Türkiye solunun dinle ilişkisinin uzun tarihi hakkında yazmak bu yazının sınırlarını ve kapsamını aşacaktır. Bu yüzden bu yazının sınırları içinde şahit olduğum tarihin bazı hastalıklarını okurla paylaşmayı uygun gördüm. Biz solun İslam’a açılım çabalarını, siyasal şiddetin silahlardan arındığı
80 sonrası dönemde akademik yazında görmeye başlamıştık.
80 öncesi dönem sert kavgaların ve silahların gölgesinde solculuğun her türünün ötekileştirildiği zamanlardı. Kuşkusuz bu sol içinde geçerliydi ve sağ ya da İslam veya İslamcılık mutlak olarak düşman olarak kodlanmıştı. Soğuk Savaş’ın gölgesinde bu yaklaşım maalesef ideolojilerde silah gibi keskindi.
Fakat 80 sonrası dönemle birlikte başlayan eleştiri dönemi ideolojilerdeki bu keskin dili bir nebze de olsa ortadan kaldırmıştı. Dışarda birbirine kurşun atan gençler 12 Eylül askeri darbesi ile aynı hücreyi paylaşmak zorunda kalmışlardı. 90’lar sonrası bu gençlerin birbirine olan bakışlarının kırıldığı bir dönemde biz Türk solunun da aslında kendi içinde ciddi dönüşümler yaşadığını gördük.
Bunun en ilginç örneği Bülent Ecevit’tir. 1999’da 56. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinde görev yapan Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Bülent Ecevit, 2017’de Hürriyet Gazetesi’ne verdiği bir demeçte dindarları laiklik düşmanı olarak göstermenin hatalı olduğuna değinmişti. Aynı tarihlerde
Cem Karaca, “Din içimdeki bir boşluğu tamamladı” demişti.
“Nihayet sol İslam’ı keşfediyor”
Buraya nereden geldik, derseniz aslında ondan önce ilahiyat camiasının sola, sol aydınların da İslam’a açılma çabalarını hatırlamak gerekir. 2002 tarihinde oldukça erken bir dönemde Ankara İlahiyat çevresinden çıkan İslâmiyât Dergisi “İslam’ın Sol Yorumu” dosya konulu bir sayı çıkarmıştı. Ömer Çelik’in “Siyasal Dil’in Stratejik Röntgeni” adlı yazısını etüt eder gibi genç akademisyenlerin okuduğunu biliyorum. Hasan Hanefi, Nasır Ebu Zeyd, Ali Şariati ve Seyyid Kutup’un son İslam yorumları hakkında birçok yazı kaleme alınmıştı.
2010’a geldiğimizde Birikim Dergisi, “Sol ve İlahiyat” başlıklı bir sayı yayınlandı. Bir ilahiyatçı akdemiysen olarak o sayıyı nasıl bir heyecanla kitapçılardan bulup satır satır okuduğumu unutamam. Nihayet sol İslam’ı keşfediyor dediğimiz günlerdi o zamanlar. Heyecanımın nedeni Bloch, Benjamin, Althusser, Lefebvre, Gramsci, Eagleton veya Adorno gibi Batılı Marksist düşünürlerde gördüğüm derin ilahiyat bilgisinin ve yorumunun bu topraklarda da kökleşebileceğine ilişkin umuttu. Turan Dursunvari kaba, gelenek ve tarih okumasından uzak din saldırılarının yerini daha felsefi
tartışmaların alacağını düşünmüştüm. Dine karşı en yırtıcı polemikleri yürüten kişilerin başında gelen ve Tanrı Yanılgısı kitabının yazarı Richard Dawkins’e yönelik eleştiriyi Marksist kültür eleştirmeni Terry Eagleton Akıl, İnanç ve Devrim adlı kitabıyla vermişti. Düşünsenize; bizde bir Marksist teolog yeni ateizme karşı eleştirel bir kitap yazsın!
Bunun niçin bu kadar önemli olduğunu anlatmak için kullandığım bir metaforu tekrar etmek isterim. Türkiye’de dindarlar ile sekülerler, İslamcılar ile solcular, sağ ile sol birbirine kapısını açmayan, aynı sofraya oturmayan iki kapı komşusu gibi içe kapandıkça aramıza sadece şiddet dili girmiyor, hepimiz köreliyoruz. Komşusundan beslenmeyen her düşünce içe kapanır, durağanlaşır ve körleşir. Uzun yıllarını sol ve İslamcı ideolojiyi okuyarak geçirmiş biri olarak söylemeliyim ki kendi dünyamda onlardan ne kadar istifade ettiğimi bilemezsiniz.
Batı dünyasını farklı kılan şey düşman ve rakip bile olsalar fikirlerin dünyasının birbirine olan açıklığıdır. Bizde ise maalesef solun ilahiyat disiplinleri ile arası neredeyse yok denecek kadar azdır. Bu yazılar işte bu duvarların kırıldığını düşündüğümüz anlar olduğu için bizi heyecanlandırmıştı. Ne yalan söyleyeyim bizim için de Berlin duvarları kalkıyor diye düşünmüştük.
28 Şubat sürecinde özellikle solun bu açılımlarıyla birlikte birçok Marksist ve solcu aydının başörtülü kadınlara yapılan zulme karşı direnen öğrencilere verdiği desteği de bu açılıma bağlamak yanlış olmayacaktır. İhtiyaç duyduğumuz şey dinin soldan bakarak “ifşası” veya “teşhiri” ile yetinmeyen, ilahiyatın sorularıyla ve cevaplarıyla muhatap olan, dindarlık biçimlerini anlamaya çalışan bir soldu.
Dine çağ dışı olarak bakan sol
Bu umutlarımız maalesef 28 Şubat’ın “İrtica hortladı”, “Başörtülü cumhurbaşkanı nasıl olur?” söylemlerine kurban gitti. Bir kez daha sol 80 sonrası yakalanan iç eleştiri ve yakınlaşma umutlarını pozitivist Markist Bolşevizm’e heba etmişti. Biz bir Kurtuluş Teolojisi mümkün mü diye beklerken Sovyetlerin Bolşevizm’i gibi dine çağ dışı, yanlış bir bilinç hali olarak bakan sol yumruğu tepemizde gördük.
Terry Eaglaton’un deyişiyle “Aslında dini yanlış bilinçten başka bir şey olarak görmeyenlerin onu bu kadar sık yanlış anlamaları son derece mantıklıdır.” Bir kez daha din meselesi dindarların kamusal alandan sürülüp atılmasına dönüşmüştü. Solun dinle olan tüm mesafesi aslında mesafesizliği üzerine kurulu. Onun görünmez olduğu bir toplum tüm sorunları da yok ediyor.
Türkiye’de solun dine açılması bir sol ilahiyat inşası olarak değil de genelde dini uyumlulaştırma olarak bize döndü. Dindeki hurafeleri temizlemek, dini daha seküler bir forma veya biçime sokmak, dini aydınlanmayı başarmak… Dinle oynamayı, dini mühendisliği çok seviyorlar. Bolşeviklerin, dini olan her şeyi imparatorluk anına geri dönüş gibi algılayıp onu yok etmek istemesi gibi maalesef katı laik uygulamaları merkeze alan Türk solu da dini olan her şeyi Osmanlı’ya bir dönüş olarak algıladı. Dini mühendislik alışkanlığı Türk soluna muhtemelen Sovyet Bolşevizm’inden ve onun Marksist ideolojilerinden miras kaldı.
“Laiklik elden gidiyor” söylemi
Bu yüzden Batılı Marksist aydınlar ile Sovyet dönemi aydınların dine olan bakışları arasında ciddi farklar vardır. Batılı aydınlar için din kültürel bir gerçeklik olarak, en azından antropolojik olarak anlaşılmayı hak ederken Sovyet aydınlar için din Marksist devrimlerin önündeki, insan potansiyelini bastıran ve insanlığın yaratıcı özgürlüğe ulaşmasını engelleyen bir sömürü düzeni olarak savaşılması gereken bir kötülüktür.
Kuşkusuz bunda Ludwig Feuerbach’ın Marx ve Engels üzerindeki etkisinin önemli bir rolü vardır ve Türk solunun ideolojik arka planında da bunların etkisi yadsınamaz. Bu yüzden özellikle erken dönem Bolşevik sekülerleşmesinin dini toplumsal olandan kazıp atmak için yaptıkları ile Türk solunun
radikal çevresinin dine bakışı arasındaki izdüşümleri önemlidir. Ve bu mesele, Türk solunda bir mesele olarak henüz yeterince ilgiyi hak etmemiştir.
Sözün kısası mutebermiş; biz de öyle yapalım. Türk solunun dine açılamaması aslında taktiksel bir şey değil. Türk solunun maalesef Sovyet döneminde kalmış arkaik argümanlarının devamı olarak kendisini görmesinden kaynaklanıyor. Sorun arka bahçesi oysa. Batı’da sol bundan çoktan kurtuldu ve kendisine Latin Amerika’da Kurtuluş Teolojisi, İngiltere’de Liberal Teoloji olarak kendi kültür mirasları ile barışık birçok hareketin doğuşuna yol açtı.
Türkiye’de sol “Laiklik elden gidiyor” söylemi dışında sol ilahiyata ciddi bir katkı yapamadı. En fazlası anti-kapitalizm adıyla sokak oruçları düzenlemek oldu. Solun dine açılamaması serüveni maalesef sadece solun önünü tıkamıyor, en başta dediğim gibi bizi çok önemli bir müzakereden de mahrum ediyor.