Mehmet MAKSUDOĞLU
Emperyalistler, işgal ettikleri ülkelerdeki yerüstü zenginliklerini alabildiğine yağmalar, o ülkelerin yeraltı kaynaklarını da ellerinden geldiğince sömürürler, sonra, o ülkelerden çekip gitmeğe zorlandıklarında, ülkelerin eski sınırlarıyla oynar, o ülkelere, komşularıyla nesiller boyu çözemeyecekleri, iki taraftan da binlerce kişinin ölümüne sebep olacak anlaşmazlıklar bırakırlar.
İşgal etmiş oldukları ülkelerdeki eserleri kendi ülkelerine taşıyıp, müzelerine koyarlar ve – şecâat arzederken merd-i kıptî sirkatin söyler (mert çingene, kahramanlığını anlatırken, hırsızlığını söyler) – deyimine misâl olurcasına, gösterime sunarlar! Avrupa müzelerindeki, sömürülen ülkelerden getirilmiş olan ‘obje’ler, dediğimizin isbâtıdır.
Sömürülen ülkelerdeki yeraltı kaynaklarının işletilmesini, o ülkeden çıkıp gitmeden önce, birtakım anlaşmalarla kendilerine bağlarlar.
Çok daha yıkıcı, fecî olanı, korkunç zararlısı, sömürülen ülke halkında öyle bir kafa yapısı meydana getirirler ki, o halk, kendini, sömürücü ülkeye âid, onun bir parçası gibi görür.
Cambridge’de, evinin bir odasında kiracı olarak kaldığım, eski bir tiyatro oyuncusu olan İngiliz, şöyle demişti :
“Bir Afrika’lıya, hiç İngiltere’ye gidip gitmediği sorulduğunda, no, I have never been home dermiş. (Hayır, hiç Anavatan’da, Yuva’da bulunmadım).” O yaşlı İngiliz hayıflanırdı : “Bu kafa yapısını (attitude of mind) devâm ettiremedik” derdi.
Yâni, sömürme, sâdece o ülkenin yerüstü ve yeraltı kaynaklarını yağmalamakla sınırlı DEĞİL; sömürülen ülkenin insanlarının zihinlerini, kafa yapılarını da sömürgeci ülke ferdlerininki gibi yapıyorlar! Sömürge aydınının olaylara bakış açısı, olayları değerlendirişi, aynen, sömürgecinin istediği gibi oluyor.
***
Bir Müslümana, namaz, oruç, zekât nasıl farz ise, cihâd da öylece farzdır. (Günümüz şartlarında, bu görev, bir bakıma, kültür alanında yerine getirilebilir.) Osmanlı Devleti, bu görevi başarırken genişlemiş, yayılmıştır. Yâni, Osmanlı’nın yayılışı, genişlemesi, kuruluş, varoluş sebebi olan ‘’i‘lâ-yı kelimetullah” (Allah’ın buyruklarını, yüce tutmak)tır, Devlet, bu buyrukları, Şerîatı hayata geçirmenin, uygulamanın vâsıtasıdır. Mehter’deki üç hilâlli sancaklardan yeşil olanı Dîn’i, kırmızı olanı Devlet’i temsil eder. Osmanlı’da her şey, dîn ü devlet (din ve devlet) içindir, 1839 a kadar resmen böyledir.
İngiliz’in Doğu’ya doğru yayılmasında, East Indian Tea Company rol sâhibidir. Osmanlı’nın Yemen’e gidişini teşvik eden Yemen Kahve Şirketi YOKTUR. Osmanlı’nın Yemen’de bulunuşu, kahve sömürücülüğü veya varlığını bile bilmediği petrol için değil, Bâbul Mendeb’i tutarak 16. Yüzyılda Portekiz’e, 19. ve 20. Yüzyılda İngiliz’e karşı Kızıldeniz’i ve Haremeyn-i Şerîfeyni (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’yi) korumak içindi. Osmanlı’nın, Macaristan için yaptığı masraf, oradan gelenden daha fazlaydı. Kanije kalesi 1601 de kuşatıldığında, Tiryâkî Hasan Paşa, askerlerin moralini “Kanije ve çevresi, Medîne-i Münevvere’ye vakıfdır, Allah buranın kâfir eline düşmesine izin vermez” diyerek yükseltmişti. (hatırlamakta fayda var : Eyüp Sultan, Hâlid b. Zeyd’in, katıldığı İstanbul muhâsarasında, açıktan savaşan bir muhâribin, “kendini tehlikeye atıyor, böylece ‘we lâ tulqû bieydîkum ilet tehluke’ (kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın) âyetine aykırı davranıyor” diye tenkîd edildiğini işitince, söylediği söz çok mühimdir : “O âyet, biz medîneliler hakkında inmiştir. Nüzûl (iniş) sebebi de şudur : İslâm, Arabistan’ın her tarafına yayılınca, Ensâr’dan bâzıları, ‘İslâm, iyice yerleşti, yayıldı, artık işimizin başına dönsek’ dediler : âyetin mânâsı, cihâd görevinizi ihmâl ederek kendinizi tehlikeye atmayın demektir.”)
Osmanlı, 28 yıl dışında (1740-1768) bu görevi hakkıyla yerine getirmiştir. İftihâr edeceğimiz sofra kelimesi, bunun hâtırasıdır. Sofra, ‘sefer’de, yolculukta yenilen yemek demektir. Osmanlı, cihâd için ‘sefer’ kelimesini kullanırdı. Serhad türküsünde geçtiği gibi :
Yine de şahlanıyor kolbaşının kır atı
Görünüyor bize sefer yolları
(Hâlâ, ‘defa, ‘kez’ yerine ‘sefer’ demekte oluşumuz, ne güzel bir alışkanlık!). Osmanlı’nın ömrü, seferde geçtiği için, yemeği ‘sofra’ olarak yemiş!
Mâide, Kur’ân-ı Kerîm’de geçtiği hâlde, o kelimeyi, kız çocuğuna isim olarak vermiş, ama yemeğini mâide’de değil, sofra’da yemiş.
Batı’lılara, Emperyalistlere göre, Osmanlı’nın yayılışı da, kendilerininki gibi, sömürmek içindi. Bunun için, kirli imparatorluk yaftasını ona yapıştırdılar, bizim dikkatsiz, bilinçsiz okumuşumuz eliyle okul kitaplarımıza kadar girdi.
‘Tanzîmât’tanberi süregelen körükörüne taklîdin ürünü olan diplomalılarımızın çoğu, sömürge aydını kafa yapısı taşımaktadır’ cümlesi, bâzılarına abartma gibi gelebilir. Hemen birkaç misâl verelim :
Emekli Orgeneral, eski Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan : ”Araplar bizim sömürgemizdi”.
Prof. Dr. Celâl Şengör (papyonlu, tonton kişi) : “Pîrî Reis Fâtih devrinde yaşasaydı, Amerika bizim sömürgemiz olurdu.”
Hızır Hayreddîn Paşa’ya, düşmanları, savaştığı Avrupalı’lar, Barba Rossa (kırmızı sakal) derlerdi. Beşiktaş’taki caddenin adı : Barbaros Bulvarı.
Çağdaş (!) aydınımız da, bir olayı beğendiğinde, elinin baş parmağını yukarı kaldırır. Watsap kullanırken de o işâreti işâretler. Nedir o çirkin, tüyler ürpetici işâretin kaynağı ?
Rûm (Roma) imparatoru ve Roma halkı Arena’da boğuşturulan iki gladyatörü seyreder. Biri alta düşünce, üstteki İmparatora bakar. İmparator, baş parmağını aşağı doğru tutarsa öldürür, yukarı doğru tutarsa, yenilen gladyatör, şimdilik hayatta bırakılır, öldürülmez.
Batı’lı, bu iğrenç olayı unutturacağı yerde, öğünçle olayın hâtırasını yaşatıyor. İnsan, bir kedinin, köpeğin trafikte ezilmesini seyredemez. Bizden bâzıları da, ‘her hâlde âdet böyledir’ diyerek, düşünmeksizin böyle yapıyor.
Öte yandan, göz göre göre bu korkunç cinâyetin işlendiği mekân, Arena, marifetmiş gibi, bir tv programının adı olarak kullanılmıştı, Uğur Dündar adındaki aydınımız tarafından.
Ne güzel, değil mi?
Çağdaş dedikleri eğitim böyle ürünler veriyor.
***
Tanzîmât (1839)danberi artarak süregelen Kültür İstilâsı, son yüzyılda doruğuna ulaşmış, bu sebeple iş o hâle gelmiş, ve devlet eliyle öyle bir tip yetiştirilmiştir ki; bu tip, kendinin, yanlışlıkla bu ülkede doğmuş, bir talihsizlik eseri olarak Türk ve Müslüman bir âile içinde dünyaya gelmiş olduğu kanâatindedir. Kimliğinde Türk ve Müslüman idiği yazılıdır, ama içi, ruhu bundan uzaktır.
***
İşte bu hâkim ve yaygın tip, kendimize gelmek için geç kalmış ve kâfi olmayan adımlar atıldığında da “gericilik!”, “çağdışılık!” diye yaygara koparmaktadır.
12.06.2018