahut hareketlerin;

  • Türkiye gibi, İmparatorluğun kültürel ve beşerî mîrası üzerinde oturan bir ülkede, aşağı yukarı herkesin içerisinde kendisinden bir şeyler bulabileceği yahut da kendisini içerisine dâhil edebileceği kapsayıcı bir “millî kimlik” (millet, milliyet) tasavvuru, tahayyülü, târifi olmamalı mı?
  • “Millî beka”nın, bu çağda ve içerisinde yaşadığımız bu dünyada nasıl ve ne sûretle temin ve tahkim edilebileceği; bunun iktisadî, siyasî ve kültürel imkânlarının nerelerden ve ne yollarla devşirileceği hakkında, sadece topluma, millete, seçmenlere değil, hiç olmazsa kendi içinde, kendi kadrolarına söyleyeceği, anlatacağı iknâ edici fikirleri, projeleri olmamalı mı?
  • Bu “aktör”ler, mevcut “ahval ve şerâit”, velev ki çok daha kötü olsa bile, daha parlak ve emin bir geleceğin mümkün ve ulaşılabilir olduğu inancını hemen herkeste uyandırabilecek, besleyecek, kuvvetlendirecek; rafine, medenî ve keskin bir üslûpla bütün millete umut ve heyecan aşılayacak zengin ve müessir bir siyasî dil geliştirmemeli mi?

Bütün bu temel ve başlangıç “ders”lerinden “yaya kalmak”tan da öte, bu “ders”lerden kendini “sorumlu” görmemek, hattâ dersin “soru”larından bile, maalesef bîhaber olmak, ardı arkası kesilmeyen “hezimet”lerin, kanaat-ı âcizâneme göre, asıl ve fakat hiç konuşulmayan sebebidir.

“’Parti’lerini, ‘Milletin partisi’ edemeyen milliyetçilerin başı ‘kendi partileri’ ve kendi liderleri ile dertte; fakat, problem partilerinde mi, liderlerinde mi, ‘milliyetçilik’lerinde mi, yoksa ‘her üçünde de’ mi, onu merak edip soran pek kimse yok.”

Siyasî kadrolardaki ilmî, fikrî, kültürel “dar kafalılık”la; ruhen ve mizacen “gözü dar”lık ve “gönül fukaralığı” da aynı yerde buluşup birbirlerini beslemeye devam edince, “hezimet”ten çıkarılan yegâne ders de “lidere sadakat” sloganıyla ete kemiğe bürünüp parti merkezinde ilân edilmiştir.

Can alıcı sorular

Hâlihazırda “milliyetçi cenah”taki yegâne mesele, “milliyetçilerin partisi”ne kim genel başkan olacak, tartışması etrafında süre gidiyor. “Parti”lerini, “Milletin partisi” edemeyen milliyetçilerin başı “kendi partileri” ve kendi liderleri ile dertte; fakat, problem partilerinde mi, liderlerinde mi, “milliyetçilik”lerinde mi, yoksa “her üçünde de” mi, onu merak edip soran pek kimse yok.

Tıpkı asıl sorulması gereken “can alıcı “ soruların hiç mi hiç sorulmayışı gibi…

Meselâ, MHP’den milliyetçiliğe, milliyetçilikten Türkiye’ye, Türkiye’den Dünya’ya bakmak yerine; birazcık da Dünya’dan Türkiye’ye, Türkiye’den milliyetçiliğe ve milliyetçilikten MHP’ye bakmayı denesek ne görürüz yahut neleri görmeliyiz?

  • Meselâ, milliyetçiliğin “lâfzen” bu kadar vurgulanması ve tüketilmesi, Türkiye gibi İmparatorluk bakiyyesi bir ülkede acaba çok “hayırhah” yahut da çok lüzumlu bir tercih olabilir mi?
  • Milliyetçiliğin “lâfzen” çok fazla vurgulanması, gizli-açık, örtülü-örtüsüz, ama her halükârda tehlikeli bir “milliyetçilikler yarışı”nı da kışkırtır mı?
  • Selçuklu-Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihî, millî ve manevî cevherini kendi yüreğinde sakladığına inanan biz Türkler’in,“daha çok milliyetçilik yapma”ya mı, yoksa “daha çok millet olma”ya mı ihtiyacımız var?

Rûhen, ahlâken, zihnen, hukuken ve siyaseten “daha çok millet olmak, daha çok Türk, tarihteki Türk olmak”!..

Olmaya ki, asıl ihtiyacımız da esas meselemiz de bu olmuş olsun?!

Pekiyi, bunun için böylesine “muzaffer” bir netice için “milliyetçilik” gerekli midir? Gerekliyse o milliyetçiliğin mâhiyet ve muhtevasını nasıl anlamak ve ne ile mücehhez kılmak icab ediyor?

Bu sorunun “kaba-taslak” cevabı, belki başka bir yazının konusu olabilir.

Mustafa Çalık, 1956’da Gümüşhane’de doğdu. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 1980-89 arasında DPT’de uzman olarak çalıştı. 1985-87 yılları arasında ABD’de Denver Üniversitesi GSIS’de Milletlerarası Politika alanında yüksek lisans yaptı. 1981’de Mülkiye’de başladığı siyaset ilmi doktorasını, MHP Hareketi’nin Siyasî Sosyolojik ve Kültürel Kaynakları başlıklı bir tez savunarak 1992 yılında tamamladı. 1989’dan beri Türkiye Günlüğü dergisinin Genel Yayın Müdürlüğü’nü yürütmektedir.

Kaynak :

http://www.aljazeera.com.tr/gorus/siyaset-milliyetcilik-ve-mhp

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen