Mustafa KESKİN
“Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile; eskiye de eski olduğu için işe yaramaz gözüyle bakıyoruz.”[1] Bu psikolojik tahlil, insan dediğimiz varlık için ne kadar geçerliyse, onun tümeli olan toplum ve devlet için de o kadar geçerlidir. Böyle bir durum, ya insan-devletin dön(üşü)m ve değişim süreçlerinde yaşanır ya da yıkım anlarında gerçekleşir. Bu açıdan ortaya çıkması muhtemel sonuç da bir yıkım psikolojisi olacaktır. Eğer, insan-devlet kendi varoluş bilincini oluşturamamışsa, kendisine ait olanla kendisine ait olmayan arasında bir tercihsizlik ve kararsızlık yaşayacaktır. İki arada bir derede sıkışıp kalma durumu olarak ifade edebileceğimiz bu çelişki, ister istemez yaşamımızı da etkileyecektir. Sanatımızda, eğlencemizde, ahlakımızda, muaşeretimizde, istikbal tasavvurlarımızda daima bu ikilik karşımıza çıkacaktır. Tanpınar’ın “Satıhta yaşarken mesut oluyoruz, derine iner inmez kayıtsızlık ve kötümserlik başlıyor.”[2] diye ifade ettiği durum tam olarak bu psikoloji anlatmaktadır.
Her devlet kendi kimliğini oluşturma, yaşatma ve geleceğe taşıma içgüdüsüyle hareket eder. Bunu da gelecek zaman, mekân ve zihniyet parametleri içerisinde düşünsel haritalar ortaya koyarak gerçekleştirir. Bu haritaları ortaya koyabilmenin şartı ise, yukarıda ifade ettiğimiz çelişkili durumu ve paradoksu ortadan kaldırmaktır. Bunun anahtarları da güçlü bir varoluş konsepti, kültür-medeniyet tasavvuru ve medeniyetin ben idrakidir.
Varoluş Konsepti
Her devletin kendine özgü karakteri ve geleneği olduğu gibi, aynı mihvalde bir dış politika karakter ve geleneği vardır. Bu karakter ve gelenek adeta devletlerin kader çizgileri gibidir. Bu kader anlayışı çerçevesinde her devlet kendi kimliğini oluşturma, yaşatma ve geleceğe taşıma içgüdüsüyle hareket eder. Bunu da gelecek zaman parametreleri içerisinde haritalar ortaya koyarak gerçekleştirir.
Tarihin akışı içinde ve halen varlığını devam ettiren her kültür ve medeniyet kendi varoluş gerçeğini “ne-nasıl-niçin” sorularıyla anlamlandırmaya çalışır. Bu soruların cevapları kendi öz varlığı ve varoluş gerçeğinin kültür niteliklerini temsil ve ifade edecektir. Bu durum insan için ne kadar geçerliyse, devlet için de o ölçüde geçerli ve gerçekçidir. Bir milletten bahsedilirken, muhakkak onunla beraber üretilmiş bir tarih ve o tarihin ruhu demek olan kültür söz konusudur. Yaşayan kültür, yaşanmış ve yaşanacak olan tarihin ruhunu oluşturur.
Kendilerine ait tasavvurları olmayan devletlerin, ister adı modernleşme olsun isterse çağdaşlaşma olsun, başkalarına ait zaman haritalarını taklit etmekten başka bir seçeneği yoktur. Yenilenme, vizyon, gelecek, tasavvur, tahayyül, hayal kelimeleri muhteviyat olarak birbirine yakın; derinlik ve varoluş konsepti açısından kaliteleri birbirinden farklı kavramlardır. Ancak hepsinin çıkış noktası “Düşünüyorum, öyleyse varım.” mantığında kendisini gösteren, düşünmek ve var olmak kelimeleridir. Düşünüyor olmak ve var olmak, düşünsel ve zihinsel varoluş bilincini yansıtmaktadır.
Varoluş, bir şeyin oluş halinde olmasını ifade eder. Oluş, bir varlığın dönüşmesi, kendi öz ilkelerine göre kendini gerçekleştirmesidir. Oluş, dönüşümü ifade ederken, varoluş hem var olanın kendisini hem de oluşu ifade etmektedir. Bir toplumun varoluşu, hem insanlar bütünü olarak varlığını hem de bu insanları belli bir toplum haline getiren değerleri içermektedir. Dolayısıyla, değerler hem toplumun varlık kazanmasını sağlar hem de toplumun kimliğini belirler.
Bil(ebil)en bir varlık olarak insan tabiatı gereği bir varoluş konseptine, çerçevesine sahip olmak durumundadır. Bir dünya görüşü olarak beliren bu konsept aynı şekilde toplumlar ve devletler için de geçerlidir. Varoluş kültürel bir süreçtir. Medeniyet ise bir varoluş durumu ve biçimi olarak kendisini aşamalar ve neticeler olarak ortaya koyar. “Kültür zamanda, medeniyet ise mekânda varoluş biçimleridir.”[3] Bu açıdan tarih, insanla coğrafyanın mücadelesinden ibarettir. Tarihin bir numaralı aktörü insan zekâsıdır. Peki ya zekâ havuzu olan insanla o havuzun derinliği olan coğrafya arasında nasıl bir ilişki vardır? Ya da insanın coğrafyayla olan münasebeti coğrafi-insan tanımlamasından mı ibarettir? İşte insanoğlunun uzun hayat serüveni de bu noktada başlıyor. İlk başta anlamsız gibi görünen bu soruları biraz yakından incelediğimizde karşımıza kültür ve medeniyet kavramları çıkıyor.
Kültür ve Medeniyet
Kültür ve Medeniyet sözcükleri, yaşamsal öneme sahip, gizemli ve sarnıç gibi tarifsiz iki kelime. Bazen farklı formlarda ve kullanımlarda görürüz bu kelimeleri. Kimi zaman Ziya Gökalp’in kullanımıyla kültür ve uygarlık olarak çıkar karşımıza, kimi zaman da İbn-i Haldun’un kullanımıyla “irfan ve umran”[4]. Toynbee kültür yerine medeniyeti kullanır.
Kültür sözcüğü Cultura’dan geliyor. Latincede, Colere, sürmek, ekip-biçmek anlamında kullanılıyor. Culture sözcüğü 17. Yüzyıla kadar Fransızca ’da aynı anlamda kullanıldı. “Culture sözcüğünü ilk kez Voltaire, insan zekasının oluşumu(esprit), gelişimi, geliştirilmesi ve yüceltilmesi anlamında kullanılmıştır.”[5] 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde, Fransızlar ve İngilizler, uygarlık(civilisation) sözcüğünü kültüre tercih ediyorlardı.
Ziya Gökalp’e göre kültür ve uygarlık arasında hem bir birleşme, hem de ayrılık noktası vardır. İkisi de toplumsal hayatta yer alır. Toplumsal hayatlar şunlardır : “Dinsel hayat, ahlaksal hayat, hukuksal hayat, kurgusal hayat, sanatsal (güzel duyusal) hayat, iktisadi hayat, dilsel hayat, bilimsel hayat. Bu sekiz türlü toplumsal hayatların tümüne birden kültür adı verildiği gibi uygarlık da denir.[6] Bu unsurlar birleşme ve benzerlik noktasıdır. Farkları ise; kültür ulusal olduğu halde, uygarlık uluslararasıdır. “Uygarlık aynı gelişmişlik düzeyindeki birçok ulusların toplumsal hayatlarının ortak bir toplamıdır. Örneğin, Avrupa ulusları arasında bir ortak Batı uygarlığı vardır. Bunun içinde de birbirinden bağımsız olarak bir Fransız, Alman, İngiliz kültürü vardır.”[7]
Kültür ve kültürler olduğu gibi medeniyet ve medeniyetler de vardır (Uzak doğu Medeniyeti, Çin-Hint Medeniyeti, Roma Medeniyeti, Türk-İslam Medeniyeti ve Batı Medeniyeti.). Birincisi bütün insanlığa aittir, ikincisi zaman ve mekânda dağınık.[8] Medeniyetler zamanın ve mekânın ruhunda hissettirirler varlıklarını. İster kültür ister medeniyet olsun, bunlar birbirine bağlı, ritimleri farklı olsa da birbirini etkileyen ve besleyen kavramlardır. Tarihiyle, derinliğiyle, cephesiyle ve diğer unsurlarıyla. Dil tarihi, edebiyat tarihi, hukuk tarihi, ilim ve teknik tarihi, sanat tarihi, dinler tarihi diyerek uzattıkça uzatacağımız kategoriler. “Kültür deyince biz, milletin içinde bulunduğu, medeniyetin şartlarına göre yarattığı bütün dil, ilim, sanat, felsefe, örf ve adetleri ve bunların mahsulleri toplamını anlıyoruz.”[9]
Kültür maddi ve manevi olan her şeyi işlemek ve onu geliştirmek suretiyle adeta kilim gibi dokumaktır. İnsan coğrafya dediğimiz mekânı işlemiş ve ona kendi rengini vermiştir. Kültür ve medeniyet konusundaki birikimlerini yakın tarihimize taşımada köprü vazifesi gören Mehmet Kaplan’ın anlatımıyla teknik tabiatı, spor ve tıp vücudu, sanat duygu ve hayali, ilim ve felsefe düşünceyi işlemekle vücuda gelmiştir. Şiir sanatının üstadı olan Paul Valery “Arslanın vücudu yediği hayvanlardan oluşur.” derken bu sentezi net olarak ifade ediyor.
Her medeniyet maddi ve manevi unsurların bir bütünüdür. Kültür ve medeniyetler tarihin akışı içinde gelişir ve bir medeniyeti vücuda getiren her şey birbirine bağlıdır. Bizim üzerinde duracağımız nokta ise; kültür bizim yaşamımızın neresinde? Kültürü somut anlamda nasıl algılıyoruz? Yaşam çizgimiz ve akan hayat içerinde kültürü meydana getirmek ve onu kullanmakta nasıl bir yol takip ediyoruz?
Milletlerin ortak olarak uydukları örf ve adetler, onların milli şahsiyetlerinin temelini oluşturur. Kültür denilince aile ve hukuk sistemleri, çalışma tarzı, üretim, tüketim ve ulaşım şekillerini de kapsar. Meşhur Amerikan sosyolog antropoloji âlimi Margaret Mead, kültür kavramına, tabiatın dışında bir milletin hayatına şekil veren maddi ve manevi her şeyi sokuyor.[10] Bir çocuk dünyaya geldikten sonra, aile, okul, iş yeri, çarşı vs. vasıtalarla, içinde yaşadığı toplumun kültürünü alır, şahsiyetine mal eder. Çocuk bu suretle içinde yaşadığı toplumun temsilcisi olur. Kültür fertleri aşan, fertlere şekil, yön ve şahsiyet veren bir varlıktır.
Bir Medeniyet Tasavvuru Ve Ben İdraki
Dışa açık bir kavim olan Türkler, sadece Fars ve Araplardan değil, Hıristiyan kavimlerin kültürlerinden de faydalanmıştır. “Ayasofya modeli olmasaydı Süleymaniye ve Sultan Ahmet olmazdı.” anlayışı bu yaklaşımın bir uzantısıdır.”[11]
“Batı medeniyetinin temel normlarının, davranış biçimlerinin, kurumlarının ve ekonomi-politik yapı unsurlarının, uluslararası sistemik güçlerin destek ve denetiminde, evrenselleşmesine rağmen batı-dışı medeniyet havzalarını harekete geçiren muharrik güç nedir? Bu muharrik güç anlaşılabilirse, medeniyetlerin oluşum süreçlerindeki temel ve vazgeçilemez unsurun tanımlanabilmesi de, medeniyetleri farklılaştıran özelliklerin anlaşılabilmesi de mümkün olur.”[12] Bu çerçevede, “…medeniyetlerin kurulmasını da, yükselmesini de, diğer medeniyetlerin muhtemel tahakkümlerine karşı direnebilmesini de sağlayan temel unsurun bir medeniyet prototipinin tebarüz etmesini sağlayan ben idraki olduğudur.”[13]
Bir ben idrakinin oluşmasını sağlayan nihaî etken de, kurumsal ve formel alan değil, bir bireyin varlık sorunsalını anlamlı bir çerçeveye oturtan dünya görüşüdür. Yeni bir medeniyet ben-idraki, ancak ve ancak daha kapsamlı bir varlık bilinci, bilgi temeli ve davranış normları bütünü ile oluşabilir.[14] Şeyh Ede Balı, Domaniç’te gecenin dipsizleştirdiği bir uçurum kenarında Osmancık’a seslenirken de bu ben idraki ve gelecek tasavvuruyla hareket etmişti. Dünya ne kadar büyüktür sorusuna yine kendisi cevap veriyor. “Dünya çok büyük.” Ardından devam ediyor: “Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüz oğul. Hırsımız, sabırsızlığımız, bencilliğimiz. Önce bu yüzden küçülüyor, sonra da dünyayı çok büyük görüyoruz… Doğru, Dünya büyüktür. Fakat bir ömür için tek insan içindir bu büyüklük. Bir soy için değil; bir soyun benimseyeceği bir soya benimsetilecek bir amaç, bir ülkü için değil. Ve Dünya’nın böyle amaçlara, böyle ülkülere açık olduğu, böyle ülküler ve amaçlar için küçüldüğü dönemler vardır.[15] “Dünya böyle bir dönemdedir; Dünya öyle bir soy, öyle bir amaç, öyle bir inanç, öyle bir ülkü beklemektedir.”[16] O dönemde Ede Balı’ın seslendirdiği bu gelecek tasavvuru, yıllar sonra meyvesini vermeye başlayacak olan ben idrakinin belirtileriydi.
Bu medeniyet havzasının ben idraki oluşturabilmesi toplumsal varoluş biçimine göre şekil alacaktır. Toplumsal varoluşun içeriğini oluşturan değerlerin en önemlileri şunlardır: “Aile biçimi, çocuk yetiştirme tarzı, insan anlayışı; dil; evren ve doğa tasavvuru, inanış, ölüm anlayışı, dualar; ahlâk anlayışı, gelenekler, görenekler; beslenme kaynaklarını oluşturma ve çeşitlendirme ile onları kullanma tarzları, ihtiyaçları giderme ve ürünleri paylaşma anlayışları; zanaatlar, teknikler, üretim tarzları; mimarileri, ev biçimleri, mezar tarzları, saray anlayışları, kervansaray ile han kavrayışları; sözlü gelenekte masal, hikâye, efsane, mani, bilmece, ninni gibi unsurlarda ortaya çıkan toplumsal özellikleri; yazılı edebiyatları; şairler, ozanlar, âşıklar, sanatçılar, kahramanlar, bilgeler, düşünürler, önderler; teşkilatlanma biçimleri, savaş yöntemleri, yönetim tarzları, hukuk ve devlet anlayışlarıdır.”[17] Sıralanan bu değerlerin ortaya koyduğu ürünler, toplumun zihniyetini gösterdiği gibi, kültürel yapının genel özelliklerini sergiler. Toplumsal kimlik de bu değerler ile değerlerin oluşturduğu zihniyet ve kültürel yapı tarafından meydana getirilir.
Medeniyetin tasavvurunun oluşması, derinleşmesi ve kök salması meşakkatli bir yolcuğun ürünüdür. Bunun için güçlü bir varoluş bilinci ve medeniyet idraki ön koşuldur. Toynbee “bir şarttan ziyade, bir harekettir” diyor medeniyetten için. Dolayısıyla akan bir nehre sonradan katılıp katılmama kararsızlığından ziyade; o nehirden nasıl beslenileceği yaklaşımı hareket noktası olarak alınmalıdır. Gelinen noktada nasıl ki değerli madenler farklı humusları uzun yıllar boyunca basınçlı bir “özümseme” sonucunda meydana getirirler; insanlar-toplumlar ve milletler de o şekilde kültür harmanlarını “nevi şahsına münhasır” bir varoluş bilincine dönüştürürler. Sonuç olarak, Stratejik Derinlik ne kadar önemliyse, Derin Strateji meselesi de o kadar önemli ve anlamlıdır. Çünkü Derin Strateji bir milletin varoluş gerçeğidir.
———————————————————————
http://akademikperspektif.com/2012/02/02/stratejik-derinlik-mi-derin-strateji-mi/
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, İstanbul, Dergâh, 2005, s.246
[2] Tanpınar, a.g.e., s.247
[3] Gürsel Dönmez, Devlet Metodolojisine Giriş, Ankara, Hece, 2004, s.10
[4] İbn Haldun, Mukaddime(haz. Süleyman Çelebi), İstanbul, Dergah Yay., 2009 Medeniyet, medeni ve temeddün kelimeleri “medine” (şehir, polis, site, town) den gelmektedir. Medeni (Political) insan demek, şehirli demektir. Ancak İbn Haldun’un umrana verdiği mana, filozofların medeniyet tabirinden anladıkları manadan çok daha şümullü, umumi ve ilmidir. Filozoflar bu tabirle siyaset ve idare ile ilgili bu takım ve farazi manalar kastettikleri halde, İbn Haldun’un ‘umranı’ vakıa ve hakikatlerden hareket etmekte ve onlarla yönlenmektedir. Bkz. s. 133
[5] Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür(9.Baskı), İstanbul, Remzi Kitabevi, 2002, s.96
[6] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul, Bordo-Siyah Yay., s.59
[7] Gökalp, a.g.e., s.60
[8] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa (16.Baskı), İstanbul, İletişim Yay., 2010, s.94
[9] Hilmi Ziya Ülken, Millet Ve Tarih Şuuru, İstanbul, İş Bankası Kültür Yay., 2008, s.9
[10] Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, İstanbul, Dergah Yay., s.26
[11] Mehmet Kaplan, Nesillerin Ruhu , İstanbul, Dergah Yay., s.17
[12] Ahmet Davutoğlu, Medeniyetin Ben İdraki, Divan, 1997/1, s.153
[13] Davutoğlu, a.g.m., s.153
[14] Davutoğlu, a.g.m., s.153
[15] Tarık Buğra, Osmancık(21.Basım), İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2006, s.1112
[16] Buğra, a.g.e., s.333
[17] Ayhan Bıçak, Türk Düşüncesi Araştırmalarında Yöntem Sorunu, Divan İlmi Araştırmalar,2005/1, s.5978