‘Soykırım İftirası’ Siyasallaşmamalıdır! 

Ermenilerin güdümüne girmiş olan ‘Müfteri Aktörler’ tarafından Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devletine dayatılan mesnetsiz, haksız ve hakikate aykırı ‘Soykırım İftirası’ yanlıştır, siyasallaşmış, baskıcı ve ödün koparıcı bir saldırıdır. Öte yandan Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini dünya kamuoyunda küçük düşürmektedir, rencide etmektedir. Her şeyden önemlisi BM Soykırım Sözleşmenin 4. maddesi, soykırımı suçunu işleyen “gerçek kişilerin”cezalandırılacağını belirtir; tüzel kişi olarak devletin soykırım suçu zanlısı olmasından söz etmediği gibi, soykırım suçu işleyenler, yasalarına göre yetkili olan yöneticiler veya kamu görevlileri ya da özel kişiler olabileceğini bağıtlamıştır. Bu açık bir hükümdür. Ancak yasadışı komitacılıktan, partiye evrilen Taşnaksutyun Partisi 27 Eylül 1919 tarihinde Erivan’da toplanan 9’uncu kongresinde suikast kararları almış ve kararları uygulamak için de bir paramiliter kuruluş ‘Nemesis Örgütü’nü kurmuştur.  Taşnaksutyun Partisi (‘Ermeni Devrimci Federasyonu’-Armenian Revolutionary Federation-ARF) ‘Nemesis Örgütü’ ne Yunan intikam tanrıçası ‘Nemesis’in ismini vermiştir. Bu örgüt aynı zamanda dönemin Rus İstihbarat Servisi ‘Cheka’dan beslenmiştir. Bu örgüt Türkiye ve Azerbaycan’ın seçilmiş devlet adamlarını hedef tahtasına koymuştur. Bu örgüt sistemli, planlı bir şekilde Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı sırasındaki, Azerbaycan Cumhuriyetinin kuruluşundan sonraki yöneticilerine suikastlar tertiplemiş, neredeyse hepsini yargısız infaza tabi tutmuştur. Anımsadınız değil mi? 

BM Soykırım Sözleşmesinin kurallarını, soykırımı savlarını hukuken desteklemediğini anlamış olanlar, şimdilerde “siyasal anlamda soykırım” veya “toplum bilimleri bağlamında soykırım” gibi yeni çerçeveler oluşturmak, soykırım kavramını hukuksal çerçevenin dışına çıkarmak ve oluşturdukları siyasal çerçeveyi uluslararası kurumlara onaylatmak istemektedirler. Bunların ileri sürdükleri dayanak, yargı kararı değil, doğruluğu kendilerinden menkul “soykırım herkes tarafından kabul edilen bir tarihsel gerçektir” savıdır. Doğrudan Türkiye’yi hedefleyen bu siyasal saldırıya karşı siyaseten üç metotla karşı konulabilir. Bunlardan birincisi misliyle cevap vermek, ikincisi bu iftiranın yanlış olduğunu alan araştırmaları (case studies) ile kamuoyunun önüne koymak, üçüncüsü de olayı hiç olmamışçasına (keen lem yekûn)addedip, sessizliği muhafaza etmektir.  Misliyle yanıtlamanın en olumsuz şekli, “ABD ‘nin Soykırım Tarihi” ni ortaya koyup misliyle cevap vermektir. Yanlıştır. Neden? Çünkü bu şekilde cevap veriş, zımnen ‘Ben yaptım ama sen de yaptın” demektir. Bir başka ifadeyle, “ABD ‘nin Soykırım Tarihi” ni ortaya koymak ‘Ermeni Soykırımı’ iftirasını göreceli olarak kabul etmek demektir. İkincisi bu iftiranın yanlış olduğunu ‘alan araştırmaları’ (case studies) ile kamuoyunun önüne koymak da bir o kadar hatalı bir tutumdur. İnisiyatifi doğrudan doğruya karşı tarafa vermek, karşı tarafın mağdurluğunu ön koşullu olarak kabul etmek demektir. Çünkü Ermeniler ve Ermenistan Devleti ortaya koydukları külliyetli miktardaki yayınlarla dünya kamuoyunu soykırıma ikna etmişlerdir. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Biden’ın ‘Soykırım’ açıklamasından sonra 24 saat sessiz kaldığı gibi açıklandığı andan itibaren bir anlam ifade etmez moduyla hareket etmektir. Uluslararası ilişkiler jargonunda bu üç durum da birer karşı hareket tarzıdır. Bu hareket tarzlarından bir ve ikincisi mevcut durumu siyasallaştırır, ama üçüncü durum hem karşı tarafı ifrit eder hem de meselenin siyasallaşmasına izin vermez. Sorunun siyasallaşması son derece tehlikeli bir durumdur. Meselenin siyasallaşması süratle olayı hem uluslararasılaştırır, hem de uluslararası bir politik veçhe kazandırır. Her iki durum da yanlıştır. İşte bu nedenle bu konuda benzer şekilde Avrupa kıtasında yapıldığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından ‘Bekle Gör’ politikası benimsenmeli ve ‘Soykırım İftirası’ asla ve kat’a siyasallaşmamalıdır!

Siyasallaşmamalıdır derken şunu söylemeye çalışıyorum, hukukî kavramlarla meseleyi iki kelimeyle ifade edeyim. ABD Başkanı Biden’ın 24 Nisan 2021 tarihinde Yüce Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini hedef alarak söylemiş olduğu ‘Ermeni Soykırımı’ ifadesi ya butlandır ya da ‘Keen Lem Yekûn’dur. Şunu demeye getiriyorum, bu konuda hukukî bakımdan butlanda bir eksiklik vardır, bu nedenle geçersizdir, hükümsüzdür ya da söylenilen söz, yok hükmündedir, hiç oluşmamıştır. Bu iki seçenekten biri ya da ikisi birden kabul edilmeli ona göre davranılmalıdır. Özel hukuk kavramı olan butlan, hukuki bir işlemin kurucu unsurlarında mevzuatta öngörülen şartlar sağlanmış iken, geçerlilik şartlarında yasada öngörülen zorunlu bir unsurun eksik olması durumunu ifade etmektedir. Batıl kelimesinden türemiş olan butlan kavramı, terminolojik olarak geçersizlik, hükümsüzlük gibi kavramlara denktir. (1)

Temkinle ve teenni ile hareket eden Türk milletinin kadim soydaşları Kızılderililer bu konuda Türkiye Cumhuriyeti’nin yolunu aydınlatmaktadır. Şöyle ki:

Birkaç Kızılderili bir dağ yolcuğunda, beyaz adama eşlik etmektedir. Yolculuk zorludur. Beyaz adam beklemeyi istemediği için, hemen zirveye ulaşmak ister. Hedefe odaklanmıştır. Kızılderililer ise biraz tırmandıktan sonra oturup geldikleri yöne doğru bakarlar. Beyaz adam tekrarlanan bu durumun yolunu yavaşlattığını düşünür. Anlam veremez ve sorar:

“Neden iki de bir durup oturuyorsunuz?”

Kızılderili’nin verdiği cevap, ruhunu dinlendirip, yaşadıklarını demlendirmeye çalışan herkes için bir yanıt sunar:

“Çok hızlı hareket ettiğimizde ruhumuz gerilerde kalır, arada bir durup onun gelmesini bekliyoruz” der. (2) 

Sanıyorum mesele anlaşılmıştır. Kim ne derse desin yasama meclisleri, parlamentolar, yerel yönetimler, belediye encümen ve meclisleri, sivil toplum örgütleri, dernekler kısaca sivil inisiyatif tarafından alınan kararlar Türkiye Cumhuriyeti’ni bağlamaz. Şunu söylemeye çalışıyorum sevgili okurlar.  ‘Soykırım İftirası’ ‘CIA’sallaşmamalıdır, bu konuda istihbarat örgütlerinin hedefi haline gelmemelidir. Çünkü tuzu kuru aktivist Ermeniler, Yahudi Soykırım taktiklerini kullanarak dünya kamuoyunu kandırmışlar, bir ‘Kandırık Ermeni Soykırımı’ hüheylası yaratmışlardır. Yoğun bir biçimde “Türkiye ve Türk insanı üzerine inkâr politikalarından vazgeçin, Soykırım iftirası ile yüzleşin ve Ermeni toplumsal travmasını bitirin. ‘Soykırım Nesilleri’ kampanyalarını durmaksızın dolaylı bir biçimde yapmışlardır. Genelde ‘3T’ ile özetlenmeye çalışılan bu kampanya, aslında ‘5T’ ile betimlenmektedir. “Toplumsal Travma’yı sonuçlandırma, Soykırım’ı Tanıma, Uluslararası zeminde Resmen Tanınma, Tazminat ve Toprak talebi.” Bir başka talep de adaleti sağlayabilmek için Türk insanı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni; Arjantin, İspanya, Portekiz ve Almanya devletleri gibi özür dileme kervanına katmaktır. ‘Yes sir’ denilmelidir. Aynen Kıbrıs Türkleri gibi ‘Yes be annem’ söylenilmelidir. Söylemem odur ki ne Türkiye Cumhuriyeti ne de Türk insanı bu oyuna gelmemelidir. 

Soykırım suçu ciddi bir suçtur, zaman aşımı mürur-u zamanı yoktur. Soykırım tartışmaları hele ki 106 yıldır bu dorunu canlı tutmaya muvaffak olan tuzu kuru Ermenilerle bu sorun tartışılırken, şu üç husus ön planda tutulmalıdır. Bunlardan birincisi “kavramsal çerçeve” (conceptual framework); ikincisi “yasal çerçeve” (legal framework)üçüncüsü ise “kuramsal çerçeve” (theoretical framework)’dir. Bu konularda bilgisi olmayan her sahada hikmetinden sual edilmez, kendisinden menkul kişilerle konuşulmamalıdır, hele hele hiç tartışılmamalıdır. Hikmet sözcüğü, hüküm, hâkim, hekim, hakem sözcüğü gibi aynı kökenden gelir. Etimolojik olarak hekimlerle hakimler meslektaş sayılabilir, daha doğru ifade ile her iki meslek grubu da işlerini yaparken aynı yöntemi yani bilgiyi, bilgeliği, felsefeyi kullanırlar, hikmet sahibi olarak hareket ederler. Bu nedenle “hikmetlerinden sual olunmaz!” Gelin görün ki, ekranlarda medyatör diye birileri türemiştir, bunlar liyakat üzere değil sadakat ile ekranları kapladıklarından söyledikleriyle vicdanları yaralarlar. Neden? Nedeni açık onlar liyakatle değil, sadakatle televizyon ekranlarını doldurduklarından, ülkenin hayati meselelerini de içinden çıkılmaz hale getirdiklerinden attıkları taş ürküttükleri kurbağaya değmemektedir. Sadece bu olsa iyi dersiniz, söyledikleri altı doldurulamayan boş sözler gayya kuyusuna atılan şeytanın bile çıkaramayacağı taş mertebesindedir. Derede gevezelik yapan bir kurbağayı korkutup susturmak için muhtemelen kocaman bir taşı zorla yerinden söküp dereye yuvarlayan kişi mertebesindedir durumları. Mesele kurbağa ürkütmek değil, mevzu ise, kurbağaya değdirmek değildir. Ama birilerine hizmet etmektir. Yaptığı iş ürküttüğü kurbağaya değmemektir. Türkçesi verdikleri zarar, yarardan fazla olması bile değil etrafa zarar vermekten başka bir şey değildir.

Şimdi yapılan yanlışları hep birlikte ele alalım, hataları bir bir gözden geçirelim. Bir kere her şeyden önemlisi mesele, bir “Ermeni Meselesi”“Ermeni Sorunu ya da Sorunsalı” (Armenian Question) değildir. Meseleyi bu şekilde koyduğunuzda Türk İnsanının ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir “Ermeni Meselesi”“Ermeni Sorunu ya da Sorunsalı” vardır, diyorsanız, o zaman Ermenilerin ve Ermenistan Cumhuriyeti Devletinin bir “Türk Meselesi”, “Türk Sorunu ya da Sorunsalı” vardır iddiasını kabul ediyorsunuz, demektir. Tekraren ifade edeyim, mesele, bir “Ermeni Meselesi”, “Ermeni Sorunu ya da Sorunsalı” (Armenian Question) değildir. Bu aynen Batı’nın meydan okuyan (Challenge&Respond Tezi kapsamında) yayılmacı ve Hıristiyanlığını yaymak demek olan Batıcılığı (Oksidentalizm)’na karşı, doğu halklarının ortaya koymuş oldukları karşı koymacı Şarkiyatçılık (Oryantalizm) gibidir. Bu mesele “Türk-iye/Ermeni-stan İhtilafı”dır, 1915 Olayları ‘Toplumlararası Çatışmalar (inter-communal conflict)’dır. Bu mesele neden her iki tarafın halkları arasında ve devletlerarası bir ihtilaftır? Şimdi de bu soruyu yanıtlamaya çalışalım. Mesele bir ihtilaftır.  İhtilaftır, çünkü taraflar arasında görüşlerinde bir anlaşmazlık, bir aykırılık, bir uyuşmazlık, bir fikir ayrılığı vardır. Herkes kendi düşüncesinin, çözümünün doğru olduğunu iddia etmektedir.  ‘İhtilaf etmek’, tarafların düşünsel ya da farklı düşünmesi sonucunda ortaya çıkan bozuşma durumudur. Taraflar kendi düşüncesinin, çözümünün doğru olduğuna inanmaktadır. Taraflar, tam anlamıyla ihtilafa düşmüşler, bu nedenle kırmızı çizgilerini çizdiklerinden bozuşmuşlar, anlaşamamaktadır, uyuşamamaktadırlar. Aynen KKTC ile GKRK arasında günümüzde yaşanılan uyuşmazlık durumunu ifade etmektedir. Malum uyuşmazlık durumu iki farklı olayın birbirinden ayrışması üzerinden gerçekleşmektedir. Bu durum yılların bırakmış olduğu bir sorunsalın bıraktığı tortudur. Bu konudan mülhem olarak Türkiye’nin bir ‘Kürt Sorunu’ yoktur, Türkiye’nin bölgelerarası farklılıklar vardır, devletin çözmeye çalıştığı ihtilaf budur. 

İkinci konu “Tehcir Meselesi” söylemi, ‘Tehcir Kanunu” sorunsalıdır. İzin verirseniz, çok önemli olduğu için bu yanlışlığı huzurlarınıza bir kez daha getirelim. Efendim, bu ifade hem kavramsal hem de yasal çerçeve bakımından yanlıştır. Peki neden hatalıdır? Her şeyden önemlisi, bu konuş işgal kuvvetleri ağzıyla konuşmak olduğu için yanlıştır, Komiteci Ermeni ağzıyla ifade edildiği için yanlıştır. Arapça ’da olduğu gibi doğrudan Türkçeye intikal eden ‘tehcir’sözcüğü İngilizce «deportation» anlamında olduğu için yanlıştır.  Bir Arapça sözlükte, ‘hecere’den türetilen ‘tehcir sözcüğü’ zorla göç ettirilen insanların üzerlerinden her bir şeyleri alınarak öğle sıcağında yürütülerek sınır haricine zorla göç ettirmek, demektir. 1951 BM Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması sözleşmesine göre insanlığa karşı işlenen suçlardan bir tanesidir. Sadece bu kadar mı? Hiç olur mu? Cenevre’de Uluslararası ve Gelişim Çalışmaları Enstitüsü (Graduate Institute of International and Development Studies) ‘nde Uluslararası Hukuk Profesörü olan Vincent Chetail, “hem uluslararası hem de uluslararası olmayan silahlı çatışmalarla ilgili savaş suçuna koşut olarak sivillere yönelik yaygın veya sistematik bir saldırının parçası olan ‘tehcir’ (sınır dışı edilme), insanlığa karşı bir suç teşkil edebileceğini” ortaya koymaktadır. (3) İşte bu nedenle temcit pilavı gibi, gerekli gereksiz “Tehcir” sözcüğünü kullanmak yanlıştır. 

Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin özellikle Van ve çevresinde isyan etmeleri ve Ruslarla iş birliği yapmaları Osmanlı ordusunu zor durumda bırakmıştır. 18 Mart 1915 Deniz Zaferinden sonra görülmüştür ki, Birinci Dünya Savaşı içerisinde işbirlikçi Ermeniler özellikle doğudaki Rus ilerlemesini kolaylaştırmakta, cephe gerisinden Türk savunmasını çökertmeye uğraşmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle, Osmanlı Devleti içerisinde Çarlık Rusya’sı adına beşinci kol faaliyeti yürüterek hem Türk Ordusu arkadan vurulmakta hem de Ermeni çeteleri tarafından silahsız, korunmasız masum Osmanlı vatandaşları katledilmektedir. Başkent İstanbul’daki dirijan, öncü, önder gurubu olan Ermeni entelektüelleri Ermeni çetelerinin provokatör kışkırtıcılığını üstlenmişlerdir. Çoğunlukla Protestan teoloji semineri şeklinde 437 yerde örgütlenen ‘Amerikan Misyoner Board’ örgütü de bu sistemli etnik temizliğin yardım ve yataklık görevini üstlenmiştir. Amerikan misyonerleri sadece diğer istasyonlar ve Protestanlarla işbirliği içinde kalmayıp, aynı zamanda Gregoryen Ermenilerle de işbirliği yapmışlardır. (4) Bu karşı koymaya karşı Osmanlı Dahiliye Nezareti tarafından verilen bir genelge ile İstanbul’daki Taşnaksutyun, Hınçak, Ramgavar ve benzeri örgütlerin dirijan provokatör konumundaki ele başları tutuklanmış, gözetim altına alınmışlar ve Çankırı ve Ayaş’a gönderilmişlerdir. Bu bağlamda iktidarda olan İttihat ve Terakki Hükümeti çeşitli Çanakkale Savaşı kara muharebelerinin başlamış olduğu 24 Nisan 1915 tarihinde alınan önlemler çerçevesinde, Ermenilerin bu bölgelerden çıkarılarak ülke içinde başka yerlere sevki gündeme gelmiştir. (5)  Osmanlı hükümeti 27 Mayıs 1915 (14 Mayıs 1331) tarihinde “Vakt-i Seferde İcraat-ı Hükümete Karşı Gelenler için Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun-ı Muvakkat” kabul edilmiştir. (6) Tam anlamıyla “Zorunlu Geçici Göç Yasası” olarak anılması gereken bu kanun 1 Haziran 1915 tarihli Takvim-i Vekayi’de yayınlanmasının ardından yürürlüğe girmiştir. (7)

Efendim öncelikle hatırlatalım, soykırım suçunun zaman aşımı, mürur-u zamanı yoktur. Ciddi bir suçtur. Bu suç hem bir savaş suçu hem de insanlığa karşı işlenen suç kapsamındadır. Oysa atalarımız ‘Tehcir’ sözcüğünü savaş sırasında resmi olarak kullanmamışlardır.  Geçici yasanın en önemli iki maddesi bir ve ikinci maddesidir:

“Madde 1- Vakt-i seferde ordu ve kolordu ve fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki’ kumandanları ahali tarafından herhangi bir suretle evamir-i hükümete ve müdafaa-i memlekete ve muhafaza-i asayişe müteallik icraat ve tertibata karşı muhalefet ve silahla tecavüz ve mukavemet görürlerse derakab kuvâ-yı askeriye ile en şiddetli surette te’dîbât yapmaya ve tecavüz ve mukavemeti esasından imha etmeye me’zûn ve mecburdurlar.”

Görüldüğü gibi yasanın birincisi maddesi hükümetin buyruklarına, ülke savunmasına ve asayişin korunmasına karşı gelenleri hedeflemiştir. Başka bir deyişle Ermeniler için özel bir yasa çıkarılmamıştır. Yasa geçicidir. Önemle ifade ediyorum, hükümete silahlarla, sabotajlarla karşı gelenler hedef alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin savaş sırasındaki aydınları ve aydınlık yüzü olan Bağımsız Tugay, Tümen, Kolordu ve Ordu Komutanları ya da vekilleri karşı gelenleri etkisizleştirmek ve bu yasayı uygulamakla görevlendirilmişlerdir. İkinci madde de ise köy ve kasaba ahalisinden suç işleyenlerin bireysel olarak ya da toplu olarak bir başka yere sevk ve iskân ettirilebileceğiyle ilgilidir:

“Madde 2- Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları icâbât-ı askeriyeye mebni veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri kurâ ve kasabât ahalisini münferiden veya müctemi’an diğer mahallere sevk ve iskân ettirebilirler.”

Geçici yasanın ikinci maddesi bağımsız Tugay Komutanları dışında ordu ve müstakil kolordu ve fırka komutanları askeri zorunluluklar nedeniyle veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri köyleri ve kasabaların halkını fert olarak ya da topluca diğer yerlere sevk ve iskân ettirebileceğine hükmetmektedir. Geçici yasanın can alıcı içeriği işte bu. Ayrıca zorunlu göçe tabi olacaklara hazırlanmaları için 15 gün müsaade verilmiş, yer değiştirme (displacement) esnasında aile bireylerine günlük yevmiye ödenmiştir. Gittikleri yerlerde, Suriye’nin kuzeyinde uygun taşınmaz mallar kendilerine tahsis edilmiştir. Suriye’nin kuzeyinde ne Halep ne Rakka ne de Deyrizor bölgesinde Serebrenitza gibi hiçbir toplu mezara rastlanmamıştır. 

Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul 13 Kasım 1918 tarihinde 61 parça gemi ile işgal edilmiş, İtilaf Devletlerinin savaş gemilerinin topları saraylara, Meclis-i Mebusan’a, Meclis-i Ayan’a, devlet dairelerine doğrultulmuştur. İşte bu ortamda ‘yer değiştirme’ (displacement)’ın yerine ‘tehcir’ kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Yer değiştirme esnasında görevli bulunanlardan görevlerini suiistimal edenlerin yargılanması, Mondros Mütarekesi sonrasında ağır şartlar altında görev yapan İttihat ve Terakki Partisi karşısında acımasız muhalefet yapan Hürriyet ve İtilaf Partisi hükümetlerin en önemli ve onları en çok meşgul eden konulardan birisi olmuştur. İşte bu nedenle “Tehcir Meselesi” İtilaf Devletlerinin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmak için kullanabilecekleri en uygun araç olarak görülmüştür. Gerek işgal kuvvetlerinin devletin iç işlerine müdahalelerini önlemek gayesiyle, gerekse bir takım iç politik hesaplar nedeniyle yer değiştirme sırasında görevlerini suiistimal ettikleri ileri sürülen memurların yargılanmasına daha doğrusu kurban verilmesine karar verilmiştir. Bu bağlamda, Divan-ı Harb-i Örfi mahkemelerinin kurulması 14 Aralık 1918 tarihinde Bakanlar Kurulu’nda karara bağlanmıştır. Teşkilat ve çalışma esasları belirlenen Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemelerinin ilki 16 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da kurulmuştur. İstanbul’un dışında, İzmir, Antep, Tekfurdağı(Tekirdağ), Bursa, Van, Beyazıt ve Samsun’da Divan-ı Harb-i Örfi mahkemeleri kurulmuştur. Böylelikle yer değiştirme suçlularını yargılamak üzere sekiz olağanüstü mahkeme oluşturulmuştur. Bu mahkemelere Dersaadet İstinaf Mahkemesi üyesi Artin Mosdicyan (?), sorgu hâkimliklerine Beyoğlu Bidayet Mahkemesi üyelerinden Moiz Zeki, Misak Makaryan atanmışlardır. Divan-ı Harb-i Örfi’de ilk olarak, 5 Şubat 1919 tarihinde, “Yozgat Tehciri Davası” ile yargılamalar başlamış, daha sonra, ‘Trabzon Tehciri Davası’, ‘Büyükdere Tehciri Davası’, ‘İzmit Tehciri Davaları’, ‘Musul Tehciri Davası’, ‘Elâzığ Tehciri Davası’ olarak adlandırılan davaları görülmüştür. (8) Sanırım bütün bunlardan sonra neden “Tehcir” sözcüğünün kullanılmaması daha iyi anlaşılmaktadır. 

Bu konuda son derece tehlikeli ikinci sözcük ise pek sıkça kullanılmamakla birlikte ‘taktil’ kelimesidir. Anlamı ise son derece ürkütücüdür, ‘katilleşme’ demektir. Bu sözcük “1894-96 Olayları, 1909 Adana Olayları ve 1905 Olayları” için yurtdışında yoğun bir biçimde kullanılmaktadır. Toplu Katliam (atrocities)’a, kitleler halinde katletme işine verilen addır. Osmanlı / Türkiye tarihinde genellikle ‘tehcir’le birlikte zuhur eden olaylar için Ermeniseverler tarafından yoğun bir biçimde kullanılmaktadır. Bu ‘taktil’ kelimesi Ermenisever, toplumsal travmadan nasibini almış Ermeni vatandaşlarımız sadece Ermeni Soykırımına kilitlenmiş sözde sübjektif uzmanlar tarafından yoğun bir biçimde kullanılmaktadır. Tarih Vakfı’nın düzenlediği ‘1915’ten 2015’e Tehcir-Taktil-Soykırım’ başlıklı etkinliktir. Bir diğeri ise ‘Tehcir ve Taktil’sözcüklerinin birlikte kullanıldığı bir meydan okuma kitabıdır.  Prof. Dr. Vahakn Dadrian ile şimdilerde ABD’de Clark Üniversitesinde çalışan Prof.Taner Akçam’ın birlikte derledikleri “Tehcir ve Taktil – Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları”dır. Kitabın alt başlığı ise “İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922” dır. Bu kitapta, Ermenilere uygulanan sürgün ve katliamlarla ilgili ittihatçılara açılan davalara ilişkin bilgi ve belgelere yer verilmiştir. Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki, hemen her devirde iktidara gelen Türk siyasî partilerinin kendinden önceki iktidardaki partiyi devr-i sabık yapma çalışmaları görülmektedir. İşte bu nedenle iktidara gelen Hürriyet ve İtilaf Partisi, İşgal Kuvvetleri Komutanlığı ile el birliği yaparak bir devr-i sabık yaratılması eylemine önem vermiştir. Maalesef bu durum, bırakın ülkenin kurtarılmasını, işbirlikçi rolüne soyunulmuş, bu durum tüm ülke meselelerin önüne geçmiştir. Oysa yapılması gereken, doğrusu Ziya Gökalp’in literatüre kattığı ‘mukatele’ sözcüğünün egemen kılınmasıdır. Son derece yerinde bir tespitle 1915 olayları, karşılıklı öldürüşmedir, toplumlararası çatışma (inter-communal conflict)’dır. 

Bir başka konu ise Yahudi Soykırımına dair sözcüklerin Türk entelicansıyası tarafından sıkça kullanılmasıdır. Yanlıştır. Holokost (Holocaust) Yahudi Soykırımıdır ve tektir. ‘Ermeni Holokost’u yoktur, toprağı bol olsun Bilkent Üniversitesinden değerli meslektaşım, Prof.Dr. Stanford Shaw’ın belirttiği gibi, ‘Osmanlı Holokostı’ (Ottoman Holocaust) vardır. Diğer bir yaygın sözcük ise ‘Ermeni Diasporası’(Armenian Diaspora)’dır. Çok büyük yanlıştır. İsrail dışındaki Yahudiler için kullanılan, ‘diaspora’ sözcüğü sadece ve sadece Yahudilere aittir. Yahudi soykırımı terminolojisinde yer alır. Yahudi Soykırımı terminolojisini kullanmak açıkça ve göreceli olarak Ermeni Soykırımını da kabul etmek demektir. Kesinlikle kullanılmamalıdır. 

Tarih, belge ve kanıtlara dayalı bir bilim dalıdır. Olay ve olguların ele alınmasında kanıtların değerlendirilmesi amacıyla birçok bilimden faydalanılır. Kuşkusuz, yeni bulunan kanıt ve belgeler tarih bilgisini değiştirebilir. Bu değişim, bilinmeyen yeni bir bilginin öğrenilmesi şeklinde olabileceği gibi bilinen bir bilgiyi yanlışlayıp doğrusunu da ortaya koyabilir. Tarihin başta coğrafya olmak üzere jeoloji, arkeoloji, onomastik (Tarihin öznesi kişilerle uğraşan bilim) ve etimoloji gibi birçok farklı bilim dalından yararlanabileceğini göstermesi açısından da önemlidir. Tarihî olaylar olayın yaşandığı dönemin koşullarının, coğrafyasının bilinmesi ve değerlendirmelerin geçmişin koşullarına göre yapılması gereklidir. 

Bütün bunlardan sonra demem odur ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan gerek uluslararası hukuka gerekse BM Soykırım Sözleşmesine göre konuyla ilgili terimleri gerçekten de yerli yerinde kullanmaktadır. Öncelikle, bu konuda konuşmasına izin verilen devletçi seçkinler, siyasetçiler, medya erbabı muhabirler, üzerine vazife olmayan ve fakat medyatik olmak isteyen akademisyenler ve gazeteciler Cumhurbaşkanının kullanmış olduğu sözcükleri bu ihtilafı tartışırken kullanmalıdırlar. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin soykırım iftarasını dayatmaları karşısındaki temel söylemi, 1915 olaylarının, 1951 BM Soykırımı Sözleşmesi bağlamında kasıt (intention) ve saik (Motivation – özendirme)’den yoksun olduğu cihetle bir soykırım olarak nitelendirilemeyeceği savıdır. Bu savı kanıtlayan resmî belgeler ve gerekçeli hükümler Osmanlı Devleti’nin Arşivlerinde yoğun bir biçimde bulunmaktadır. Bu konu bir “Ermeni Meselesi”, ya da “Ermeni Sorunu ya da Sorunsalı” (Armenian Question) değildir. Bu konu “Türk-iye/Ermeni-stan İhtilafı”dır, 1915 Olayları ‘Toplumlararası Çatışmalar (inter-communal conflict)’dır. Daha doğru bir ifadeyle bu konu tartışmalı olduğu için, karşı görüşlerin düşünceyi açıklama özgürlüğü çerçevesinde belirtilmesi de herhangi bir suç teşkil etmez. Son söz olarak, ‘Soykırım İftirası’ siyasallaşmamalıdır! sevgili okurlar. 

Dipnotlar:

(1) Samet Can Aslan, “Butlan Nedir?” HUKUKBLOG, 20 Şubat 2020; https://hukukiblog.com/ozel-hukuk/butlan-nedir/Erişim Tarihi 02 Mayıs 2021/

(2)  Banu Avşar, “Dinlenmek mi, Demlenmek mi?” Zafer Dergisi, Temmuz 2012; https://www.zaferdergisi.com/makale/13250-dinlenmek-mi-demlenmek-mi.html/Erişim Tarihi 02 Mayıs 2021/

(3) Vincent Chetail, “Is there any Blood on my Hands? Deportation as a Crime of International Law” (Ellerimde kan var mı? Tehcir, Uluslararası Hukuka göre bir Suç mudur?), Refugee Legal Aid Information Dergisi, s.923; https://www.refugeelegalaidinformation.org/sites/default/files/uploads/Chetail%20Is%20There%20Any%20Blood.pdf/ErişimTarihi 02 Mayıs 2021/

“Parallel to the relevant war crime in both international and non-international armed conflicts, deportation can amount to a crime against humanity provided that it is part of a widespread or systematic attack against civilians.”

(4) Özgür Yıldız, “Sivas Öğretmen Koleji”, İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü, Avrasya İncelemeleri Dergisi (AVİD), I/1, İstanbul, 2012, s 146

(5) Konuyla ilgili Başkumandan Vekili Enver Paşanın Dahiliye Nazırı Talat Bey’e gönderdiği

yazı için bkz: Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1983, s.206. 

(6) Kamuran Gürün, age., s .214 

(7) Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü 1915-1917, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2005, s. 44-45.

(8) Akın Çelik, Mütareke Dönemi İstanbul Basınında Tehcir Davalarına Yönelik Tepkiler, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, Yıl: 2012/1, Cilt:11, Sayı: 21, s. 4

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen