Tarihsel sürece bakıldığında, sömürüye dayalı düzenlerin ortadan kalkmasında, üretim kaynaklarını doğrudan işleyen insanların bilgi ve becerileri önemli bir rol oynamıştır. Sömürücü sınıflar ve toplumlar, zamanla üretim süreçlerinden uzaklaşmaktadır. Girişimcilik ve iş yapma becerilerini kaybetmektedirler. Buna karşılık, doğrudan üretim sürecinin içinde olan iş görenler, yaptıkları işlerde uzmanlık ve becerilerini artırmaktadır. İşlerinde uzmanlaştıkları için üretim süreçlerine ve araçlarına ilişkin bilgi ve deneyimlerini geliştirirler. Üretkenliğin ve yaratıcılığın verdiği özgüvenle direnme cesaretini gösterirler. Herkes işini iyi bilir, iyi yapar, kendini geliştirir. Bu arada, ‘işleyen demir ışıldar’ mantığı çerçevesinde işlerini daha etkili ve verimli yapmak suretiyle üretici güçlerin yaratıcılıkları ortaya çıkar.
*****
Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU
Toplumlar arası ilişkilerdeki eşitsizliklerin temel nedeni, güç kaynakları alanındaki aşırı eşitsizliktir. Başarılı yönetimler, ileri teknolojik kapasite, yüksek milli gelir, etkili diplomatik ve askeri güç, yüksek kültür vb. gibi imkânlar sayesinde önemli stratejik güç kaynaklarına sahiptir. Üstün stratejik güç kaynakları sahibi olan toplumlar, bu imkânlardan yoksun olanlar üzerinde etkili olma potansiyeline sahiptirler.
Güçlü toplumların, stratejik güçlerini kullanarak zayıf toplumlar üzerinde haksız ve yersiz çıkar sağlama olgusuna sömürgecilik denilmektedir.
Sömürgecilik Olgusu
Stratejik güç kaynaklarına sahip olanların, başkalarını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmesi, yönetim kararlarını etkileme ve kaynaklarından yararlanma eylemleri birer sömürgecilik boyutudur. Batılı toplumların zenginlik ve rahatlık içinde yaşamalarında, sermaye birikimi ile bilim ve teknolojiye dayalı sanayileşme sürecinin çok büyük bir katkısı vardır. Batılı ekonomilerin ilk sermaye birikimlerinin başlangıcı ise büyük coğrafi keşiflerdir. Denizcilik kültürüne bağlı olarak, önceleri İngilizler, İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar, Hollandalılar sömürgeciliğin öncüleri olmuşlardır. Çarlık Rusya’sı, deniz aşırı olmasa da özellikle Türk coğrafyasında sömürgeci güçlerinden birisi olmuştur, Sonradan, Almanya ve ABD gibi birçok Batılı ülke sömürgecilik yoluyla zengin olmuşlardır. Sömürgeci güçler, özellikle kendi doğal kaynaklarını kullanamayan Asya ve Afrika kıtalarını yarı sömürge haline getirmişlerdir.
Dünya savaşından sonraki dönemde, iki kutuplu dünya görünümü altında, hem Sovyetlerin hem de Batı ittifakının güdümünde olan çok sayıda ülke, adı konulmamış sömürge hayatı yaşadılar. 1990’lı yıllardan sonra, ‘küreselleşme’ adını alan neo-sömürgecilik denilen dönemde ise zayıf toplumlar, çoğunlukla neo-sömürgeci güçlerin gölgesi altında yaşıyorlar. Günümüzde, birçok yoksul ve geri kalmış ülke, görünüşte bağımsız görünüyor olsa da, gerçekte kendi yönetici ve egemen sınıflarının işbirlikçiliği ile bu küresel sömürü düzeninin birer parçası durumunda görünüyor.
Neo-Sömürgecilik Dönemi
Günümüzde sömürgecilik, ‘sömürge değilmiş görüntüsü altında’ bir postmodern sömürgeleşmedir. Bu bağlamda, ülke ekonomisi çok büyük iç ve dış borç yükü altındaysa, ithalatın aşırı yükselmesine karşılık ihracat artmıyorsa, gelir dağılımı adaletsiz ve derin yoksulluk oluşuyorsa, toplumsal dokuda ciddi sosyal çözülmeler oluyorsa, kişi başına düşen milli gelir artmak bir yana azalıyorsa, sömürgeleşme eğilimi giderek yükseliyor demektir. Aslına bakılırsa, halkın çoğunun yoksul olduğu, ama yönetici sınıfın lüks ve gösterişli ‘rezidanslarda’ yaşıyor olması, hem iç hem de dış sömürünün birlikte gerçekleştiği gerçeğinin tam bir ‘alameti farikası’ sayılır. Çünkü, derebeylikte ‘şato’; monarşik yönetimde ‘saray’; sadece zengin ve yönetici sınıfın yaşam alanı olmayıp aynı zamanda yoksul halktan kopukluğun nesnel göstergesi de sayılırdı.
Çok Katmanlı Sömürü Ağı
İç sömürünün olduğu toplumlarda, yabancı toplumların dış sömürüsüne uygun bir ortam doğmuş oluyor. Çünkü, sömürgeci toplumlar, sömürgeleşmiş toplumların yönetici ve egemen sınıfın işbirlikçiliği olmadan asla dış sömürülerini sürdüremiyorlar. Yarı sömürge toplumların neredeyse tamamı, kendi yönetici ve iş çevreleri tarafından zaten oldukça ağır bir iç sömürüye maruz kalmışlardır. İster tepeden inme ister seçimle gelsin, hiçbir yönetici sınıf, açık ya da örtülü dış destek olmadan halkları üzerindeki sömürüyü ve otoriterliği sürdüremez.
Her otoriter yönetim sistemi, kendi iktidar güvenliğini garantilemek amacıyla çoğunlukla güçlü dış desteklere ihtiyaç duyar. Böylece, topluma açıklanan bağımsız ve özgür ülke olunduğu yönündeki propagandalar boşlukta kalır. Yaygın ve yoğun bir algılama yönetimi yoluyla adı konulmamış ve örtülü ‘yarı sömürgecilik’ durumu orta çıkar. Sömürge zihniyetli aydınlar, iş çevreleri, kitle iletişim araçları patronları, egemen oldukları popüler kültür üzerinden, bilimsel düşünce temelli milliyetçiliği psikolojik baskı altına alırlar. Sömürge zihniyetli siyasetçiler, kendilerini gizlemek ve milliyetçi kamuoyunu manipüle etmek için yapay ve popüler bir ‘yerlilik ve millilik’ iddiası ortaya atarlar. İşbirlikçi tutumun, ‘amaçlara ulaşmak için her yol mübahtır’ anlayışı kapsamında gerekirse ‘milliyetçi imiş’ gibi görüntü vermesi pek boşuna değildir.
Türk Dünyasının Sömürgecilikle Sınavı
Türk Soylu Topluluklar, uzun bir süredir içinde yer aldıkları rejimlerin -adları ne olursa olsun- ağır bir sömürüsü altında kalmışlardır. Söz gelimi, Çarlık Rusya’sının Türk toplulukları üzerindeki sömürüsü ve baskısı, Sovyetlerin Rus şovenizmi altında devam etmiştir. Sovyetlerin dağılmasından sonraki dönemde, Türk yurtlarındaki yönetici sınıfların ve onlara yakın duran halkın bir kısmında Rus etkisi yer yer devam ediyor. Rus kökenli iş çevrelerinin sömürüleri, kendilerine destek olan bürokrat ve bir kısım iş çevrelerinin desteği ile halk üzerinde bir şekilde etkili oluyor. Geniş bir coğrafyada, Türk Soylu topluluklar kendi ana vatanlarında çoğunlukla yarı sömürge durumunda yaşıyor. Bunlar arasında, en derin sömürü ve zulüm ise Uygur Türkleri üzerinde yürütülüyor.
Türk toplumları, ülkelerinin sahip olduğu ekonomik ve doğal kaynakların, kendilerine sağlayacak refah potansiyelinin çok gerisinde bir yaşam sürüyorlar. Dünya toplumları arasında Türkler, zengin kaynakların ve imkânların üzerinde oturmalarına rağmen, vatanlarının nimetlerinden en az yararlanan halk olarak dikkat çekmektedir.
Sömürgeleşmeye Direnme Modeli Olarak Türk Devrimleri
Atatürk’ün Türk Devrimleri, siyaset, toplumsal yapı, ekonomi, eğitim ve kültür ile hukuk alanlarında yapılarak, kapsamlı bir zihniyet ve kültür değişmeleri öngörmüştü. Bu devrimler yoluyla Türk insanına, ‘birey’, ‘vatandaş’ ve ‘millet’ olma bilinci kazandırılmak istenmişti. ‘Birey’, ‘vatandaş’ ve ‘millet’ olma bilinci olmayan, ‘kul’, ‘tebaa’ ve ‘sürü’ demekti. ‘Kul’, ‘tebaa’ ve ‘sürü’ olanlar ise her türlü iç ve dış sömürüye açıktır. Türk Devrimlerinin aydınlığında, yüksek kültürlü, çalışkan ve üretken bireyler ve millet, kendi yönetici sınıfının ve başka toplumların sömürülerine asla fırsat vermez.
Üretken ve Çalışkan Olanlar Direnirler!
Tarihsel sürece bakıldığında, sömürüye dayalı düzenlerin ortadan kalkmasında, üretim kaynaklarını doğrudan işleyen insanların bilgi ve becerileri önemli bir rol oynamıştır. Sömürücü sınıflar ve toplumlar, zamanla üretim süreçlerinden uzaklaşmaktadır. Girişimcilik ve iş yapma becerilerini kaybetmektedirler. Buna karşılık, doğrudan üretim sürecinin içinde olan iş görenler, yaptıkları işlerde uzmanlık ve becerilerini artırmaktadır. İşlerinde uzmanlaştıkları için üretim süreçlerine ve araçlarına ilişkin bilgi ve deneyimlerini geliştirirler. Üretkenliğin ve yaratıcılığın verdiği özgüvenle direnme cesaretini gösterirler. Herkes işini iyi bilir, iyi yapar, kendini geliştirir. Bu arada, ‘işleyen demir ışıldar’ mantığı çerçevesinde işlerini daha etkili ve verimli yapmak suretiyle üretici güçlerin yaratıcılıkları ortaya çıkar.
Hiçbir sömürülen kesim, başkalarının desteği ve yardımı ile kölelikten kurtulamaz. Sömürünün farkında olan insanlar, kendi içlerinde güçlü bir dayanışma ve ortak sinerji yaratırlar. Çalışkan, üretken ve örgütlü bir güç olarak her türlü sömürüye ve baskıya karşı direnme yollarını bulabilirler.
‘Türk, Öğün, Çalış ve Güven’
Atatürk’ün, bu sözü, sadece bir güzelleme değil, asırlarca yönetici sınıflar tarafından ezilmiş ve öğrenilmiş acizlik duygusuyla hareketsiz kalmış bir topluma yönelik görkemli bir sosyal motivasyondur. İşte, Türk Devrimlerinin amacı, psikolojik bir özgüvenle üretken olmanın, çalışmanın; sömürünün nesnesi olmadan özgür olmanın hukuki ve sosyo-ekonomik alt yapısını kurmaktı.
Türkiye Türkleri ve Türk Dünyası, ekonomide kendi kök paradigmalarına dönmelidir!
———————————————
Kaynak:
https://millidusunce.com/misak/somurgelesme-ve-direnme-tavri/