Türk Devrimleri, her şeyden önce her türlü sömürüyü önlemeyi amaçlar. Atatürk’ün, sömürgecilik tarihini ve sömürgeleşen toplumların zayıf noktalarını çok iyi bildiği anlaşılıyor. Atatürk, Türklerin başındaki yöneticilere ‘kulluk’ yapmalarına yol açan eski yönetim zihniyetinden kurtulmaları için birtakım devrimler yapmıştır. Siyaset, toplumsal yapı, ekonomi, eğitim ve kültür ile hukuk alanlarında yapılan Türk Devrimleri, aslî kök paradigmalarına yeniden dönüş girişimidir. Türk Milleti’ne, yöneticiler karşısında eziklik duymadan yaşayacağı birer ’vatandaş’ olma bilinci kazandırmayı amaçlamıştır.
*****
Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU
Ekonomik ve toplumsal kaynakların paylaşımı, çoğu toplumda ciddi bir eşitsizlik konusudur. Ekonomik imkânlar ve toplumsal statü araçları, topluma yapılan katma değerler ölçüsünde bölüşüldüğü zaman, nispeten eşitlikçi bir durum ortaya çıkar. Ekonomik ve toplumsal kaynaklar, belirli bir sınıf ve zümrenin kontrolünde olduğu zaman, eşitsizliklerin boyutları da artar.
Türk mülkiyet sistemi özünde toplumcudur
Türk toplumsal yapısının, mülkiyet sistemiyle ilgili kök paradigması, ‘birey-toplum’ dengesine dayalı ‘özel-kamu mülkiyet’ birlikteliğidir. Göktürklerde, kimin kontrolünde olsa onları toplumun diğer kesimine göre aşırı zengin yapacak servet kaynakları kamu mülkiyetine bırakılmıştır. Söz gelimi, dönemin ekonomik kaynakları olarak büyük hayvan sürüleri ile geniş otlaklar kamu mülkiyetindedir. Kamu mülkiyeti, hakan tarafından üretken ailelere, toplumsal yararlılık göz önüne alınarak geçici ve dönüşümlü kullandırılır. Buna karşılık, her kişi veya ailenin sahip olabileceği kışlak, yurt, küçük sürü ve mülkler ise özel mülkiyet konusudur. Böylece, aşırı zenginliğin ve yoksulluğun törpülendiği, o çağa göre orta sınıfa dayalı bir toplum modeli kurulmuştur. Kamu ve özel mülkiyet dengesini esas alan bu toplum modeli, daha sonraki dönemlerde -zaman zaman birtakım sapmalar olsa bile- diğer büyük Türk devletlerinde de sürmüştür. Kaldı ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti için öngördüğü karma ekonomi modeli de özel-kamu mülkiyeti birlikteliğine dayanır.
Sömürü olgusu
Ekonomik ve toplumsal kaynakların sahiplik durumu, kişilerin ve grupların toplumsal düzen içindeki gücünü belirler. Toplumsal eşitsizliklerin temel nedeni, içinde yaşanılan dönemin başat güç kaynaklarının belirli sınıf ve zümrenin kontrolünde olmasıdır. Günümüzün başlıca güç kaynakları; sermaye, teknoloji, taşınır ve taşınmaz mallar, kitle iletişim araçları gibi imkanlar büyük ölçüde yönetici ve yandaş bir zümrenin denetiminde bulunmaktadır. Bir şekilde güç kaynaklarını ele geçirenler, ülkedeki millî gelirin ve toplumsal rantın önemli bir kısmını kendi yandaşlarına akıtırlar.
Toplumdaki millî gelir, üretim sürecine katılan bütün üreten ve çalışan insanlar tarafından yaratılmasına rağmen, bunun bölüşümü sırasında küçük bir kesim çoğunu alır. Geniş bir kesim de nispeten küçük bir pay almaktadır. Bu dengesiz ve adaletsiz durumun sürdürülmesi, ancak güçlü tarafın zayıf taraflar üzerinde, inanç ve ideolojilerin yönlendirici ikna gücü veya devlet baskısı aracılığıyla mümkün olmaktadır.
Tarih süreci boyunca, dönemlerinin üretim ve gelir yaratıcı araçlarına sahip olanlar, emeği ve çalışma gücünden başka kaynakları olmayanlar üzerinde egemenlik kurmuşlardır. Bu kapsamda, toplumu meydana getiren insanların kişilikleri, sürekli aşağılanmış ve örselenmiştir. Bu suretle ‘özgür düşünme’ ve ‘direnme’ imkânları da önlenmiştir. Bu insanlar, yönetici sınıf ve zümreye göre formatlanan inanç ya da hükümet düzenlemeleriyle ‘verilen ile yetinen’ ve ‘denileni yapan’ sıradan kişiler hâline getirilmiştir.
Sömürünün artışı ve otoriterlik ilişkisi
Güçlüler ile zayıflar arasındaki güç farkı arttıkça, bölüşüm tek taraflı bir dayatmaya dönüşmektedir. Belirli bir toplum içinde, karşılıklı rızaya dayanmadan ve güçlülerin dayatmasıyla zayıf taraf üzerinde haksız ve sürekli çıkar sağlama eylemi sömürü olgusunu ortaya çıkarır.
Sömürü olgusu, neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Emekçiler, gerçekte yarattıkları katma değerden bir kısmını alırken, hak ettiklerinin öteki kısmı işverenin veya yöneticilerin payına katılır. Böylece, gelir bölüşümünü yöneten işverenler veya devlet, gerçekte kendi hak ettiklerinden daha fazlasını -Marks’ın deyimiyle ‘artı değeri’- alırlar. Emekçilere, kendilerinin yarattıkları katma değerden sadece yaşamlarını sürdürecek kadar bir pay verilir.
Toplam millî gelirin dağıtımında, hak etmedikleri hâlde gelirin çoğunu alanların, hak ettikleri hâlde tam haklarını alamayan kesimler üzerinden aldıkları fazla pay bir sömürü olgusudur. Sömürü, sadece özel mülkiyete dayalı ‘işçi-işveren ilişkileri’ bağlamına indirgenemez. Aynı şekilde, devletin geniş bir kitleden topladığı vergileri, toplumsal eşitliği sağlayacak tarzda harcamak yerine, bir yandaş grubunu zenginleştirmesi de bir sömürüdür. Yolsuzluk ekonomisi kapsamında, yönetici sınıfın kendine yakın duran gruplara çeşitli ihaleler vasıtasıyla haksız biçimde kamu kaynaklarını aktarması, hükûmet eliyle sömürünün başka bir boyutunu oluşturur. Toplumun yarattığı ortak gelirin, doğrudan katma değer yaratandan çok, yönetim gücünü elinde tutan kesimin kontrolünde olması bir yönetici sömürüsüdür.
Halkın, demokratik seçmen bilincine sahip olduğu ve yöneticilerinden ‘hesap sorma’ tavrını gösterebildiği uygar toplumlarda, sömürüye fazla bir fırsat verilmez. Buna karşılık, verdikleri vergilerin, nasıl kullanıldığına ilişkin bir bilinç geliştirmemiş toplumlarda otoriter rejimler oluşur. Bu toplumlar, çoğunlukla kendi yönetici sınıfı tarafından sömürüye maruz kalırlar.
Türk devrimleri ve toplumsal dayanıklılık
Türk Devrimleri, her şeyden önce her türlü sömürüyü önlemeyi amaçlar. Atatürk’ün, sömürgecilik tarihini ve sömürgeleşen toplumların zayıf noktalarını çok iyi bildiği anlaşılıyor. Atatürk, Türklerin başındaki yöneticilere ‘kulluk’ yapmalarına yol açan eski yönetim zihniyetinden kurtulmaları için birtakım devrimler yapmıştır. Siyaset, toplumsal yapı, ekonomi, eğitim ve kültür ile hukuk alanlarında yapılan Türk Devrimleri, aslî kök paradigmalarına yeniden dönüş girişimidir. Türk Milleti’ne, yöneticiler karşısında eziklik duymadan yaşayacağı birer ’vatandaş’ olma bilinci kazandırmayı amaçlamıştır. Çünkü, 16. Yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin yönetim ilişkilerindeki ‘kulluk’ rejimi, devşirme ve dönmelerden meydana gelen ‘kapıkulları’ dışındaki Türkler için tam bir sömürü düzenine dönüşmüştü. Türkler, üretirler, vergi verirler, savaşlarda asker olurlar ya da alt kademelerde hizmet görürler. Türk Devrimleri, Türk insanına ‘birey’, ‘vatandaş’ ve ‘millet’ olma bilinci kazandırmak suretiyle her türlü sömürüye karşı çok ciddi bir toplumsal dayanıklılık yaratma projesi olarak düşünülmüştür.
Türk Devrimleri, iç ve dış sömürülere karşı, ezilmiş ve yoksul bir halktan yeni bir Türk milleti, çürümüş bir yönetimden genç bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmıştır. Eğitim ve sağlık gibi üst yapı kurumları sayesinde dönemin insan kaynağı niteliği yükseltilmeye çalışılmıştır. Tarım, sanayi ve hizmetler sektöründe çok ciddi kurumlar oluşturulmuş, karma ekonomik sistem kapsamında hızlı bir toplumsal kalkınma girişimi olmuştur. Aslında, Atatürk, Göktürk ekonomi sisteminin ‘özel’ ve ‘kamu’ mülkiyeti birlikteliği modelini, dönemin şartları çerçevesinde güncelleyerek karma ekonomik sistem oluşturmuştur. Atatürk, sermayeyi ve mülkiyeti topluma yaymaya çalışarak, sömürüsüz, sınıfsız ve imtiyazsız bir sosyo-ekonomik düzen hedeflemiştir. Böylece, dengeli ve toplumsal tabana yayılan bir ekonomik düzen ile sömürünün önü kesilmek istenmiştir.
Atatürk sonrası eksen kayması
Atatürk sonrası, Türkiye’de, özellikle 20.yüzyılın ortasından itibaren yönetici sınıfın aymazlığı ve toplumsal duyarlılıkların giderek azalmasıyla sömürüde bir artış eğilimi başlamıştır. 1940’lı yıllardan sonraki ekonomi; politik ve toplumsal kalkınma yerine hükümet eliyle belirli kapitalist aileler yetiştirmeye yönelmiştir. 1950 sonrasında popülist sağ parti iktidarları ile askerî ara rejimler, küresel kapitalist sistemin yerleşmesinde etkili olmuşlardır. Millî gelirin bölüşümünde, siyasetçi- bürokrat ikilisinin yanına işverenlerin de dâhil olmasıyla yönetici sınıfın halk üzerindeki sömürüsü artmıştır. Gerçekte, sömürünün artış oranı ile toplum üzerinde artan şiddet arasında doğrusal bir ilişki vardır. Toplumdaki sömürü oranı arttıkça, yönetimin bilinçli halk kesimi üzerindeki baskısı da aynı ölçüde artar. Bu anlamda, ‘sömürü’ ile ‘otoriterlik’, birbirlerini tamamlayan olgulardır.
Çağdaş toplumların bağımsız ve özgür birer ‘millet’ olarak varlıklarını sürdürmeleri, büyük ölçüde ‘girişimci’ ve ‘örgütlenme’ güçlerinin yüksek olmasına bağlıdır.
————————————–
Kaynak:
https://millidusunce.com/misak/somuruye-karsi-toplumsal-dayaniklilik/