Dr. Fahri ATASOY[i]
GİRİŞ
Milliyetçilik Fransız İhtilalinden beri dünyadaki siyasi ve sosyal olayların en belirleyici etkenlerinden birisi olmuştur. Düşünürler milliyetçiliğin etkisini bir dönemin ismi olarak bile kullanmışlardır. Hobsbawm‟a göre “19. yüzyıl milletler ve milliyetçilikler çağıdır”. Milliyetçilik Avrupa‟da bir taraftan dağınık toplulukları millet bilinciyle bütünleştirirken bir taraftan da farklı milletleri bir arada tutan imparatorlukları darmadağın etmiştir. Bundan en büyük olumsuz payı hiç şüphesiz Osmanlı Türk İmparatorluğu almıştır. Osmanlının egemen olduğu farklı etnisitelere mensup topluluklar milletleşme bilinciyle ve emperyalist güçlerin teşvikiyle isyanlar başlatmış ve bağımsızlıklarını kazanarak İmparatorluğun parçalanmasına yol açmışlardır. Bu anlamda milliyetçilik Gökalp‟ın ifadesiyle bir mikrop gibidir ve bu mikroptan biz Türkler de faydalanmanın yolunu bulmak zorundayız (Kösoğlu, 2009). Türk milliyetçiliği bu anlamda İmparatorluğun parçalanma tehdidi karşısında Türk varlığını devam ettirme bilinci şeklinde ortaya çıkmıştır.
Türk milliyetçiliğinin fikir önderi olarak kabul edilen Gökalp‟ın milliyetçilik analizleri çok önemlidir. Bu analizler büyük oranda kendi döneminin buhranlarının ve bakış açılarının damgasını taşır. Gökalp hem gelen büyük tehlikeyi görmüş hem de mecburi çıkış yolu olarak fark ettiği millî devletin kuruluşuna şahitlik etmiştir.
Bu anlamda milliyetçilik tarihî süreç içinde anlam kazanmaktadır. İmparatorluğun yükselme döneminde Anadolu‟da bir Türk millî devleti kurmak ne kadar anlamsızsa Osmanlının yıkılış safhasında ve millî mücadele sonrasında Türk milliyetçiliğinin ön plana çıkması o kadar anlamlıdır. Bu anlamı Gökalp‟tan sonra milliyetçilik
analizleri yapan genç Türk aydınları farklı bakış açılarından ortaya koymaya çalışmışlardır (Arsal, 1975; İzzet, 1981; Ülken, 1979). Erol Güngör bunlar arasında istisnai bir özelliğe sahiptir. Bu çalışmamızda bu istisna düşünürümüzün milliyetçilik konusundaki görüşlerini görmeye çalışacağız.
Erol Güngör’ün Sosyal Olaylara Bakışı
Erol Güngör‟ün milliyetçilik konusundaki görüşlerini anlamanın ilk yolu onun mesleki birikimi ve olaylara bakış açısını yakalamaktan geçer. Bu yüzden milliyetçiliğin kültür değişmesi ve tarih bağlamındaki durumunu görmemiz gerekir. Erol Güngör, milliyetçiliği kurgusal bir düşünceden çok tarihî süreç içindeki bir sosyal gerçeklik olarak düşünür. Bunun için sosyal gerçekliğin doğru bilgisine ulaşabilmeyi önemli bulur. Bugünkü sosyal olayların anlamını tarihî bütünlüğü içinde kavramak gerektiğine işaret eder.
Erol Güngör, geleneksel bir kültür ortamında yetişmiş ve aldığı eğitimle modern bilimin araçlarıyla donanmıştır. Edinmiş olduğu bilim yöntemini toplumun problemlerini aydınlatmakta kullanmak istemiştir. İçinden çıktığı Türk toplumunun en önemli problemi hiç kuşkusuz uzun süredir şiddetle yaşadığı “kültür değişmesi” problemidir. Kültür değişmesi aynı zamanda sosyal değişme ve tarihi süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu süreç analizlerini yapan teorisyenlerin tartışmaları bu çerçevede son derece önemlidir. Dünya evrensel tarih yasalarıyla tek biçimli ve ilerlemeci bir şekilde mi değişiyor, yoksa dünyadaki farklı kültür ve medeniyet olguları kendilerine mahsus bir değişim süreci mi yaşıyor? Sosyolojinin en temel sorunlarından birisi bu konunun anahtarıdır.
Her bilim adamı yakın çevresinde yaşadığı ve gözlemlediği problemlerden yola çıkarak çalışmalarını yoğunlaştırır. Sosyal bilimlerde bu daha belirgindir. Batı dünyasında son asırlarda gelişen sosyal bilimleri ve teorileri de bu minval üzere değerlendirmek gerekir. Batı modernleşme ve sanayi devrimi ile kendisini birlikte
dünyanın merkezi ve insanlığın temsilcisi gibi görmeye başlamıştır. Bu düşünce yanılsaması bilimsel çalışmalarına da yansımıştır. Ürettiği çoğu bilimsel teoride bunun izlerini görmek mümkündür. Fakat sosyal dünyadaki hakikat böyle değildir ve böyle olmadığını meydana gelen büyük olaylarla ortaya koymaktadır. Dünya bütünleşmiş bir insanlık âlemi oluşturmaktan öte, farklı kültürel özelliklere sahip toplumsal gerçekliklerden meydana gelmiştir. İşte bu gerçekliğin çözümlenmesinde Erol Güngör bizim için önemli bir temsilcidir.
Bir sosyal bilimci olarak Erol Güngör, eğitimini aldığı evrensel bilim yöntemlerini mensup olduğu milletin problemlerini aydınlatmakta ve çözmekte kullanmıştır. Kültür, milliyetçilik, İslam, tasavvuf, tarih, aydınlar, v.b. konularda çağına iz bırakacak fikirler ortaya koymuştur. Konuları bilimsel verilere dayalı ve bütünlük içinde incelerken sadece tahlillerde kalmamış, aynı zamanda çözüm önerilerini de dile getirmeye özen göstermiştir. Güngör üzerinde inceleme yaptığı kültür ve milliyetçilik gibi konuları sosyal ilimlere ait teorik ve empirik bilgilere dayandırmaya çalışır (Güngör, 1980, s. 11). Kendi toplumunun meselelerine öncelik vermesi ve duyarlılık göstermesi onun bireysel olarak ahlaki sorumluluğudur. Bu yüzden bilim adamı olarak objektifliğini korumaya özen gösterir. Kendi ifadesiyle “Meseleleri şahsi sempatilerden ve ideolojik tavırlardan mümkün olduğu kadar ayrı tuttuğumuz takdirde Türkiye‟deki değişme hadisesi hakkında daha isabetli görüşler kazanabiliriz.” (Güngör, 1982, s. 10).
Erol Güngör’e Göre Kültür ve Milliyetçilik
Kültür ve milliyetçilik Erol Güngör‟ün aydınlatmaya çalıştığı temel problemlerdendir. Güngör her bilim adamı gibi önceliği kendi toplumuna vermiştir. Evrensel insanlık âleminin içinde kendine mahsus özellikleriyle Türk milletinin kültürü ve yaşadığı değişme onun temel problemidir. Ona göre Türklerin uzun süredir yaşamakta oldukları sosyal değişme süreci, geleneksel kültürel yapıda kırılmalara yol açmış ve yeni problemlerle karşı karşıya kalmamıza sebep olmuştur. İslam dinine mensup olan Türk milleti bu süreçte yeni bir medeniyetin eşiğinde kimlik buhranıyla karşı karşıya gelmiştir. Türkiye‟deki milliyetçilikle İslamcılık, Batıcılık karşısında aynı hassasiyetlere sahip olarak gelişmişlerdir. Bir toplumun kültürel benliğini muhafaza etmenin en önemli yolu milliyetçilikten geçer. Milliyetçilik bir toplumdaki yaşanan sosyopsikolojik bir gerçekliktir. Sosyal kimliğini kaybetmekte olan toplumların kültürel benliklerini muhafaza etmeleri milliyetçilik duygularına bağlıdır. Çünkü milliyetçilik, yeni devletlerde millî birlik ve tecanüsün kazanılması yanı sıra, Batı kapitalizmine bir reaksiyon hareketi olarak da görülmektedir (Güngör, 1981, s. 126). Bu durum yerli kültürün yabancı kültüre karşı çıkması olarak da ifade edilebilir. Genel bir çerçeveden milliyetçilik hareketlerine bakacak olursak önce bir millî kültür
oluşturma ve güçlendirme kaygısı görülür. Sonra ise buna dayalı olarak siyasi birlik ve kültür birliği yoluyla modern bir cemiyet hâline gelme çabası vardır. “Hakikatte milliyetçilik bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayalı bir siyasi hareket olarak da otoriter idare sistemlerini reddeder.” (Güngör, 1980, s. 23-110).
Güngör‟e göre milliyetçilik bir sosyolojik veya felsefi doktrinin kalıpları içinde izah edilemeyecek kadar karmaşık bir kavramdır. Her memlekette milliyetçilik o memleketin kendine mahsus şartları içinde gelişmiş ve bir memlekette aldığı şekil çok defa bir başka yerdekiyle ihtilaf veya tezat hâlinde görünmüştür (Güngör, 1980, s. 9). Bu anlamda tek bir milliyetçilik tarifi yapmak ve olayları bu tarife dayalı olarak açıklamak yanlış olacaktır. Sosyal olaylar zannedildiği gibi basit değil, çok yönlü ve girifttir. Bir sosyal psikolog olarak Erol Güngör, bu kendine özgü sosyal gerçekliğe ve bu gerçekliğin toplumdan topluma farklılık gösterdiğine işaret eder.
Bütün milliyetçilik hareketlerinin dayandığı temel noktalar vardır. Bunlara bakarak hepsi için ortak bir hüküm verilemez. Yani milliyetçilik şudur veya değildir denilemez. Her memlekette milliyetçilik, o memleketin kendine mahsus şartları içinde gelişmiş ve çoğu zaman birbiriyle çatışma noktasına varmıştır. Nihayetinde milliyetçilik bir memleketteki millî kültüre dayanır (Güngör, 1980, s. 10). Avrupa‟daki milliyet anlayışlarına baktığımızda Fransızların „kültür‟ esasına, Almanların „ırk‟ esasına dayanmaları bile kendi kültür zaviyelerinden kaynaklanmaktadır (Ayni, 1943, s. 57-58). Bunun gibi İslam medeniyeti içinde yer alan Türk ve İran gibi unsurların milliyetçilik anlayışı önemli noktalarda birbirinden ayrılır. Bunda yaşadıkları tarihî olayların, bulundukları coğrafi konumun ve içinde bulundukları kültürel ortamın etkisi büyüktür. Mesela Erol Güngör‟ün tespitiyle; Türklerin hepsi Müslüman oldukları için Türk milliyetçiliği aynı zamanda İslami bir hareket hâlinde gelişmiştir. Arap milliyetçiliği ise müşterek Arap dili etrafında doğan kültürü esas aldığı için İslamcılık ile bütünlük sağlayamamıştır. Hatta aralarında yer yer çatışmalar görülür (Güngör, 1981, s. 177).
Türk kültürü ve sosyal yapısı, Türk milliyetçiliğinin temel dayanaklarından biridir. Milliyetçiliğin bizde başlaması, İmparatorluğu yıkmaya yönelik bir ayrılık hareketi olarak değil, yıkılıştan korunmanın yolu halka dönüş hareketi olarak görüldü. İkinci Meşrutiyet Döneminin Türkçü yazarları, Türkçecilik hareketi ile millî kültüre önemli katkılarda bulundular. Batıcı inkılâpçıların karşısında millî hüviyetin kaybedilmemesine çalıştılar (Güngör, 1980, s. 46). Milliyetçilik bu anlamda kendi millî kültür kaynaklarına ve halka yönelmeyi getirmektedir. Bu yönelme milletten uzaklaşan Batıcı aydınların karşısında millî varlığın ve kimliğin muhafaza edilmesinde güçlü bir hareket ortaya çıkarmıştır. Osmanlının çöküş sürecinde ortaya çıkan millî devletin temel dinamiği buradadır.
Milli mücadelenin verilmesinde ve Cumhuriyet‟in ilan edilmesinde milliyetçiliğin gücü ve etkisi büyüktür. Cumhuriyet ilan edildikten sonra takip edilen kalkınma ve modernleşme politikalarında farklılaşma görülmüştür. Milliyetimizin kültür temellerini geliştirme konusunda ortaya çıkan iki akım, milliyetçiliğin gelişme seyrinde de iki zıt çizgi oluşturmuştur. Bunlardan biri 19. yüzyılın hâkim anlayışı pozitivizm (materyalizm) etkisindeki Batıcılık, diğeri ise kendi kültür kaynaklarına dayanan milliyetçiliktir (Güngör, 1982, s. 103-169). Birinci anlayış inkılâplara damgasını vuran ve sonradan sosyalist çizgiye ulaşan bir hareket hâline geldi. Diğeri ise en çetin imtihanlarla asli mecrasına oturdu. Ne Türk tarihinden ne de Türk kültüründen onu koparmak mümkün olmadı. Türk milliyetçiliği hareket noktası olarak millî kültür kaynaklarına dayanarak Türk millî varlığını ve kimliğini yükseltmeyi millî ülkü hâline getirdi.
Türkiye bakımından millet ve milliyetçiliği doğru anlamak için karşımızdaki gerçeklikten hareket etmemiz gerekir. Bu gerçeklik ise yaşayan toplumun kendisi, yani halktır. Milliyetçilik bu anlamda her şeyden önce bir halkçılık meselesidir. Halk, siyasi iktidarın millî hâkimiyete dayalı olması tezinin taşıyıcı unsurudur. Millet adına millî iradeyi ve millî kültürü temsil eder. Milliyetçilik millî egemenliği gerekli görür ve onun muhatabı halktır. Yine milliyetçilik bir memleketteki millî kültüre dayanır ve onun taşıyıcısı da halktır. Batılılaşma hareketi içinde kendi millî kültürüne yabancılaşmış aydınlar aynı zamanda halktan da kopmuşlardır. Türk millî
kültürünü yaşatan ve muhafaza eden yine halk kitleleri olmuştur. Bu durumda, “Millî kültürün modern imkânlarla geliştirilmesi demek olan milliyetçilik, halk içinde yaşamakta olan temel kültür unsurlarına dayanmak zorundadır.” (Güngör, 1980, s. 10).
Güngör Türk Tarihi adlı kitabının girişinde milliyetçilik görüşüne temel oluşturacak bazı ipuçları verir. Türk Soyu ve Türk Dili başlığı altında yaptığı girişte bugün Türk denince Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve ana dili Türkçe olan insanların kastedilmesinin eksikliğine işaret eder. Hâlbuki Güngör‟e göre ana dili Türkçe olup da bizim sınırlarımız dışında yaşayan milyonlarca insan vardır. Bu yaklaşım Güngör‟ün tarihî ve sosyolojik gerçekliğe dayalı milliyetçiliği hakkında somut ipucu vermektedir (Güngör, 1990, s. 11).
Millî kültür ve millî tarih görüşünü benimseyen aydınlar ilk yıllarda belli bir ortak program geliştirmemiş olsalar da belli ana çizgilerde birleşirler. Bu milliyetçi hareket Türk millî kültürünü dış kuvvetler karşısında bir varlık olarak ortaya çıkarmak ve geliştirmek iddiasındadır. Bu hareket için kültürün devamlılığı önemlidir. Milletin hüviyet değiştirmesi yerine, kendine – halka dönülmesini ve kültür mirasına sahip çıkılmasını istemektedir (Güngör, 1990, s. 14). Milliyetçiliğin Türkiye‟de gelişen olaylar karşısındaki tavrı yaşanan gerçeklikler üzerine kurulmuştur. Bunda tarihî ve kültürel gerçeklerin büyük rolü vardır. Türk milletinin tarih boyunca yarattığı ve sahip olduğu kültür mirası milliyetçiliğin dayanak noktasıdır.
Milliyetçilik için önce milletin olgusal boyutta tanımlanması ve ortaya konması gerekir. Türk milliyetçiliği için de Türk milletinin çok iyi tanınması gerekir. Bu amaçla Türk milletini bir bütün olarak ele alıp tarih içindeki serüveni, yarattığı kültürel mirası, yaşadığı sosyal değişim içinde anlamak doğru olan yöntemdir. Güngör sosyal meselelere karşı kullandığı bakış açısında bu milliyetçi şuuru kullanmıştır. Bir tarihçi olmadığı hâlde kaleme aldığı Türk Tarihi isimli kitabı bu bakış açısının ve şuurunun eseridir.
Güngör milliyetçilik anlayışını gerçekler üzerine inşa eder. Sosyal hayattaki en önemli gerçeklik ise tarihî köklere ve başarılara sahip Türk milletinin varlığıdır. Cumhuriyet‟ten önceki son önemli iki Türk devleti aynı zamanda dünyaya Türk medeniyetini sunmuştur. Medeniyet kuran ve temsilciliğini yapan Türk milleti karşılaştığı problemlere bu şuurla yaklaşmak zorundadır. Batı medeniyeti karşısında geri kalmışlığını aşağılık kompleksiyle aşabilmesi mümkün değildir. Yaklaşık iki asırdır sürmekte olan batılılaşma maceramız karşısında artık kendi kültürümüze ve köklerimize yönelerek, güç alarak bir duruş sergilememiz gerekmektedir. Türkiye Osmanlı‟nın ilk yenileşme ve Batılılaşma çabalarından beri Batı kapısında beklemektedir. Sosyal ve siyasi şartların bizi Batı‟ya yöneltmesine rağmen, Batı toplumları karşısında bir türlü ilerleyememiş ve kabul görmemiştir. Türkiye‟nin çeşitli tehditler karşısında (özellikle Rus tehdidi) Avrupa medeniyetini benimseyerek Avrupa devletleri camiasına girmek isteği bir resmî politika olmasına rağmen başarısız olunması, ciddi özeleştiri ihtiyacına sebep olmaktadır. Güngör‟e göre “Türkiye aradığını bulamamakla kalmamış, elindeki pek çok şeyi kaybetmiş bulunuyor. O zaman dünya devletleri arasındaki yerimiz ve itibarımız, sonraki yıllara kıyaslanmayacak kadar büyüktü; topraklarımız, kaynaklarımız, jeopolitik mevkimiz itibariyle büyük olduğumuz gibi, kültür ve medeniyet itibariyle de övünülecek eserler yaratıyorduk.” (Güngör, 1982, s. 14). Bugün Batı‟ya yönelik attığımız adımlarla ilerleyemediğimizi görmek ve nerede hata yaptığımızı görerek yolumuza devam etmek mecburiyetimiz vardır.
Batı‟ya yönelmemizde dönüm noktası olarak kabul edilen Tanzimat ile ilgili Erol Güngör‟ün değerlendirmesinde başarısızlığın hesaplaşmasını görmek mümkündür. Tartışmalı da olsa Tanzimat, Batılılaşma ve modernleşme açısından önemli bir adımdır. Önemli bir adım olmanın yanı sıra ciddi tenkitlerin muhatabı durumundadır. Tanzimat hareketi hemen her taraftan şiddetli tenkitlere uğramış, başarısızlığın oradan kaynaklandığı iddia edilmiştir. Bu tenkitler arasında iki grup dikkat çeker: birinci gruptakilerin eleştirisi, “Tanzimatın Osmanlı İmparatorluğu‟nu kendisine yabancı olan bir kültür ve medeniyetin emrine vermesi, böylece Türk millî kültürünün, millî teşkilatının bozulması ve dağılmasına yol açmasıdır.” İkinci gruptakilere göre ise, “Tanzimatın eksik, tereddütlü, uygulamasında büyük aksaklıklar bulunan, böylece başarısız kalan bir Avrupalılaşmayı temsil etmesidir.” (Güngör, 1982, s. 19). Her iki grup da Batılılaşma serüvenimizde en büyük kusuru ve suçu Tanzimata yıkmaktadır.
İmparatorluğun ve Türklüğün içine düştüğü durumu anlamak yerine, Tanzimatı suçlamak Güngör‟e göre doğru bir yaklaşım değildir. Yapılan eleştiriler çoğunlukla aşırıya kaçmakta ve bütün tarihî sürecin suçunu bir döneme
yıkmaktadırlar. Hâlbuki tarihî gelişmeler Osmanlının Batı karşısında çözüm üretme mecburiyetini getirmiştir. Tanzimatçılar da zannettiğimiz gibi vatanlarını ve milletlerini sevmiyor değildir. Onların boyun eğmelerinin sebebi, bu dönemde Batı üstün medeniyet gücüyle, ilimde, teknolojide, siyasi ve idari organizasyon tekniğinde yaptığı dayanılmaz tazyiktir. “Tanzimat adamı bütün bunlar karşısında ezilmiş, ülkesini kurtarabilmek için onları benimsemek ve onların sahipleriyle bir arada olmaktan başka çare görememiştir.” (Güngör, 1982, s. 24). Tanzimattan sonraki dönemlerde de bu süreç devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Günümüzde artık bu hesaplaşmanın doğru yapılarak yeni bir atılıma ihtiyaç vardır. Bu atılımın dayanacağı asıl temel ise, tarihte büyük başarılara imza atmış Türk kültür ve medeniyetidir.
Kültür Köklerinden Beslenen Milliyetçilik
Milletlerin varlığı ve gücü yarattığı kültür ve medeniyete bağlıdır. Türk milleti Osmanlı Devleti ile dünyadaki yerini zirveye taşımıştır. Son dönemlerde ise kendini yenileyebilme konusunda sıkıntılar çekmektedir. Geri kalmışlığın ve başarısızlığın psikolojisi bazı yanlış fikirlerle birlikte millet hayatında kırılmalara ve kopmalara yol açmaktadır. Kendi kültür köklerinden beslenmesi gereken millet varlığı bu anlamda tehlikeye düşmektedir. Erol Güngör buna en bariz örneği millî kültürün taşıyıcısı ve millî kimliğin temel unsuru olan dilde oynanan tasfiyecilik oyununda görür ve şiddetle eleştirir. Ona göre millet hayatı tarihî süreç içinde şekillenen ve devamlılığı olan bir sosyal olgudur. Buna dışarıdan müdahaleler millî varlığı sıkıntıya sokmaktadır.
Bu çerçevede milliyetçilik hakkında bize önemli ipuçları verecek bir makalesinde, değişim adına dilde tasfiyecilik konusunu eleştirir. Yabancı köklü diyerek atılan terimlerin yerine suni olarak yenilerinin üretilmesinin yanlışlıklarını gösterir. Bu girişimlerin Türkçeyi yok etmeye yönelik olduğunu belirtir. Türkçenin yıkılıp gitmesi olayını, Türk kültürünün ortadan kaldırılması hareketi olarak görür.
Dilde tasfiyecilik hareketinin gerekçesi, milliyetçilik yapmak değil, Türk milletinin Batı‟ya yönelik medeniyet ve kültür değiştirme hedefidir. Güngör‟ün tepkisiyle: “Onlara göre bugün bizim Türkçe dediğimiz şey Türklerin İslam medeniyeti içinde iken geliştirmiş oldukları bir dildir. Türkiye cumhuriyetle birlikte bu medeniyetten çıkmış olduğuna veya çıkması gerektiğine göre, eski kültürün taşıyıcısı olan dil de elbette bırakılacaktır.” (Güngör, 1982, s. 57). Bu tasfiyeciler açısından, Batı medeniyetine katılmak için yapılması gereken doğru bir adımdır. Onlara göre eski medeniyete ve kültüre ait ne varsa kurtulmak ve bağları koparmak gerekir. Hâlbuki bir millet için toplumsal gelişme kendi köklerine bağlı olarak devam ettiği müddetçe başarılı olur.
Dilde yerleşik terimler ve kavramlar değiştirilmeye başlayınca nesiller arasında kopma meydana gelmektedir. Nesillerin birbiriyle anlaşamamasının yanı sıra, yeni nesiller, milletin asırlar boyunca ürettiği ve bugüne getirdiği kültürel birikimden de faydalanamazlar. Türk kültür eserleri yeni nesillere yabancı bir milletin eseriymiş gibi uzak ve yabancı olacaktır. Bu eserler yabancı dilden çevriliyormuş gibi gelecektir. Bu millî varlığı tehlikeye sokacak, kültürel devamlılığı takip etme imkânını ortadan kaldıracaktır. Hiçbir millet kendi kültürel birikimini bu kadar ihmal edemez. Bunu Erol Güngör çarpıcı örneklerle ortaya koyar: “Meşrutiyet devrinin aydınları ne Fatih Devrinin, ne on altıncı yüzyıl ve on yedinci yüzyılın eserlerini sadeleştirerek okudular. Onların öğrendikleri ve kullandıkları Türkçe en az üç-dört yüzyıl öncesinin eserlerini rahatlıkla anlamaya yetecek derecede bir dil ve kültür devamlılığı ifade ediyordu. Bugün biz modern Türkçenin mimarları arasında saydığımız Reşat Nuri‟yi bile sadeleştirerek yani uydurma dile çevirerek okuyoruz.” (Güngör, 1982, s. 58).
Devamlı devrim denebilecek bu kültür değiştirmesi, Türk toplumunun diliyle, tarihiyle, benliğiyle bağının koparılmasına yol açmaktadır. Dil bir milletin ve kültürün temel taşıdır. Medeniyet birikiminin taşıyıcısı, kimliğinin belirleyicisidir. Bir milletin tarih boyunca yarattığı kültürel birikimini kullanamaz duruma getirmek,
kökleriyle bağlarını koparmak demektir. Dünü olmayan veya dününden haberdar olmayan bir insan topluluğunu „millet‟ olarak tanımlamak oldukça zordur. Böyle bir duruma düşürülmüş bir milletin ayakta kalması da aynı derecede problemlidir. Bugün Atatürk‟ün eseri Nutuk bile kendi dilinde Türk okuyucusu için yabancı kitap gibi bir duruma düşürülmüştür. “Nutuk, binlerce yıl içinde gelişmiş olan bir dile ve kültüre dayanıyordu; böyle köklü bir geleneğin hakikaten örnek gösterilebilecek kıymette bir eseriydi.” (Güngör, 1982, s. 58). Bu köklü gelenekle bağların koparılması millet için büyük bir hazinenin kaybedilmesi anlamını taşır.
Türk milletinin normalde köklü bir kültür geleneği vardır. Bunun sayesinde biz, bizden önce yaşamış yüzlerce nesilden milyonlarca insanın hayat tecrübesini sanki bizim tecrübemiz gibi kullanabiliyoruz. Dilimizi kaybettiğimizde ve kültürümüzden koptuğumuzda bu tecrübeden mahrum olduğumuz gibi, yeryüzünde halen başka coğrafyalarda yaşayan millettaşlarımız ve yakın akrabalarımızla irtibatımızı kaybediyoruz.
Güngör‟ün yaşadığı dönemde yoğun tartışmalara sebep olan dilde tasfiyeciliğin milliyetçilik adına yapıldığı iddia edilirse ortaya büyük bir çelişki çıkacaktır. Hareket noktası her ne kadar dildeki yabancı kelimelerin temizlenmesi ile saf ve millî bir dil gibi görünse de özü böyle değildir. Zaten bu konunun öncüleri Türkçü ve milliyetçi kimseler değil, aksine Batıcı ve kozmopolit dünya görüşüne sahip insanlardır. Bu dilde tasfiyecilik işi millet hayatına büyük sekte vurmuş durumdadırlar. Ortaya çıkan manzarada 10-20 yıl önceki kitapları dahi okumakta zorlanan bir nesil karşımıza çıkmaktadır. Hâlbuki millet hayatı kültürde devamlılık gerektirir. Ani ve sürekli değişim hiçbir varlığın hayatı için sağlıklı değildir. Millet hayatı için hiç olumlu değildir. Çünkü milletin tarihî süreç içinde etkileşim içinde olduğu kültür ve medeniyetlerle doğal alış verişi vardır. Bu süreçte kendiliğinden gelişen kültürel doku millet denilen sosyal olguyu meydana getirir. Bu olgunun temeli şüphesiz tarihî derinliği olan kültürdür.
Kültürün taşıyıcısı dil ne kadar önemliyse dili konuşan halk da o kadar önemlidir. Halk sadece dile sahip değil, aynı zamanda kültürün diğer unsurlarını yaşatma konusunda bir temeldir. Onun için Güngör, Gökalp çizgisinde
milliyetçiliğin halka dayanması gerektiğini düşünür. Milletin yaşayan hâli halktır ve bu halk millî iradenin ve millî kültürün temsilcisidir. Dolayısıyla demokrasinin en önemli dayanak noktası halk, milliyetçilik için de aynı görevi üstlenir. Bu bakımdan milliyetçiliğin kültür temelleri kendine özgü bir sosyal olguya dayanır. Her milletin farklılığı burada ortaya çıkar.
Millet denilen sosyal varlığın hakikati görülemezse başka merkezlerin etkisi egemen olmaya başlar. Osmanlı Döneminde geri kalmışlığımız kabul edildiğinden bu yana, güçlü ve emperyal merkezlerin üzerimizdeki etkisi hep tartışılagelmiştir. Bir kısım aydın asıl gerçekliğin millet olgusunda değil, evrenselci hümanizm anlayışıyla Batılılaşmakta olduğunu düşünmeye başlamıştır. Bu Batılılaşma bir anlamda modernleşme, bir anlamda da bugünkü küreselleşme gibidir. Kendi kültürünü ve farklılığını terk ederek egemen kültürün taklitçisi ve takipçisi olmak hedef gösterilmektedir. Bu hedef ilerlemeci – evrenselci ideolojilerin öngördüğü insanlık bütünleşmesine ve homojenleşmesine uygun bir tavırdır. Milliyetçiliğin tamamen zıttıdır. Yakın tarihimizde bunun yansımalarını ve tartışmalarını sıklıkla görebiliriz.
Güngör‟e göre Osmanlının son dönemlerinde başlayan Batılılaşma hareketiyle kendi kültüründen kopmaya başlayan aydın ve yönetici seçkinler, milletin-halkın kültürünü ve yaşayışını küçümsemişlerdir. Küçümsemekle kalmamışlar, zorla değiştirmek gerektiğini düşünmüşlerdir. Cumhuriyet‟in kuruluşundan sonra ülkedeki mevcut siyasi kültüre hâkim olan Batılılaşma ideolojisi ise bu kopmayı hızlandırmıştır. Baskıcı bir kültür değiştirmesine yol açmıştır. Hâlbuki Türk milliyetçiliği Mustafa Kemal‟in “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” düsturu gereği gücünü ve meşruiyetini Türk milletinden almaktadır. Türk milletinin gelişmesi ve problemlerini çözmesi bu bakımdan ancak kendi millî varlığına ve özüne yönelmekten geçer. Bu da gerçek anlamda demokrasiden geçer.
Teknolojik Gelişmeler ve Kültür Değişmesi
Batı dünyası insanlık tarihindeki en büyük değişimi sanayi devrimiyle yaratmıştır. Yeni teknolojiler toplumların hayatını kökten sarsmış ve büyük değişimler yaşanmıştır. Birçok fikir ve bilim adamı bu değişimin ortaya çıkardığı olaylar ve süreçlerle uğraşmıştır. Batıda yeni teknolojilerin meydana getirdiği büyük değişimler dünyanın diğer toplumlarını da etkilemiştir. Dünyadaki güç dengelerini değiştirmiştir. Batı dünyası ile yakın temasta ve mücadelede olan Osmanlı Türkleri de bu etkilenmeden fazlasıyla nasibini almıştır. Ortada insanlığın yarattığı bilimsel teknolojinin başarısı vardır. Bu teknoloji insan hayatına girdiğinde çok köklü ve sarsıcı değişimlere sebep olmaktadır. Batı bunu çok derin bir şekilde yaşamıştır. Bizde de bu gerçeklik karşısında yoğun tartışmalar görülmüştür. Bir taraftan teknolojiye sahip olma ihtiyacı varken bir taraftan da millî kültürün tehlikeye girmesi önemli bir handikaptır.
Güngör hızlı ve geniş çaplı değişme süreci ile ilgili olarak, herkesin bir tavır belirlediği ve cemiyetin yeni alacağı biçimle ilgili farklı görüşlerin ortaya çıktığını bu görüşler etrafında ideolojik gruplar teşekkül ettiğine işaret eder. Kimsenin bu değişimi kendi haline bırakmak istemediğini, şu veya bu şekilde kontrol etmek istediklerini, başıboş bir değişmeye razı olunmadığını ifade eder (Güngör, 1989, s. 6). Bu razı olunmamayı ise Türkiye‟de var olan kuvvetli ve köklü bir yerli kültürün olduğuna, bu kültürün parçalanma ve dağılma tehlikesine karşı direnme gösterdiğine bağlar. Ona göre herkes bu kültürün şimdiki hâliyle yetmediğine ve süratle bir şeyler yapılması gerektiğine inanmaktadır. Bu inançla neyi alacağımız, neyi atacağımız noktasında yoğun tartışmalar yaşanmaktadır.
Bizim irademiz dışında hızla değişen bir kültür dünyası vardır ve bu değişme karşısında milletimiz için neyi alıp alamayacağımızı belirlemek çok zordur. Bizim irademiz bu konuda ne kadar geçerlidir? Hangi tip değişmeye ne ölçüde müdahale edebiliriz? Millî bünyeyi kuvvetlendirici tedbirler nasıl alınabilir, neler yapılabilir? Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik adlı kitabında bunun tartışmasını yapmaktadır. Tarihte ve toplum hayatında kültürün değişmesini hızlandıran en önemli unsur teknolojidir. Teknolojinin inkâr edilemez ve reddedilemez bir gücü vardır. Tarihte en büyük değişimler teknolojideki önemli gelişmelerin sonucu yaşanmıştır. Buna en somut örnek sanayileşme ve buna bağlı olarak kapitalizmin ortaya çıkmasıdır. Bu dönem aynı zamanda Batı dünyasının her yönden diğer toplumlar üzerinde egemenlik kurmaya başlamasını getirmiştir. Batı medeniyetinin üstünlük kurması ve diğer medeniyetlerin bunun karşısında çaresiz kalması buna bağlıdır. “Gelişmek, modernleşmek, ilerlemek Batı medeniyetine katılmaya bağlıdır.” düşüncesi bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelere duyarsız kalınamayacağı düşüncesiyle, Batı‟nın medeniyetini almak bizde de büyük tartışmalara sebep olmuştur. Islahat ve Tanzimat Fermanları, I. ve II. Meşrutiyet ilanları Osmanlıda Batılılaşmanın önemli safhaları olarak tarihe geçmiştir. Gökalp‟ın Türklerin kurtuluşu için ileri sürdüğü üç umde de bu anlayışın bir yansımasıdır (Gökalp, 1976). Yalnız Gökalp kayıtsız şartsız bir Batılılaşmayı uygun görmez ve Batı medeniyetinden Türkler için lazım olan medeniyet unsurlarını almanın gereğinden bahseder. Onun için “hars – medeniyet” ayırımı yapar. Onun için “Türkleşmek, İslamlaşmak, Garplılaşmak” formülünü geliştirir. Böylelikle Batı‟nın teknolojisini alabileceğimizi, Türk kültürüne dönerek milliyetçiliğimizi sürdürebileceğimizi, İslamlaşmak ile siyasi gücümüzü artırabileceğimizi düşünür (Güngör, 1989). Teknoloji hatırına milletin bekasını Batı‟ya teslim etmek istemez. Kültür – medeniyet ayırımı yaparak teknolojiyi almak için bir ara formül bulmaya çalışır.
Dünya farklı milletler ve medeniyetlerden oluşmuş bir yapıya sahiptir. Farklı milletlerin oluşturduğu insanlık âlemi ürettiği bilim, teknoloji, felsefe ve sanat ürünleriyle günümüze kadar gelişme göstermiştir. Özellikle teknolojideki gelişmeler büyük değişimler yaratmıştır. Fakat meydana gelen bütün değişimlere rağmen milletlerin hayatında devamlılık vardır. Kültür değişmelerine rağmen milletlerin varlığı ve milliyetçilik bunun sonucudur.
Sonuç
Erol Güngör milliyetçiliklerin farklı milletlerin sosyal gerçekliğine ve kültürel yapılarına göre ortaya çıktığını belirtir. Buna göre Türk milliyetçiliği Türk tarihi ve Türk kültürü içinde anlam kazanır. Bu çerçevede tanımlanabilir. Erol Güngör milliyetçilik analizlerini bunun için Türklerin son dönemlerde yaşadıkları değişme süreçleri bağlamında yapar. Bu analizlerinde somut örneklerden hareket eder. Tarihî kırılmalara ve kimliksizleşme tehlikelerine dikkat çeker. Dünyada egemen güçlerin zorlamaları karşısında kendi kültürel değerlerimiz ve kültürel mirasımız konusunda duyarlı olunması gereğine işaret eder. Milliyetçiliği bu temele oturtmaya çalışır.
Milliyetçilik dünyada her millet için geçerli evrensel ortak bir tanımlamaya sahip değildir. Milletlerin varlığı kadar milliyetçiliklerden bahsedebiliriz. Milliyetçiliğine rengini-karakterini veren o milletin yaşadığı tecrübeler ve geliştirdiği kültürel değerlerdir. Kültürel değerler bir milletin hem kendisine, hem de fertlerine kimlik kazandırır. Bu değerlerin dinamik bir şekilde yeniden üretilmesi ve yenilenmesi esastır. Terk edilmesi ve yerine başka milletlerin kültürel değerlerini evrensel vazgeçilmezler olarak ikame edilmesi ciddi kimlik problemlerine sebep olacaktır. Türk milletinin Batılılaşma karşısında yaşadığı en önemli problem burada düğümlenmektedir. Bugün de aynı problem küreselleşme karşısında yaşanmaktadır. Bu problemin anahtarı ise Erol Güngör‟ün kültür ve tarihe dayanan milliyetçilik görüşüdür. Aydınların ve gençlerin bu görüşler doğrultusunda yaşamakta olduğumuz problemlere bakabilmesi zaruri bir ihtiyaçtır. Bunun için de Erol Güngör‟ün yeniden okunması ve yorumlanması gerekir.
—————————————————————————————-
Kaynak:
Prof. Dr. Erol Güngör’ün Anısına Sosyal-Kültürel-Siyasal-Ekonomik-Dinsel Açıdan Türkiye’de Değişim Sempozyumu, 6 – 9 Aralık 2010, Gazi Üniversitesi Rektörlüğü, Ankara – 2010, ISBN: 978-975-507-244-9, Sf. 157-170
[i] Kültür ve Turizm Bakanlığı, PKM Genel Koordinatörü