Sömürgeciliğin Doğuşu ve Aşamaları

“Başkalarına ait maddi-manevi bütün kaynaklara haksız şekilde el koymak” şeklinde ifadelendirilebilecek olan modern sömürgecilik 15. yüzyıl sonlarından itibaren günümüze kadar devam eden bir süreç olarak Avrupa’nın güçlü devletlerinin dünyanın diğer ülkelerinin topraklarını ve her türlü kaynaklarını keşif, ilhak, işgal ve istimlâk gibi yollarla kendi ülkeleri için kullanma olgusudur. Avrupalıların denizlere açılıp Ümit Burnu (1488) ve Amerika’yı (1492) bulmaları ile başlayan bu olguda İngiltere zaman içerisinde tartışmasız bir üstünlük elde etmiş ve yakın tarihlere kadar dünyanın en büyük sömürge imparatorluğuna sahip olmuştur.

Sömürgeciliği başlıca beş aşamaya ayırmak mümkündür:

1. 1763 Paris Antlaşması’na kadar olan genişleme dönemi.

2. 19. yüzyılın ortalarına kadar gelen ilhak ve yerleşme süreci.

3. I. Dünya Savaşı’na kadar olan modern emperyalizm.

4. 1945’e kadar gelen tutunma dönemi.

5. 1945’ten sonra sömürge imparatorluğunda dağılma süreci.

Haçlı seferlerine kadar büyük ölçüde içine kapalı bir şekilde yaşayan Avrupa, artan nüfus yoğunluğuna karşı sınırlı toprağa sahip olmanın baskısı ve Akdeniz- Endülüs ile doğudaki Osmanlı hâkimiyeti arasında sıkışmasının sonucu açık denizlere yönelmişti. Portekizliler ve İspanyolların öncülüğündeki bu girişim sonucu keşfedilen yeni topraklar ve deniz yolları, 1494’te İspanya ile Portekiz arasında varılan Tordesillas Antlaşması ile paylaşıldı. Bu iki ülkenin yaklaşık bir asır süren rakipsiz dönemlerinden sonra 17. yüzyıldan itibaren Hollanda, Fransa ve İngiltere de sömürge arayışına çıktı.

İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (British East India Company) İngiliz sömürgeciliğinin ciddi anlamda ilk adımıdır. 1206’dan beri çeşitli Müslüman Türk hanedanlarının idaresinde coğrafi bütünlüğünü sağlamış olan Hindistan 1526’dan itibaren de Babürlü Devleti ile büyük bir ülke olmuştu. Sömürgeci Avrupa devletleri Hindistan ticaretine öncelikle yerli sultanların izni ile başlamışlar ancak zamanla anlaşmaları ihlâl ederek işgallere başlamışlardı. Bu çerçevede 31 Aralık 1600’de Portekiz ve İspanya’nın tekelinde bulunan Uzak Doğu ve Hindistan baharat ticaretinden pay almak üzere İngiliz tüccarları tarafından krallık beratıyla kurulmuş olan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi giderek dünyanın en büyük ticaret organizasyonlarından biri ve İngiliz sömürgeciliğinin Asya’daki temsilcisi haline geldi.

Avrupalıların 17. ve 18. yüzyıllarda Amerika ve Asya’da yoğunlaştırdıkları sömürge faaliyetleri öncelikle ticarî ve ekonomik ağırlıklı idi. Zaman içinde siyasî, stratejik, ideolojik ve dinî (misyonerlik) faktörler de etkili oldu. Ancak bu aşamada bütün teşebbüsler ve sömürgeleştirme faaliyetleri ticarî organizasyonlar marifetiyle gerçekleştiriliyor, devletlerin rolü daha çok kolaylık, teşvik ve denetim sağlamakla sınırlı kalıyordu. Dönemin merkantilist anlayışları uyarınca sömürge toprakları Avrupa pazarının ihtiyacı olan ham maddelerle başta baharat, tütün, şeker gibi tüketim malzemeleri kaynağı olmanın yanı sıra Avrupa ürünlerinin pazarı olarak değerlendiriliyordu.

Her açıdan çok kârlı olan bu ticaret, zaman zaman Sömürgeci devletler arasında gerginliklere ve savaşlara da sebep oluyordu. Bunların en önemlileri o 1757-1763 arasındaki Yedi Yıl Savaşları ile I. Dünya Savaşı’dır.

Avrupa’da sanayi devriminin başlamasıyla birlikte serbest ticaret emperyalizmi denilen ikinci döneme geçildi. Bu aşamada el konulan topraklar ham madde kaynağı olmalarının ötesinde aynı zamanda Avrupalıların ürettiği sanayi mamullerine pazar oluşturmak üzere de teşkilâtlandırılmaya başlandı. Geleneksel idari yapılar çökertilerek ‘’kolonial sistem’’ denilen yeni bir düzen oluşturuldu. Sömürgelerdeki toprak sistemi de yeniden şekillendiriliyor, buna karşılık yerli sanayinin gelişmesi önlenerek batılı mamullerin tüketilmesi teşvik ediliyordu.

19. yüzyıla gelindiğinde ise İspanya ve Portekiz de sömürgelerini kaybederek dağılma sürecine girdi. Güney Amerika’daki ülkeler böylece canlı bir pazar olarak İngiltere’ye açıldılar. Keza Afrika neredeyse toprakları da tamamen Avrupalıların denetimine girdi. Batılıların ağır vergi politikaları, yerli halkı küçümsemeleri, gittikçe kötüleşen ekonomik durum, eğitim sistemlerine yapılan müdahaleler, misyonerlerin tahkir edici faaliyetleri, hukukî mevzuatın karmaşık bir hal alması ve bürokrasideki ayrımcılıklar gibi gelişmeler geleneksel yapıları tamamen tahrip ediyordu.

19. yüzyılın yeni sömürgecilik anlayışı genel olarak sanayileşmiş ülkelerin, üzerinde hak iddia edilen toprakları ele geçirmeleri şeklinde uygulanırken, direnen Osmanlı Devleti ve Çin gibi ekonomik potansiyeli yüksek ülkelerin pazar sömürgesi olarak kontrol edilmesi söz konusuydu. Nitekim bu dönemde bu ülkelere baskı uygulanarak mesela 1838’de Osmanlılarla ticaret anlaşması, Afyon Savaşı sonrasında da Çin ile 1840-1842’de limanlarının dış ticarete açılma anlaşmaları gibi ayrı ayrı siyasî ve ekonomik dayatmalar yapıldı. İmtiyazlar anlaşmalarıyla da bu topraklarda ticaret tekeli tamamen Batılıların eline geçti.

19. yüzyılın ikinci yarısında dünya, modern emperyalizm denilen süreci yaşadı. Genel anlamda daha önce yoğunlukla şirketler marifetiyle yürütülen sömürgecilik faaliyetlerinin kızışan rekabet ve güvenlik telakkileriyle doğrudan devletler eliyle, yani sömürge topraklarına hâkim olup idarî sorumluluğunu da üstlenerek yürütülmesi şeklinde anlaşılabilecek olan bu süreç, dünya topraklarının neredeyse %80’inin birkaç Avrupa devleti arasında paylaşıldığı dönemdir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, eski ve yeni sömürgeci ülkelerin paylaşım yarışının hesaplaşmayla noktalandığı I. Dünya Savaşı yaşandı. Almanya ve İngiltere’nin başını çektiği iki kampın savaşından sonra Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edildiler, Toprakları da büyük oranda galipler arasında paylaşıldı.

I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik ve anti-emperyalist siyasal düşüncelerin gelişmesiyle sömürgelerden bağımsızlık talepleri ve direnişler başlamakta gecikmedi. Bu süreç II. Dünya Savaşı sonrasında da devam etti. Bu defa sömürgeci ülkeler yetiştirdikleri yeni bürokratik-aydın sınıflara devrettikleri siyasi erkler ile oluşturdukları yeni sömürü düzenleri vasıtasıyla çıkarlarını korumaya devam ettiler.

Batıların Sömürgecilik politikalarında genellikle şirketler, kulüpler ve misyoner örgütler ön plana çıkarılmıştır. Bu bakımdan misyonerlerin ve şarkiyatçıların özellikle 19. yüzyıldan itibaren büyük tesirleri olmuştur. Az gelişmiş topraklardaki insanları “karanlıktan kurtarmak” gibi bir görev ve “medeniyet götürmek” gibi bir sorumluluk iddiasıyla dünyaya yayılan misyonerler, sömürge yönetimleriyle daima işbirliği içinde ve aynı amaca hizmet etmişlerdir. Yerli halkın yeni inanç, yeni değerler ve yeni hayat tarzıyla beraber yeni tüketim alışkanlıkları edinmesi üzerine yoğunlaşan misyonerlik çalışmaları Batılı sanayi mamulleri için pazar oluşturma ve geliştirme fonksiyonu da ifa etmiştir. Nitekim 19. yüzyılda Avrupa’da icat edilen pek çok mekanik ev gereci, çeşitli makineler vb. aletler ilk defa misyonerler vasıtasıyla yerli halklara tanıtılmış, ardından bunların büyük miktarlara varan satış bağlantıları gerçekleşmiştir. Misyonerler, bu çerçevede halkın inançlarını ve hayat tarzlarını değiştirmeye matuf olarak toplumla temasın daha yoğun bulunduğu özellikle eğitim ve sağlık alanlarına yönelerek okullar ve hastaneler açmışlar ve buralarda “daha ideal, medenî ve yüksek olan Avrupa değerleri” aktarılmıştır.

Sömürge topraklarında ekonomik faaliyetlerin daha verimli işleyebilmesi için kurulan yol, demiryolu, gümrük, depolama vb. altyapı tesisleri sömürgeciler için hızlı ve güvenli sevkiyatı mümkün kılarken bu durum yerli halk için istihdam ve şehirleşmeyi teşvik etmiştir. Ancak buna bağlı olarak gelişen göç ve gettolaşma evlilik, aile hayatı ve sosyal ahlâk gibi geleneksel kurumları sarsmasının yanında geleneksel hayat tarzını da değiştirerek Avrupa mamullerine olan talebi arttırmıştır.

Son olarak nüfus ve genişlik olarak ana karadan daha büyük olan sömürge topraklarında kalıcı olabilmek ve mahallî bürokratik ihtiyacı karşılayabilmek için yerli ülkenin geleneksel eğitim ve kültür kurumlarının tahrip edilerek sınırlı sayıdaki insana verilen Avrupai eğitim öğretim imkânı sonucu ortaya çıkan asimile edilmiş aydın tipiyle, kurulan ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal alt yapının tamamen Batılı ülkelere bağlı olması, sömürge ülkeleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da Batı eksenli bir ekonomik ve siyasal hayata zorlamaya devam etmektedir. Yine sömürgeciler bağımsızlığını elde eden ülkelerden ayrılırken bıraktıkları siyasal ve ideolojik mirasla bu ülkelerin millî birlik oluşturma potansiyellerini büyük ölçüde devre dışı bırakmış ve meselâ Güney Asya ve Orta Doğu’da olduğu gibi uzun vadede çözülemeyecek pek çok siyasî, dinî, etnik problemi yerleştirerek nüfuzlarının devamını amaçlamışlardır.

Sömürgecilik ve İslâm Âlemi

Başta Hindistan olmak üzere hâkimiyetin Müslümanların elinden alındığı ülkelerde karşılaşılan direnişler ve buna bağlı olarak yerli halkı, kültürleri ve inançları tanıyarak politikalar geliştirme arzusuyla gelişen şarkiyatçılığın tespitleri, söz konusu direnişleri doğrudan İslam’a bağlayarak yeni bir İslâm imajı ortaya koymuştur. Buna göre İslâm: “inanç olarak ilkel, medenî hayata kapalı ve her çeşit değişime, ilerlemeye karşı direnç gösteren vahşi bir şiddet öğretisidir”. Dolayısıyla Avrupalılar, aynı zamanda bu inanca karşı mücadele sorumluluğu taşıdıkları şeklinde bir meşruiyet arayışında olmuşlardır. Esasen sömürgecileri ilgilendiren husus, inancın ilkel olup olmamasından ziyade, Müslümanların nihaî noktada Batı siyasetine ve ekonomisine entegre ederek pazar oluşturacak değişime gösterdikleri direniştir. Endonezya’da Hollandalılara karşı verilen mücadele, Hindistan’da Müslümanların 1857’de büyük bir ayaklanma ile sonuçlanan direnişleri, Cezayirde Abdulkadir, Mısır’daki Albay Urâbî ve Sudan’da Mehdî Muhammed hareketleri, nihayet Türkistan ve Kafkasya’daki direnişlerin yanı sıra Osmanlı hilâfeti merkezli oluşan İttihâd-ı İslâm hareketleri Sömürgecilerin İslâm ve Müslümanlara yönelik politikalarına mesnet teşkil etmiştir.

Avrupalılar hilâfet kurumunun Müslümanlar üzerinde var olduğu kabul edilen dinî-siyasî ağırlığının şartlar değiştiği zaman kendi aleyhlerine de kullanılabileceği endişesiyle, öncelikle ve özellikle kendi sömürgelerinde yaşayan Müslümanlar arasında Osmanlı hilâfetinin nüfuzunu kırmaya yönelik tedbirler düşünmeye başladılar. Bu arayışlar içerisinde de en dikkat çekeni hilâfetin Osmanlılardan “kurtarılıp” kendi nüfuzları altındaki bir Arap ileri gelenine intikal ettirilmesi projesidir.

Bu şartlar içerisinde özellikle gelişen ulaşım ve haberleşme vasıtalarının imkânlarıyla değişik coğrafyalardaki Müslümanların birbirleriyle irtibat kurarak içinde bulundukları siyasî, fikrî ve iktisadî az gelişmişlikten kurtulma çarelerini araştırmaları, sömürgeciliğe karşı oluşturulan dünya çapında bir teşkilâtlanmanın işaretleri olarak algılanıp dönemin siyasî literatüründe Avrupa kamuoyu için son derece menfi çağrışımlar uyandıran “panislâmizm” kavramıyla nitelendirilmiştir. Bu tür literatürde panislâmizm, Osmanlı hilâfeti etrafında örgütlenen ve hedefi yeryüzünden Hıristiyanlığı kaldırmak olan dünya çapında bir organizasyon olarak takdim edilmektedir. Bu takdimin arka planında sömürgeciliği güçlendirecek politikalara meşruiyet arayışının bulunduğu aşikârdır. Siyasî alanda durum böyle olmakla beraber sosyal ve ekonomik sonuçları itibariyle İslâm’ın değişime kapalı olduğu argümanı dönemin sıkça vurgulanan tezidir. Bu çerçevede 19. yüzyıl İslâm dünyasını saran, “İslâm ilerlemeye mâni midir, değil midir?” tartışmaları ve buna bağlı olarak İslâm düşüncesi ve felsefesini yeniden tesis etme arayışları, sömürgeciliğinin doğrudan veya dolaylı etkisinde kalmış gelişmelerdir. 20. yüzyılda artan milliyetçilik eğilimleri, hilâfetin ilgası gibi değişiklikler, söz konusu tehdidin evrensel mahiyetini gündemden kaldırmış, fakat sömürgelerdeki bağımsızlık taleplerinde görülen yoğunluk veya bağımsızlık sonrasında devam etmekte olan nüfuzlara karşı duyulan tepki, bu defa yeni bir siyasî terminolojiyi, “fundamental Müslümanlık” “köktendincilik” ve hatta günümüzdeki İslami terör gibi dini ve geleneksel temeli olmayan yeni nitelemelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Keza Sömürge dönemlerinde bir kısım Müslüman ülkelerde ortaya çıkan ve “nev zuhur” dini-siyasi hareketleri de bu tecrübe ile ilişkilendirmek mümkündür.

https://www.vuslatdergisi.com/yazi_detay.php?id=4715&sID=188&year=2017&month=2 sayfasından, Vuslat Dergisi’nden alınmıştır. 

Yazar
Azmi ÖZCAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen