*****Prof.Dr. İskender ÖKSÜZ
Benim neslim Türkiye’nin “az gelişmiş ülke” olduğunu galiba 1960 darbesinden sonra fark etti. O güne kadar kalkınmışlık, geri kalmışlık pek gündemde değildi. Darbeden sonra fikirlerimizin şirazesi çözüldü. Hani 1980 darbesinde her şeyden anlayıp her şeyin doğrusunu bilen yüce liderimiz Kenan Evren‘in bize bol geldiğini söylediği anayasa işte o 27 Mayıs anayasasıdır. Bizler onun sağladığı fikir hürriyeti içinde geri kalmışlığımızı keşfettik.
Etilerden geri miyiz?
Sonradan batılılar daha politik olmaya karar verdi ve bize “geri kalmış” veya “az gelişmiş” yerine “gelişmekte olan” demeğe başladılar… 60 sonrasının prenslerinden Atila Karaosmanoğlu, İtalya’yı yakalamamız için birkaç bin yıla ihtiyacımız olduğunu söylemişti ve bu pek hoşumuza gitmemişti.
O günlerde bir taksi şoförünün bana “yahu biz Etilerden de mi geriyiz?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Bu kıyas Karaosmanoğlu’nun aklına gelmemişti zahir.
Niçin geri kalmıştık? 1960’ta, 15 yaşındayken kafama çakılan bu soru galiba hayatımın geri kalanının da hâkim meselesi oldu. Yarım asır sonra yazdığım kitabın ismi de buydu: Niçin?
Bir kısım “aydın” için cevap basitti. Sosyalist olmadığımız için geri kalmıştık, sosyalist olunca ileri gidecektik; nokta!
Ben “Etiler bizden ileri miydi?” aklına takılmıştım. Sermaye birikecekti, fabrikalar kuracaktık, bu işi, ileri ülkelerin yaptıklarından daha hızlı yapacaktık ki sonunda onları yakalayalım. Ama ya Karaosmanoğlu haklı idiyse… Ya gerçekten binlerce yıl gerekiyorsa…
Maddî sermaye mi insan sermayesi mi?
Sonra bir şimşek çaktı! Almanya —o zamanki Batı Almanya─, Japonya, hatta İtalya, on beş yıl önce biten savaşın mağluplarıydı ve ülkeleri o savaşta yakılıp yıkılmıştı. Bilhassa Almanya’da fabrika diye, sanayi diye bir şey kalmamıştı. Bunlar şimdi gelişmiş ülke idi… O halde mesele farklı olmalıydı. 1945 yılında biz muhakkak ki Almanya’dan veya Japonya’dan daha az kapitale sahip değildik. Ama on beş yıl sonra onlara göre Etiler seviyesindeydik.
Anladım ki mesele fabrikalar değil, sermaye değil. O fabrika ve sermayeyi yapan- yapacak olan insandır. Fark ettim ki bizim nüfusumuzu Almanya’ya taşısak, onları da buraya getirsek, yirmi yıl sonra Türkiye’nin gelişmiş, Almanya’nın “gelişmekte olan” ülke olduğunu görürdük. Mesela maddî sermaye değil, insan sermayesiydi.
Sonra öğrendim ki gerçekten “insan sermayesi (human capital)” diye bir şey var. Hani Türkiye’yi övmek için sık sık, “genç, tahsilli insan gücü” denir ya. Bunu ölçmek zor değil. İnsan sermayesi iki şeyden ibaret:
1) Nüfusunuzun eğitilmişliği ─ve ölçmesi biraz daha zor ama yine de mümkün olan, bu eğitimin kalitesi: bakınız PISA vs.
2) Nüfusunuzdaki çalışanların işlerindeki ustalık derecesi ─yıl olarak iş kıdemleri ölçü için başlangıç olabilir. Meselâ ben kaç yıldır yazı yazıyorum veya mahalledeki marangoz, kaç yıldır marangozluk yapıyor gibi.
İnsan sermayesi de değil
Bu önemli bir sermaye. Ama iş yine bitmiyor. Rusya’da insan sermayesi Almanya’dan güçlü görünürken GSMH mutlak değerinde bile Rusya Almanya’nın yarısı gibi. Kişi başına rakamlara dönerseniz ilişki daha da ters. Genel olarak gelişmişlikle insan sermayesi arasında bir ilişki var, var olmasına. Fakat o zaman da şu kafa kemirici soru ortaya çıkıyor: İnsan sermayesi mi zenginliğin sebebidir; zenginlik mi insan sermayesini arttırıyor? Öyle ya, Türkiye’deki 80 milyonu bir anda üniversite mezunu yapsanız, bunları nerede istihdam edeceksiniz? Bizim uzun kuyruklarımız hem üniversite girişte, hem de çıkışta var ya… Mezunlar işsizlikten kıvranıyor ve bu kıvranış kalkınma hızımızı arttırmıyor. Eğitimin kalitesine hiç girmeyeyim ama kalite yüksek de olsa bu sonuç değişmiyor. Ortaya çıkan gerçek şu: Ülke zenginleşince insan sermayesi artıyor. İnsan sermayesi sebep değil, sonuç!
Peki harp sonrası Almanya ve Japonya? Cevap şu: İnsan sermayesi zenginlik sonucu ama zenginlik kaybolsa da, hiç olmazsa bir nesil boyunca insan sermayesi kaybolmuyor ve bu iki ülke misalinde olduğu gibi o insanlar kaybolan maddî sermayeyi kısa sürede tekrar kurabiliyor.
Derken, Fukuyama’nın son kitabının ikinci cildi çıktı: Siyasî Organizasyon ve Siyasî Çürüme[2]. Yolsuzluk Fukuyama’nın birkaç uzmanlığından biri ve bu ikinci ciltte siyasî organizasyonlardaki yolsuzluğa yoğunlaşmış. Bu arada bize ta 1993’ten bir gerçeği hatırlatıyor. Bir sermaye daha var: Sosyal Sermaye! Toplum Sermayesi! Yirmi küsur yıl önce Robert D. Putnam’ın İtalya’da yaptığı ve Demokrasiyi Çalıştırmak[3] başlıklı bir kitapta özetlediği araştırmaların sonuçları bu hatırlattıkları.
Cevap: Toplum sermayesi!
Her şeyden önce İtalya eşsiz bir saha. Kuzeyi İsviçre kadar, Almanya kadar gelişmiş. Güneyi üçüncü dünya sayılır: Mafyaların vatanı. Putnam İtalya’yı iki ayrı zaman ekseninde inceliyor. Biri kendisinin ve öğrencilerinin dönüp dönüp inceledikleri dönemler. 1970’te başlamışlar ve fazla ara vermeden yirmi yıl sürdürmüşler. İkinci zaman ekseni çok daha uzun, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden başlıyor, Ortaçağı, Rönesansı, millî birleşmeyi içine alıyor ve tekrar bugüne bağlanıyor. Soru benim sorum: Kuzey niçin gelişmiş, Güney niçin gelişmemiş?
Cevap: Sosyal Sermaye! İsterseniz Toplum Sermayesi diyelim. Kuzey’de olup da Güney’de olmayan bu.
Putnam asap bozucu soruyu Toplum Sermayesi için de soruyor: Toplum Sermayesi mi kalkınmaya sebeptir, kalkınma mı Toplum Sermayesini arttırır? Toplum Sermayesi sebep mi sonuç mu? Araştırma süresi asırları kapsamasa buna cevap vermesi kolay değildi. Ama iki bölgenin tarihinin yüzlerce yıllık takibi gerçeği ortaya çıkarıyor: Toplum Sermayesi ekonomik büyümeyi ve zenginliği bir mıknatıs gibi çekiyor. Toplum Sermayesi sebep. Zenginleşme, kalkınma onun sonucu.
Sosyal Sermaye varsa dayanışma, sivil toplum ve güven var. Sosyal sermaye yoksa yolsuzluk, mafyalaşma, din istismarı, “babana bile güvenmeyeceksin” felsefesi hâkim. Siyasî partiler, mafyacılığın başka usullerle yürütülmesinin kurumları gibi çalışıyor. Seçmene rüşvet verilerek oy almak, birinin adamı olduğunuz için yükselmek, birinin adamı değilseniz adamı olacağınız birini aramak… İktidara gelelim de biraz da biz yiyelim, bizim adamlarımız yesin… Bunların hepsi bir birine sebep-sonuç zincirleriyle bağlı unsurlar.
Babana bile güvenmeyeceksin
İnsan sermayesi, tek tek insanların üretim kapasitelerinin ölçüsüdür. Bir ülkede ortalama insan sermayesi 10 ise, bir milyon kişinin insan sermayesi on milyon olur. Sosyal sermaye böyle değil. Tek kişinin sosyal sermayesi her zaman sıfır. On milyon kişi de tek tek ele alındıklarında yine sıfır… Robinson Crusoe’nun sosyal sermayesi, Cuma ortaya çıkıncaya kadar sıfırdır. Cuma’nınki de öyle. Sosyal sermaye bir araya geldiklerinde doğuyor. Toplum sermayesi toplum varsa var.
12 Eylül partileri: Adamıni bul…
Sosyal sermaye yan yana duran insanların ilişkisinden doğuyor. Bu yüzden onu tarif ederken “yatay”, “ufkî” sıfatlarına başvuruluyor. Muhasebeye giren çokluklarla cebir yapılır. Sermayenin artı işaretlisi gibi eksi işaretlisi de vardır. Sosyal sermayenin de var: Düşey, otoriter ilişkiler, metbu-tabi, himaye eden- himaye bekleyen (patron-client) münasebetleri sosyal sermayeye eksi işareti ile giriyor. Siyasiler büyük veya küçük rüşvetler dağıtıyorsa; alttakiler ayrıcalık, torpil arıyorsa… İnsanların yüksek yerlerde “adamları” varsa, veya bir iş yaptırabilmek için “adam” arıyorlarsa… Hani rahmetli Celal Şahin’in o güzel Karadeniz şiveli tavsiyesindeki gibi:
Adamını bul, adamını bul…
Adamını bulamazsan,
Madamını bul…
kültürümüzse, o zaman sosyal sermayenin burnu aşağı dikiliyor ve cemiyet sermayeden yemeğe başlıyor.
Toplum sermayesinin önemli bileşenleri güven, değerler, dernekler, sosyal ağlar, sivil toplum kuruluşları. Siyasî parti teşkilatları da cemiyetlerden sayılabilir; bir şartla ki onları ayakta tutan bağlar yataysa, aynı değerlere, ideallere, programlara bağlılık hisseden insanların bir araya gelmesiyle parti aşağıdan yukarıya doğru kurulmuşsa, eşit insanların yan yana kenetlenmesiyle yükselmişse. Tepeden aşağı bağlantılarla ayakta duran ve genellikle menfaat ağı görevi gören siyasî partiler de mümkün. Bizdeki 12 Eylül partileri böyle… Yatay başlayıp bir diktatörün el koymasıyla dikey hale gelen kurumlar da var.
Kuzey İtalya ahi cumhuriyetleri
Putnam çalışmasında görülüyor ki İtalya’nın kuzeyindeki kalkınmış şehirlerde, Floransa, Venedik, Bolonya, Ceneviz, Milano, Siena ve benzerlerinde sosyal kapital depoları zengin. Mezzogiorno denilen Güneyde, Napoli, Sicilya, Sardunya ve benzerlerinde ise depolar boş. Putnam ayrışmanın 11. asırda başladığını söylüyor.
11. asırda Kuzey ile Güney arasında fazla bir refah farkı yok. Olan da Güney’in lehine. Her iki bölgede de feodal çekişmeler gırla. Derken Güney Norman istilasına uğruyor ve bölge zaptu rapta alınıyor. Norman barışı altında çıt çıkmıyor.
Kuzey gerek iç çatışmalar gerekse dış tehditler karşısında kendi göbeğini kesmek zorunda kalıyor. Bölgelerde ve yeni büyümeğe başlayan şehirlerde vatandaşlar bir araya gelip dayanışma antlaşmaları imzalıyorlar. Saldırıya, hırsızlığa, haydutluğa karşı şehirlerini birlikte savunacaklar, zora düşenlere yardım edilecek; birlikte çalışacak, birlikte eğlenecekler. Bu şemsiye altında daha küçük dayanışmalar teşkilatlanıyor. Meslek grupları, loncalar oluşuyor, sonra bunlar lonca federasyonlarına, konfederasyonlarına dönüşüyor. Bizim Ahi Cumhuriyetleriyle benzerlik var. Zaman bakımından da birbirlerinden çok uzak çağlar değil. Şehirler büyümeğe başlayınca eski feodal zenginlerle şehirli seçkinler kaynaşıyor ve şehri birlikte yönetiyorlar. Vatandaşlar şehir yönetiminde yarı zamanlı da olsa görev alıyor. Siena gibi 5.000 erkeğin yaşadığı bir şehirde 860 kişi yarı zamanlı şehir görevlisi olabiliyor. Daha büyük şehirlerde binlerce kişilik şehir meclisleri var ve hemen bütün üyeler bu işi ciddiye alıp tartışmalara katılıyor.
Her yer hain dolu
Güney’de Normanlar Baronlardan vergi alıyor, Baronlar halktan. Halk Baronların, Baronlar Normanların gözüne girmeğe çalışıyor. Herkesin gözü bir üstte ve yukarıya baktıklarında birilerinin poposunu görüyorlar çünkü o yukarısı da kendi üstüne bakmakta, aşağıya veya yanına değil. Yatay yakınlaşmalar yok. İnsanlar yukarıdan verilecek nimetlerin dağıtımında birbirine rakip. Yanındakine yaklaşmaktansa onu hain diye bir üste ihbar etmek daha akıllıca. Böylelikle üstten gelecek lütufları paylaşacak ortak sayısı azalıyor. Günümüzün parti teşkilatlarına benziyorlar. Şereften anladıkları lidere sadakatten ibaret. Bu yol sonunda mafyaya çıkıyor.
Kuzeyde karşılıklı güven, dayanışma ağları, esnaf loncaları kredi kuruluşlarına ve ortaklıklara dönüşüyor. Tek tek esnafların altından kalkamayacağı bir proje mi düşünüldü: loncaları kuran anlayış ve ruh, böyle büyük işler için şirketler halinde teşkilatlanmayı, ortak gemiler donatılmasını, bu gemilerin doğuda Çin’den batıda Grönland’a ticaret seferler yapmasını sağlıyor.
Kalkınmadan modernleşme
Güney’de babalar oğullarına, “Evladım” diyor, “dünya kötü. Sakın kimseye güvenme…” Bir mafya ailesi çocuk yetiştirirken baba çocuğu bir duvara çıkarıyor ve “at kendini aşağı” diyor, “at, ben seni tutacağım.” Çocuk atlıyor ve yüzüstü kapanıyor. Ders: Babana bile güvenmeyeceksin! Güvenmiyorlar ve asırlar boyu ve bugün de fakirliğe mahkûm oluyorlar. Atasözleri bile uygun: “Komşunun evi yanıyorsa suyu kendi evine götür.” Paris bombasında taksiler yaralıları bedava taşıyordu. Yeşilköy’de bazı şoförler sadece yabancıları ve 100 dolara taşımışlar. Ahlâk? Ahlâkla bunun ne alakası var; ahlâk apış aramızdadır!
Asırlar geçmiş. Normanlar yıkılmış, Habsburglar, Burbonlar gelmiş ama yapı değişmemiş. Baronların, sonra da Mafya’nın hâkimiyeti devam etmiş. Bir araştırmacı, Anthony Pagden, bu yabancı egemenlerin “tebaalarında sistemli şekilde karşılıklı güvensizlik ve çatışmayı teşvik ettiğini; düşey bağları, muhtaçlığı ve sömürüyü devam ettirmek için yatay bağları ve dayanışmayı tahrip ettiklerini” söylüyor… Bizdeki parti teşkilatlarına ne kadar da benziyorlar! Napoli gibi şehirler büyümüşler ama Fukuyama’nı tabiriyle, “kalkınmasız modernleşme” mekanizmasıyla. Napoli, memurlar, hizmetliler, hizmetkârlar, papazlar ve dilencilerden ibaret.
Kuzey daha bir Avrupa’nın ortası… Veba salgınları, Fransızlar, Almanlar… Zaman zaman işgaller, yakılıp yıkılmalar. 16., 17. asırlarda bazı kuzey şehirlerinin nüfusları yarıya, üçte bire düşüyor. Fakat sivil toplum hafızası her zaman var ve felaketler geçer geçmez geri geliyor. Bir toplum hürriyeti ve demokrasiyi bir defa öğrendi mi bir daha kolay kolay unutmuyor. Şüpheyi ve tabi olmayı da…
Putnam, Kuzey – Güney farkını anlatmak için Makyavel’in bir sözünü naklediyor: “Kitlelerin ahlâksızlaşmadığı bir devlette yönetmek kolaydır. Eşitlik varsa prenslik kurmak imkânsızdır, eşitlik yoksa Cumhuriyet kurulamaz.”
Kristof Kolomb bile Cenevizliydi
Sonraki yüzyıllarda Akdeniz’in ─hatta dünyanın─ sanat ve ticarette parlayan merkezi olacak Kuzey İtalya’da 11. asırdan itibaren toplum sermayesi birikmekteydi: İkili ilişkilerde güven, saygı, sevgi ve ahlâk. Fertle toplumun ilişkilerinde de yine ahlâk, edep ve dayanışmayı sayabiliriz. Bu sonuncusuna kardeşlik, ahilik de denir ve “biz” anlayışını yaratan bu duygudur. Fransız ihtilalinin fraternitesi, bizim uhuvvetimiz.
Toplumu yukarıdan aşağıya zapt-u rapta alan, siz zahmet etmeyin, biz sizi teşkilatlandırırız, oturun oturduğunuz yerde, haddinizi bilin diyen bir kuvvet yoksa insanlar kendi göbeklerini kendileri kesmek gereğini hissediyorlar. Güven, saygı, sevgiyle kuşanan fertler, dernekler, loncalar, meslek birlikleri, konfederasyonlar, şehir teşkilatlanmaları, milis kuvvetleri oluşturuyor. Sonra şirketler kuruyorlar. Akdeniz’e, dünyaya hâkim ticaret filoları donatıyorlar. Amerika’yı keşfeden Kristof Kolomb bile Cenevizli bir Kuzeylidir ve en büyük ortağı İspanya’nın İzabellası olsa da sermayesinin diğer yarısı İtalyan yatırımcılardan gelmiştir.
Ahlâk refahı, ahlâksızlık fakirliği doğuruyor
Güven, saygı, sevgi, edep ve ahlâk gibi hiç de ekonomik veya ticarî görünmeyen unsurlardan ekonomik sonuçlar, kalkınma, dev filolar ve dev bir kültür hamlesi, Rönesans, nasıl doğuyor?
İktisatçılar bunu izah için oyun teorisini kullanıyor. Oyun teorisinin birkaç klasik problemine bakalım: Kamu mülkü trajedisi (tragedy of the commons), mahkûmun ikilemi ve kredi çemberleri.
Kamu mülkü trajedisi için bir köyün müşterek kullandığı otlak misali verilir. Otlak küçüktür ve köylü kendi hayvanını bütün gün otlatmaya kalkarsa otlağın tahrip olacağı ve seneye hiçbir hayvanın otlayamayacağı açıktır. Fakat kimse tek başına kendi hayvanından fedakârlık yapmaz. Çünkü hisseder ve bilir ki o fedakârlığı yaparsa yaptığı fedakârlıkla kalacak, diğerleri otları köküne kadar sömürmeye devam edecektir. Otlak yerine balığı tükenen denizleri, kirletilen suları, yeşili yok edilen şehirleri, pisletilen plajları, piknik alanlarını sayabilirsiniz. Atmosferde karbondioksit birikimine karşı uluslararası Kyoto anlaşmasını imzalamayan en büyük kirletici ABD’yi de örnek gösterebilirsiniz[4]. Otobüse, metroya binerken eğitilmiş asker gibi davranan Japonlarla itişip kakışan bizim aslanlarımızı da karşılaştırabilirsiniz. Elin “gâvuru” bir çikolatanın kâğıdını saatlerce elinde tutup yere atmazken bizimkilerin keyifle çekirdek çıtlatıp kabukları yere atmasını, “erkek adamlar”ımızın sokağa tükürmesini verebilirsiniz…
Mahkûm ikilemi şöyledir: İki kişi hapsedilir. Ayrı hücrelerdedirler. İkisine de şu söylenir, “Öbürünü suçlarsan serbestsin. Ama o önce davranıp seni suçlarsa uzun süre yatarsın.” Bellidir ki ikisi de sabaha kadar çenesini tutarsa ikisi de serbest kalacaktır. Burada güven, sevgi, saygı ve ahlâkın nasıl denendiği açıktır.
Kredi çemberleri, bizim ev hanımlarının “altın günleri”ne benzer. Her altın gününde herkes bir altın, veya bir çeyrek altın veya belli bir miktar para getirir. Kura çekilir ve toplananın tamamı kurada kazananın olur. Şimdi oyun teorisinin soğukkanlı hesabı, kazananın güne bir daha uğramamasını emreder. Fakat ahlâk, güven, sevgi ve saygı varsa bu davranış kimsenin aklından bile geçmez.
Oyun teorisinin hâkim olduğu, “açıkgöz” zihniyet ve değerlere sahip toplumlar ortaklık, büyük şirket, büyük iş kuramaz. Bu açıkgöz insanlar, açıkgöz çevreleriyle birlikte fakirliğe, “kalkınmakta olan” sıfatına demirlidir. Siyasetten çevre bilincine, iş hayatından trafikteki ve sokaktaki keşmekeşe kadar rezilliğe mahkûmdur. Sonra da kendi ahlâksızlıkları yüzünden düştükleri çukurdan, kalkınmış toplumlara bakıp kendileri namuslu oldukları için kalkınamadıklarını söylerler.
Yukarıdaki misallerin tamamında tek kişinin o anki menfaati için toplumun çıkarlarını tahrip etmesi vardır. Sonra bu tahribat dönüp tahripçinin kendi geleceğini de karartır.
Fiş almazsam kaça olur?
Fukuyama’nın Güven eserinde anlattığı gibi tamamı şeytanlardan mürekkep bir toplumda şeytanların hiçbiri rahat değildir; belki birkaç büyük şeytan hâriç. Onların da sonu genellikle pek iyi gelmez. Yıllar önce Fortune Dergisi’nde N. Gregory Mankiw, Ukrayna’yı şöyle anlatıyordu:
“Bu dünyada zengin olmanın iki yolu vardır. 1. Yol: ‘Değerli bir şey üretmek ve onu başkalarına satmak’. 2. Yol: ‘Birinci yolu tutmuş birilerini bulumak ve onlardan çalmak’. Kiev’e yaptığım bir seyahat bana, bir milletin ancak vatandaşlarına birinci yolu ikinciden daha kârlı hâle getirdiğinde refaha kavuşabileceğini hatırlattı.”
…
“Yolsuzluk meselenin büyük bir parçasıdır. … Doktorlar sözde bedava olması gereken tıbbî bakımı hasta açıktan para vermezse yerine getirmezler. Ülkenin yüksek vergilerini ödememek için iş yerleri satışlarının büyük kısmını gizler.”
Biz de “Fiş almasam vergiyi düşer misin?” teklifini anlamayan Amerikan veya Alman tezgâhtarı aptal zannederiz. İngilizce’de “bıçak parası” diye bir tabirin olmadığı anlaşılıyor. Ukranca’da vardır herhalde.
…ve Takva
Yalnız Ukrayna’da değil, komünist rejimden çıkmış ülkelerin önemli bir kısmında tıpkı Norman istilasındaki Mezzogiorno (Güney İtalya) gibi Norman ─baron─ halk hiyerarşisi vardır. Onların geçmişlerinde Normanların yerini Sovyetler, baronların yerini parti mensupları almıştı. Sovyetler bitti ama kurumlar devam etti. Güney İtalya gibi eski komünist ülkelerde de mafya yaygındır. Benzer başlangıçlar, benzer sonuçları doğuruyor. Nesiller boyu metbu-tabi mekanizmasının çalıştığı, zenginliğin iktidara yanaşmakla elde edildiği, sadakatin liyakatten üstün olduğu bir ortamda yaşayan insanlar, siyasî rejimin ve hâkimlerin adı ne olursa olsun beyin kıvrımlarına kazınmış davranışları bırakmazlar. Onlar içselleşir.
Bu içselleşme yalnız kötü davranışlar için değil, iyi davranışlar için de geçerlidir. İyi davranışlar için olanına biz takva diyoruz: Takva, ahlâk ve vicdan denetçisinin insanın içine yerleşmesidir. Amerikan ve Avrupalı fiş kesmeden mal satmaz, faturasız malı almaz. Öğrencisi kopya çekmez. Hocası intihal (fikir ve bilgi hırsızlığı) yapmaz.
İyinin de kötünün de geleneği var.
Açıkgözlük aptallığı
Şahsî çıkar yerine ahlâkı, güven ve saygıyı tercih etmek, uzun vadede toplumları kalkındırıyor. Ancak bu bağlantıyı tek insanın öngörebilmesi mümkün değil.
Uzun vadede cemiyet kazanacak diye kısa vadede kişisel çıkarı ertelemek kendiliğinden gelişecek bir davranış mı?
Bir zamanların popüler kitabı “Duygusal Zekâ”da Daniel Goleman, kişisel hazzın ertelenmesini anlatır. Dört yaşında çocuklar birer birer deney odasına alınmakta, her birinin önüne bir şekerleme (marshmallow) bırakılmakta ve psikolog, “Ben dönene kadar bunu yemezsen sana daha bir avuç veririm” deyip odayı terketmekte. Bazı çocuklar psikolog çıkar çıkmaz şekerlemeyi mideye indiriyor. Bir kısmı ise büyük eziyet çekse de ilerde gelecek bir avuç şeker için sabrediyor. Sabra yardımcı olacak davranışları gözlenmiş: Şekere değil de tavana, duvarlara bakmak. Kalkıp stres atmak için tepinmek. Deneye katılan çocuklar 14 yıl sonra bulunup incelenmiş. Hazzı erteleyenlerin tahsil hayatında, hemen yiyenlere kıyasla fark attığı görülmüş.
Fakat Coleman’ın anlattığı deneyde sadece zaman unsuru o da 14 yıl gibi kısa bir zaman unsuru var. Halbuki toplum için hazzı ertelemede hem zaman hem de bencillik yerine özgecilik (diğerkâmlık) var. Diğer insanları, nefsi yerine toplumu düşünmek var. İki engel birden.
Altın gününde altınları cebe attıktan sonra kaybolmak o kadar câzip ki… Veya suçu arkadaşım işledi deyip kurtuluvermek. Şehrin altın değerindeki tek yeşil alanına apartman veya AVM dikivermek. Hazır partide, dernekte liderliği yakalamışken muhalifleri ihraç edivermek. O halde ahlak davranışları nasıl kazanılıyor?
Ahlâk fıtratta var ama… Bencillik de fıtratta var.
Zor görünen bu sorunun iki cevabı var. Birincisi genetik; isterseniz fıtrat deyin.
Ferdin toplum yararına kendi çıkarından vaz geçmesi toplum hayatı yaşayan canlıların genlerine işlenmiş. Çünkü bu davranış, soyun devamı için avantaj sağlıyor. Yarasalar, herhangi bir gece avda şansı yaver gitmemiş oba arkadaşlarını, kendi rızklarından verip besliyorlar. Daha da ilginci, bazı bencil yarasalar bu kurala uymuyor. Uymayan, ihtiyacı olanı beslemeyen yarasa cezalandırılıyor; avlanamadığı zaman ona kimse yardım etmiyor. Şempanzeler yaklaşan bir tehlikeyi, mesela bir kaplanı veya yılanı obaya haber vermek için çığlık atıyor ve bu sırada yırtıcıya kendi yerlerini belli ettikleri için tehlikeli bir fedakârlık yapmış oluyorlar. İnsan da toplum hayatı yaşayan bir tür; o da diğerkâmlıkla donanmış.
Genetiğimizden gelen böyle içgüdülere dinimizde “fıtrat” deniyor. Fıtrat “fatr” kökünden ve fatr, başlangıcından yarmak, kazmak demek. Eh, yedinci asırda “genlere kodlamak” denemezdi her halde: İnsan, mensubu olduğu cemiyetin çıkarını düşünmeye genlerinden programlanmıştır. Ahlâkla ahlâksızlık, iyi insanla kötü insan farkı… Bunu, bütün canlılardaki “önce ben” programıyla cemiyette yaşayanların “önce cemiyetim” programlarından hangisinin baskın çıktığı belirliyor.
Mahalle baskısı güzeldir
İkinci sebep, ahlâksızlıkta tekrarın zorluğudur. Altın gününden bir kere kaçabilirsiniz. Sonra sizi kimse altın gününe çağırmaz. Kazan-kaybet oyunları tekrar tekrar oynanırsa edinilen tecrübe onları kazan-kazan oyununa döndürüyor. Aynı arkadaşıyla tekrar tekrar hapse düşen mahpus artık arkadaşını gammazlamamayı öğreniyor.
Edinilen ahlâklı davranışın cemiyette yerleşmesi, gelenek hâline gelmesi şart. Bu gelenekleşme önce dar çevrelerde oluyor. İyinin de kötünün de adı dar çevrede çıkıyor. Ahiliğin esnaf topluluklarında başlamasının sebebi bu. Esnaf loncaları, toplumdaki dernekler bu sık temaslar sonunda oluşuyor. Bizim esnafımız, bilhassa aynı işi yapanlar da aralarında küçük alışverişleri, senetsiz, çeksiz; güven üzerine yaparlar. Bu bir birini tanımaktan, itibardan kaynaklanır. Tanıma ve itibar da sık temastan… O itibar yıllar içinde tekrar tekrar denenmekle kazanılır ─bir hata ile de sıfırlanır. Sonra ahlâklı küçük topluluklar bütün cemiyeti sarıyor, bütün cemiyete öğretiyor. Sonra o toplum, yaşadığı ahlâkı nesilden nesile aktarıyor. Bu da cemiyetin ahlâk baskısını doğuruyor. Mahalle baskısı her zaman kötü değil. Toplumu toplum kılan o “mahalle baskısı”dır. Din cephesinde de Fazlurrahman’ın, “yaşayan sünnet” dediği işte bu, nesilden nesile devrolunan olumlu davranışlardır.
Ahlaksız mahalleler de var
Fakat bir cemiyette, altın gününe tekrar başvurana “canım herkes çalıyor, gel bakalım, bu sefer de belki biz senden çalarız” diye yaklaşılıyorsa, o cemiyet belini doğrultamayacaktır. “Çalıyor ama çalışıyor”, “biz iktidara gelelim, biraz da bizimkiler yesin”, “müthiş adam, delegelerin çoğunluğu onu istemedi ama ne yapıp yaptı, hepsini tepeledi” gibi ahlâksızlığa methiye düzen yargılar, cemiyetin içine düştüğü kokuşmuşluk çukurundan yükselen kokulardır.
Ahlâkla donanmış, güveni, saygıyı, sevgi ve itimadı içselleştirmiş, “takva” sahibi toplumlarda bu değerler yıllar sürebilen veya hiç sona ermeyen ortaklıklara, dev şirketlere, dünyaya hâkim filolara gider. Ahlâkını kaybetmiş toplumlarda ise demagog ve mutlaka çok yüce liderlerin kuvvet biriktirme çekişmelerine.
Değerleri sayesinde kalkınan, zengin olan sadece Kuzey İtalya değildir. Etnik azınlıklar da zaman zaman “biz” hissi ve aralarında tesis ettikleri karşılıklı güvenle aynı refahı ve başarıyı yakalamıştır. Avrupa’da ve Avrupa-Amerika arası ticarette bazı püritan mezhep mensuplarında, Güneydoğu ve Doğu Asya’da azınlık oldukları ülkelerde Çinliler arasında, Avrupa’da bazı Yahudi mezheplerinde değerlere dayanan itimat ve zenginleşme meydana gelmiştir.
Mehmet Akif’in gözünde Japonlar da böyle bir toplumdur. Onun beyitlerine bakalım:
Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?
Onu tasvire zafer-yâb olamam, hayrettir!
Şu kadar söyleyeyim: Din-i mübinin orada,
Ruh-u feyyazı yayılmış, yalınız şekli: Buda.
…
Müslümanlıktaki erkân-ı sıyanette ferid; Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid.
Doğruluk, ahde vefa, va’de sadakat, şefkat; Acizin hakkını i’laya samimi gayret;
En ufak şeyle kanaat, çoğa kudret varken; Yine ifrat ile vermek, veren eller darken;
…
İhtirasat-ı hususiyye söyletmeyerek,
Nef-i şahsiyi umumunkine kurban etmek…
Akif Japonların Müslüman olmasını bekliyordu. Olmadı. Ama zengin oldular. Bu arada Müslümanlara olanları Akif göremedi, çok şükür.
[1] Bu metin Karar gazetesinde dört ayrı yazı hâlinde yayınlanmıştır.
[2] Francis Fukuyama, “Political Organization and Political Decay”
[3] Robert D. Putnam, “Making Democracy Work- Civic Traditions in Modern Italy”, Princeton U. Press, 1993
[4] Bunu hatırlatan dostum Cihan Turper’e teşekkürlerle.