“Su sesi,” dedi kendi kendine. “Dünyanın en güzel sesi. Hele hele de küçücük bir pınardan geliyorsa. Kıvrıla büküle, çeşit çeşit renge boyanmış o güzelim çakıl taşlarının üstünden nazlı nazlı geçerken güneşin ışıklarını da yansıtarak akıyorsa. Sonra şu büyük taşın üstünden ufacık bir şelale olup kendini toprağa sunduktan sonra öylece ışıl ışıl yoluna devam ediyorsa… Her dönemecinde farklı nağmeler söylüyorsa içten içe… Her şırıltıda başka bir hevesle kaderine doğru yürüyorsa…”
Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Nasıl da derin bir maviydi. Ardından uzaklarda belli belirsiz dağların sıralandığı pembeleşen ufuk çizgisine daldı gitti bir zaman.
Dağların sınırından başlayan göl evinin yakınlarına kadar uzanıyor, güneş zeval bulurken üç ayrı yansımayla muhteşem bir manzara meydana getiriyordu.
Yavaşça pınarın yanına oturdu. Işınların içinde raks ettiği, yavaş yavaş akan suyun etrafında ne çok ne güzel, ufacık kır çiçekleri vardı ve rengârenkti. Her birinin yapraklarının şekli ve yeşili ne kadar da ayrıydı. Aralarında gezinen, koşuşturan, uçuşan böcekleri, arıları, kelebekleri gülümseyerek seyretti bir müddet.
Birkaç yıl evvel artık çok farklı, huzur verici, sakin bir yerde yaşamak isteyince köyde ev hayali rüyalarına girmeye başladığını hatırladı. Ne çok rüya görmüştü. Ama o rüyalarda sadece tek bir ev vardı, bahçeli bir taş ev.
Şehirdeki iki katlı evini eşyalarıyla sattıktan sonra yollara düşmüş, o evi uzun süre aramıştı.
Artık ümidini yitirmek üzereyken çok farklı bir yerde, uzak köylerin birinde köy başkanı bahçeli iki evden bahsetmişti. Evlerden biri ana yolun yanındaydı, ikincisi de daha uzakta, dağın yamacında, ormanın dibinde.
İlki de güzeldi. Ama ikincisini görünce çok şaşırmış, pek sevinmişti. Rüyalarına giren evini bulmuştu nihayet. Bahçesi yemyeşil dağın eteğindeydi. İçinden ormandan yokuş aşağı gelen pınar nazlı nazlı akıyordu. İki dönümlük bahçede tek katlı, küçük, eski bir taş ev, ön bahçede sıra sıra dizili, çok yaşlı ceviz, badem, vişne ve kiraz ağaçları vardı. Arka taraftaki geniş alan, sulama havuzu ve iki arkı ile sebze, meyve yetiştirmek için adeta hazır bekliyordu. Sınırlarda da kaç yaşında olduklarını tahmin edemediği yaşlı kavaklar, iğdeler, akasyalar göğe doğru uzayıp gitmişti.
Birkaç elma ve armut fidanını eliyle diktiği, köşelere cins üzümler yetiştirmek için bağ çubuklarını özenle yerleştirdiği o günleri hatırladı. İlk filizlerini görünce nasıl sevindiği aklına geldi.
Ev için de çok uğraşmıştı. İlk önce şehre inip her oda için büyük, süslü lambalar, kandiller ve yağlarını bulmak hiç de kolay olmamıştı. Dükkânlarda bir sürü yeni lamba ile kandil vardı. Ama aradığı renkleri farklı olan eskinin güzellikleriydi.
Nihayet şehrin eski sokaklarında gezinirken iki eskici dükkânındaki harika lambaları, kandilleri görünce sevinçten havalara uçtuğunu hatırlayıp gülümsedi.
Evi elden geçirip yenilediğinde eşyalar için en yakın köydeki marangozla günlerce süren tariflerini hatırlayınca yine gülümsedi. Adamcağız şehirli birine dümdüz tahta karyola, ham ağaçtan masa, sandalyeyi uygun görmemiş, itiraz edip durmuştu.
Marifetli bir taş ustasına da bahçenin tamamını yüksek sayılacak duvarlarla çevreletmiş, süslü, güzel bir demir kapı ve sağlam kilidi ile iş bitmişti.
Şimdi bahçesinde küçük gölette ördekleri yüzüyor, evin duvarının yanında kaç yıllık olduğunu bilmediği Göknar ağacında sürmeli çalıkuşları yeni yavrularını büyütüyor, bülbüller sabahlara kadar dem çekiyordu.
Ara ara başına konan kumrular avucundan yemlenmeye çoktan alışmışlardı.
İlk geldiği günü düşündü. Elinde tahta bir bavul ile koca bir çuval, kahrını çeken can dostu atı… O kadar…
Ama bu dağ yamacındaki taş evinde düşüncelerinin çoğu artık gerçekleşmişti, hem de bir yıl içinde.
Yanına gelip ayaklarına sürtünen masmavi gözlü cins kedisini okşadı. İleride çimlerde gezinen üç beş tavuğa, otlayan iki koyuna, kuzularına bakıp düşündü: “İstediğim buydu, Allah’ım şükürler olsun. Huzur… Ne güzel ne mutluluk verici. Daha ne isterim ki. Yeter ki sağlık olsun. “
Keyifle etrafına bakındı. Artık günler dönmeye başlamış, sonbaharın ilk günleri gelmişti. “Kışlık yiyeceklerin de kalan kısmını hazırlamaya başlamalıyım,” dedi kendi kendine. “Sirkem, şıralar, pekmezler tamam. Yufkalar da köydeki yaşlı teyzeden…”
Duyduğu sesle düşüncelerinden ayrıldı:
“-Arkadaş! Bir baksana!”
Sese döndü bahçe kapısında biri duruyordu.
Yavaşça yerinden kalktı, sakin adımlarla yürüdü. Yaklaşınca adama dikkatle baktı. Orta boylu, hafif kilolu, kumral, kırklı yaşlarda biriydi.
Düşündü: “Bugün ilk defa biri kapıma biri geliyor. Herhalde bir ihtiyacı var. Ya da… Ya da yol soracak.”
“-Buyur kardeş, dedi. Hayrola?”
“-Hayırdır, diye cevap verdi adam. Evin sahibi sen misin? Ne zamandan beri burada oturuyorsun?”
Bir an şaşırdı. Beklemediği bu sorular aklına vergi memurlarını getirdi. Son senenin vergilerini de bir ay evvel gelip almışlar, makbuzu arşiv kasasına koymuştu. İçi hafiften hafife sıkıldı. Ama belli etmek istemedi. Gülümsedi:
“-Evet, benim, Üç-beş yıl oldu satın alalı.”
Karşısındaki onu neredeyse tepeden tırnağa süzdü. Ağırdan alıp kalın sesiyle konuştu:
“-Ben de köyün sonundaki evi kiraladım. Sana birkaç şey soracaktım.”
İçeri buyur etti yeni komşusunu, çiçekli, çimenli bahçesinde ham tahta sandalyeye oturttu. İçeriye gidip bakır tepsisiyle geri döndü. Toprak kupalara doldurduğu vişne suyunu uzattı ona.
Kalın sesli adam bir yudum içti, şaşırdığını belli etmemeye çalıştı. Tadı çok güzeldi. Ama önemsemiyormuş gibi sordu:
“- Köyden mi aldın?
“-Hayır, dedi komşusuna gülümseyip. Kendim yaptım.”
“-Ya öyle mi? Şurupçu musun sen, dedi misafiri. Ben böyle şeylerle uğraşmayı hiç sevmem.”
Bu soruya da ardından gelen cümleye de çok şaşırdı. Demek ki yeni komşusu fütursuz konuşmayı seven biriydi.
“-Hayır. Renkçiyim ben. İnsanlar renkle ilgili bir şey yapmak istediklerinde fikrimi sorarlar. Söylerim. Eğer bozdukları renkleri varsa onları da düzeltirim, diye cevap verdi. Şurup yapmak heveslerimden biridir. Boş zamanlarımda keyifle yaparım.”
“-Hııı, diye konuştu komşusu. Anladım. Ben de Fincan Tutucusuyum. Ama büyük fincanları değil. Küçük ve çok nadide fincanları getirirler bana. Tutarım elimle onları. Çatlama, kırılma olabilecek noktaları söylerim. İnsanlar da hayati önem taşıyan noktalar için gözlerini kırpmadan ne gerekiyorsa yaparlar. Bol akçeli iştir benimkisi.”
Sonra sustu komşusu bir müddet. Başını göle doğru çevirdi. Manzara çok güzeldi. Ama o farkında değildi sanki.
Eliyle bol saçlarını geriye itip karşısındakine baktı beş on saniye. Sıkıntıyla konuştu:
“-Burada bu kadar zaman geçirdiğine göre senin için hayat kolaylaşmış olmalı. Ama ben böyle dağ başlarında yaşamaya hiç alışkın değilim. Büyük şehirde çok ünlü bir imalathanenin denetleme bölümünde yeni usta oldum. Üstadımız daha da olgunlaşmam için köylerde, kasabalarda da tecrübe kazanmamı istedi. Ama çok kalacağımı sanmam. Buraya alışmak bana zor gelecek. Senden bana biraz yardım etmeni isteyeceğim.”
Düşündü, büyük şehirde yaşamaya alışkındı yeni komşusu. Elbette zorlanacaktı. Ama ne gibi bir yardım istiyordu.
“-Galiba hiç yalnız yaşamadınız, dedi. Hep birileri yanınızda oldu. Akrabalar, yardımcılar… Etrafı toplarlar, yemekler hazırdır. Giyecekler hep temiz ve bakımdan geçmiştir.”
“-Evet, diye cevap verdi komşusu. Şimdi bunların hepsini yapması için biri gerek.”
“-Köyün başkanıyla konuşalım, herhalde bu konuda size yardımcı olacaktır. Haftada birkaç gün gelip yemeğini yapacak, evi çekip çevirecek birileri mutlaka vardır.”
Komşusu bu cevabı çok önemsemedi. Yine sıkıntıyla yanaklarını şişirip ofladı:
“-Sen her şeyini kendin mi yapıyorsun? Zor olmuyor mu? Bu dağın başında hem mesleğini yapacaksın, sonra gelip akşam da yemeğini. Çamaşır yıkayacaksın… Aman ne sıkıntılı bir şey! Üstelik böyle kaba işlerde hiç becerikli değilim.”
Bu cevaba da şaşırdı biraz Renkçi. Onun “sıkıntılı şey” dediği işler kendisi için bir eğlenceydi. Hele yemek yapmak, değişik tatları deneyip yeni yeni ve çok farklı çeşniler bulmak büyük bir keyifti. “Dağ başı” diye beğenmediği yer de apayrı, keşfedilmesi mutluluk veren, her an taze nefesler hediye eden, olağanüstü güzel bir evrendi.
“- Her insan ayrı bir dünya komşum, diye cevap verdi. Kim bilir senin de ne çok severek yaptığın işlerin, keyif aldığın zevklerin vardır. Ben de bu dağ başını çok seviyorum, kendi işlerimi yapmayı da. Önemli olan bize bahşedilen zamanı mutlu, verimli geçirmek.”
Bir şey söylemeden ayağa kalktı yeni komşu. Yüz ifadesinden bu sohbeti pek de önemsemediği anlaşılıyordu. Soğuk bakışlarla baktı ona:
“-Neyse, dedi. Gideyim. Eşyalarımın taşınması bitmiştir. Duruma bakayım. Köyün başkanı dedin değil mi. Bu yardımcı bulma işini ona yükleyeyim.”
Aradan birkaç gün geçti. Yeni komşudan ses seda çıkmadı. Renkçi de kurutmak için meyveleri dilimledi, kaysıların çekirdeklerini ayıkladı. Hepsini bahçedeki masaya yaydı. İki üç gün onlarla türküler mırıldanarak uğraştı.
Ama o gün öğleye doğru köyden demirci ustasının yamağı telaşla kapıyı çaldı. Yeni komşusunun kendisini acele çağırdığını söyledi.
Küçük sepete taptaze kirazla mayhoş yaz elmalarını doldurdu. Yola koyuldu Renkçi. Birkaç kilometrelik yolu hızlı adımlarla çabucak bitirdi. Komşusunun evine ulaştığında onu bahçede bir o tarafa bir o tarafa hırsla yürüyüp bağırırken buldu:
“-Anlamıyor! Sözlerimi anlamıyor! Şu kadar basit şeyi anlamıyor! Bu adam nasıl usta olmuş! Beceriksiz!”
Şaşkınlıkla sordu Renkçi:
“-Hayrola komşum, nedir mesele?”
Sinirden kıpkırmızı kesilen yüzünü ona çevirdi Fincan Tutucusu. Parmağını ustaya sallayıp bağırmaya devam etti:
“-Bu adam! Bu! Hamam dedikleri o küçük odadaki soba ile kazanı tamir edecek güya! Her tarafı boru ile dolduracakmış. Ah! Ne zormuş laf anlatmak bu insanlara. Şununla bir de sen konuşsana. Çok akçe kazanacak aklı sıra. Beni kandırmaya çalışıyor.”
“Acaba kim anlatamayan, kim sözü dinlemeyen” diye düşündü Renkçi. “Buranın hayat tarzını, kışların nasıl soğuk geçtiğini bilmiyor elbette. Usta da herhalde ifade edemedi.”
Gülümsedi:
“-Komşum, dedi. Hamamı bir görebilir miyim? Ustanın ne yapmak istediğini evde gösterebilir misin?”
Güzel bir taş evdi Fincan Tutucununki de. İçeri girdiler. Sofaya geçince adam tekrar bağırmaya başladı:
“-Bak! Karşı duvarda kocaman girintiye yerleştirilen büyük çini soba ile üstündeki kazanı sahibi burada bırakmış. Ben bunları istemiyorum. Hamam denen o küçücük odadaki soba kazanı eskimiş. Onun yerine yeni bir soba ve kazanı istiyorum, o kadar!”
Gayet sakin bir sesle sordu Renkçi:
“-Kışın nasıl ısınacaksınız?”
Fincan Tutucu bu soru karşısında çok şaşırdı. Bu konu hiç aklına gelmemişti. Sahi kışın bu taş evde soğukta ne yapacaktı? Ne cevap vereceğini bilemeden öylece beş on saniye durdu. Kekeledi sonra:
“-Herkes… Ne yapıyorsa ben de onu yapıp ısınırım herhalde.”
“-Kıymetli Komşum, dedi büyük bir sakinlikle Renkçi. Kazana bitişik olan üst taraftaki boru dikkatini çekmemiş anlaşılan. Bu, evin ısıtılmasıyla ilgili ana borudur. Pas tutmaz madenden yapılmıştır. Bütün duvarların üstünden geçen sıcak su boruları buna bağlıdır. Duvarlarının belli yerlerinde çıkarma oyukları vardır. Taş duvar ısıyı kolay kolay kaybetmez, sıcaklığı uzun sürer. Hamamlarda ayrıca küçük bir soba ile kazanı bulunur. Oradan da mutfak çeşmesine bir boru bağlıdır. Hanımlar bu sıcak su ile kap kacak, çamaşır yıkarlar. Burada bütün evler böyle ısınır.”
Şaşkınlığını ve gizli sevincini yine belli etmek istemedi, hemen onun sözünü kesti Fincan Tutucu:
“-Tamam tamam, anlaşıldı. İlginç bir ısınma biçimiymiş. Sana zahmet, bana ikram, şu ustayla konuş da ne istiyorsa onu yapsın. Başında bekleyemeyeceğim. Kusura bakma, hemen gitmek zorundayım. İlçeye birkaç müşteri gelmiş. Onları kaçırmak istemem. Ama sıkı pazarlık et, tamam mı?”
Fincan Tutucu başkada bir şey söylemedi, neredeyse arkasına bakmadan hızla çıkıp gitti.
O gün Renkçi ile usta evdeki bütün eski su borularını yenileriyle değiştirdiler. Akşama kadar uğraştılar.
İş bitince elinde kalan sepetteki meyveleri ustaya verdi Renkçi. Alnından süzülen terleri elinin tersiyle silen usta üzüntüyle söylendi:
“-Allah razı olsun ağabey. Seninle ne güzel çalışmıştık. Hakettiğimden çok fazlasını vermiştin. Bu adam bana söylemediğini bırakmadı. Yani var ya, şeytan bırak git, dedi. Ama ekmek akçası işte.”
İş bittikten sonra biraz daha beklediler. Ama Fincan Tutucu gelmedi…
Daha sonraki günlerde büyük bir zevkle kışlık hazırlığını yaptı Renkçi. Şıraları, sirkeleri, pekmezleri toprak küplere doldurup serin taş mahzende yanyana dizdi.
Sonra yaşlı iki teyzeyi eve davet etti. Bahçede yaşlı kadınlar hamur yoğurup ev makarnası yaparken Renkçi ateş yaktı, odun getirdi, su taşıdı, Un çuvallarını da.
Birlikte sac üstünde yufkaları pişirip, temiz örtülerin üzerine sıra sıra dizdiler. Bazlamalar, çökelekliler yapıp taze taze yediler, yanında mis gibi ayran içtiler.
Nineler eski hikâyeleri, gülünç hadiseleri anlatıp ellerini dizlerine vura vura gülüverdiler. Renkçi de onlara uydu, hiç farkına varmadan güle, eğlene bir sürü kışlık yiyeceği hazırlayıp yarı yarıya bölüştüler.
Fincan Tutucu da şehre indi, kendisine çok gösterişli eşyalar alıp evi dayayıp döşedi. Bahçenin yollarına renkli taşlar dizdirdi, duvarları da elden geçirtti. Ardından renk renk açan değişik mevsimlik çiçekler getirtip oraları güzelleştirdi.
Köyün başkanı ona evinde çalışacak iki hanım buldu. Her gün gelecekler, biri temizliğini, diğeri de yemeklerini yapacaktı.
Renkçi üç defa uğradı ona, olgun meyveler götürdü. Halini, hatırını sordu. Fazla durmadan evine geri döndü. Zaten Fincan Tutucu da ısrar etmedi.
Ama bir gün atıyla onun kapısının önünden geçerken yine avaz avaz bağırdığını duydu. Üzüldü. “Yine bilmediği bir şey yüzünden bağırıyordur. Hemen özür dilemeli”, dedi kendi kendine. “Muhtaç insan nereye kadar sabreder? Korkarım ki bu iki kadıncağız durmadan azar işitirse çok dayanamaz, gider.”
Gerçekten de dediği çıktı. Birkaç gün sonra sabahın erken saatlerinde şiddetle çalan kapı çanının sesi onu yerinden fırlattı. Bahçeye koştu. Kapıda Fincan Tutucu vardı.
Adam her zamanki gibi sinirden deliye dönmüş bir şekilde konuşmaya başladı onu görünce:
“-Gelmediler! Sabahın köründe çobanla haber gönderdiler “biz artık çalışmayacağız” diye. Bu nasıl bir şey? Açlıktan nefesleri kokuyor, iş beğenmiyorlar! Bari gelip kahvaltıyı hazırlasalardı. O zaman söyleselerdi ya! Yok! O küçücük akıllarıyla benden intikam alacaklar!”
Çok güzel bir hava vardı, hafif, serin esen yel yapraklarda gezinip hışırtılarla harika bir ezgi söylüyordu sanki. Güneş dağların ardından doğarken göle yansıyor, devasa mavi suların yavaş yavaş gidip gelen dalgalarında ışıklarıyla yeni yeni güneşleri bir renk cümbüşüyle gözlere sunuyordu.
Gül kokuları diğer çiçeklerin rayihalarına karışıyor, meyve ağaçlarına sabah nevalesi için gelen küçük kuşlar çok farklı güzelliklerle ötüşüp yaşama sevincine dair şarkılar söylüyordu sanki.
Ama Fincan Tutucu bu güzelliklerin farkında değil gibiydi. Yine yüzü kıpkırmızıydı. Kelimeleri peş peşe diziyor, söylenip duruyordu:
“-Az akçe da vermiyorum ki? Aynı akçeye şehirde dört işçi çalıştırdım ben! Nankör bu insanlar, nankör!”
Hemen bahçe kapısını açan Renkçi onu içeri davet etti:
“-Gel içeri komşum. Kahvaltıyı beraber yapalım. Telaşlanma, inşallah yeni yardımcı buluruz. Bak hava da pek güzel. Bahçede bir şeyler yeriz.”
Fincan Tutucu şöyle bir etrafa baktı kibirle. Ardından hemen itiraz etti:
“-Hayır, hayır! Bu esintide hasta olurum. İçeri girelim.”
Şaşırdı ama sesini çıkarmadı Renkçi. Mutfağa buyur etti.
Az sonra mutfaktaki ham tahta masada toprak çanaklarda birkaç çeşit peynir, haşlanmış yumurtalar, zeytinler, tereyağı, kızılcık reçeli, mis gibi tandır ekmeği ve karanfilli çay hazırdı.
Bütün bu hazırlığı sıkılarak seyretti komşusu ve durmadan konuştu. Her şeye itiraz etti: Acaba başka ekmek yok muydu, meselâ şehirdeki ekmeklerden neden aldırmıyordu? Neden manda sütünden yapılan tereyağı kullanmıyordu? Bu toprak çanaklar yerine neden kristal bardakları kullanmıyordu?
Ama üç yumurta yedi, sıcacık tandır ekmeğine bol bol tereyağı sürdü, Tadını hiç beğenmediği reçeli neredeyse o bitirdi, peynirlerden kırıntı bırakmadı.
Renkçi bütün bu itirazlara hiç oralı olmadı. Sadece gülümsedi. Sonunda dedi ki:
“-Sevgili Komşum, ben tabiatla iç içe olmayı çok seviyorum. O yüzden Renkçilik yüksek okuluna gittim. Gördüğün gibi evimde bana yük olacak eşyam da yok. Yüce Rabbin hediye ettiği, adına zaman dediğimiz hazineyi elimden geldiği kadar dolu dolu değerlendirmek istiyorum.”
Hayretle baktı ona Fincan Tutucu:
“-Bu dağ köyünde zamanı nasıl değerlendirirsin ki. Reçel yap, kışlık hazırla, çiçeklere bak… Bu mu senin vakti dolu dolu değerlendirmen, diye sordu. Gördüğüm kadarıyla öyle pek müşterin de yok.”
Komşusunun yüzüne hüzünle baktı Renkçi. Neden insanların bir kısmı daracık bir kapı aralığından dünyayı, hatta evreni görmek istiyordu? Oysa şu olağanüstü evrende, şu bereket kaynağı arzda ne güzellikler vardı.
“Ufka sırtını dayamış dağların ardından güneşin yükselişi ne güzel,” diye düşündü. “Şu kuş sesleri yaşama sevincinin ne hoş ifadesi, serin esen yel ne güzel kokular getiriyor, dağlardan gelen kekik kokusu, güllerinkiyle karışınca nasıl farklı bir rayiha oluşturuyor. Ama komşum bunların hiç birisini istemedi. O sesleri duymayı, renkleri görmeyi, tabiatı hiç önemsemedi. Oysa benim ders kitabım işte burası, ustam bu tabiat. Renkleri ve düzenlemesini aslında buradan öğreniyorum her gün, hattâ her saat…”
Yerinden kalktı, toprak kupalara çay doldururken yavaş yavaş konuştu:
“-Benim ustam burada. Bu dağlar, bu göl, ağaçlar, durmadan değişen renkler ve sesler, kısaca bu tabiat benim ustam. Onların bu devinimi sürekli okunması gereken büyülü bir kitap benim için.”
Fincan Tutucu Renkçiyi alaycı bakışlarla süzdü. “Bu gariban çok saf,” dedi kendi kendine. “Tabiattan ders alıyormuş da kitapmış da daha bilmem ne?”
Ardından dudaklarına hin bir gülümseme yayıldı. Ama bu saflığı çok işine yarayacaktı. Sormadan da edemedi:
“-Arkadaş, çok akçe kazanıyor musun, akçe? Sen ondan bahset. Tamam, tabiattan ders alıyorsun da Renkçilik mesleği işe yarıyor mu bari?”
Renkçi masaya bir çanak reçel daha koydu, sıcak tandır ekmeğini tepsiyle getirdi, peynir tabağını tekrar doldurdu. Yavaşça yerine oturdu. Çayından bir yudum aldı:
“-Elhamdülillah, diye konuştu. Kazancım bana fazlasıyla yetiyor. Her şey yerli yerinde, belli bir düzen içinde yürüyüp gidiyor, Allah’a şükür.”
Fincan Tutucu bol tereyağı sürdüğü tandır ekmeğinden koca bir lokmayı ağzına tıkıştırırken bir yandan da konuşmaya çalıştı:
“-Elbette sana bu köylük yerde, bu şartlarda iki üç akçe yeter. Ama ben asla senin gibi yaşamam. Buraların insanı değilim ben. Ustam bir an evvel gel dese de kendi büyük şehrime gitsem diye dua etmeye başladım.”
Ardından da Renkçiye bakıp düşündü: “Buradan gidene kadar da bu saf komşuya yaslanırım sıkıştıkça. Sıkıldıkça kapısını çalarım. Nasıl olsa istemeden veriyor. Oysa hayat bu değil. Hayat istemeden vermek değil, alabildiğince almaktır. Alınca ayakta kalır, güçlü olursun.”
O günden sonra Fincan Tutucu her başı sıkıştıkça saf bulduğu komşuna haber saldı birileriyle. O da koşa koşa yardıma gitti. Hiç yüksünmedi, onun yalnız ve çaresiz olduğunu, bir dosta ihtiyaç duyduğunu düşündü.
Aklına estiği zaman Renkçinin sabah kahvaltılarına katılan, çok beğenerek yediği peynirli çörekler için hiç teşekkür etmeyen komşusu da onu ikindi çayına davet etti bir iki sefer. Ama çayı eskimişti, böreği de bayattı…
Günler geçtikçe birbirlerine alıştılar sanki. Sanki ikisi de karşısındakini olduğu gibi kabul etmeyi öğrendiler.
Bir akşam Fincan Tutucu yemeğe davet etti Renkçiyi. Mutlaka gelmesini istedi. Birlikte bir akşam vakit geçirmeyi dört gözle beklediğini söyledi.
Yıldızlar gökyüzünde belirip güneş tatlı bir kızıllık bırakarak dağların ardından kaybolurken hüthütün geceye selam gönderen çağrısını dinleye dinleye yürüdü Renkçi o akşam ve elinde kocaman bir meyve sepeti, bohçaya sardığı bir tepsi börek vardı.
Fincan Tutucu onu ilk defa büyük bir neşe ile karşıladı. Salona götürdü. Gösterişli maun masanın üzerinde altın ipliklerle işlenmiş çok pahalı bir atlas örtü vardı. Pek süslü tabaklar, kâseler, kristal bardaklar, yine altınla bezenmiş çatallar, bıçaklar, kaşıklar ayrı güzellikteydi.
Renkçi bu görüntüye şaşırdı. Bu, arkadaşından hiç beklemediği bir tavırdı. Ama mutfakta iki hanım yardımcının hâlâ çalıştığını görünce şaşkınlığı iyice arttı.
Hayretle “şimdiye kadar bana hiç böyle bir özen göstermemişti. Niye acaba,” diye düşündü. “Bir sebebi olmalı, ama ne?”
Hemen mutfağa seslendi Fincan Tutucu:
“-Arkadaşın elindekileri al. Çabucak yıka meyveleri, tazedir onlar. Börek de ilginç olabilir. Derhal hazır edin.”
Sonra sanki içindekileri okumuş gibi mağrur bir ifade ile Renkçiye gülümsedi:
“-Niye bu kadar hazırlık diye çok şaşırdın değil mi? Ama haklısın. Bu akşam çok önem verdiğim bir misafirim gelecek. Bizim baş ustanın en samimi dostu. Adam fincan yapma üstadı. Çok büyük bir imalathanesi var, emrinde birçok usta çalışıyor. Bu şehirde işi varmış. Duyunca hemen gidip davet ettim. Yemekte bir fırsatını bulup hocama benden sitayişle bahsetmesini isteyeceğim. Sen de bana yardım edersin değil mi?”
İlk defa büyük bir hayal kırıklığı yaşadı Renkçi. Demek ki esas misafire hazırlığın küçük bir ayrıntısıydı kendisi. Aslında bunu düşünmeliydi. “Niye anlayamadım, bu kadar mı safım,” dedi kendi kendine. “Bu köye geleli kaç ay oldu. Çay içmeye davet ettiğinde bile özen göstermedi, şimdi niye diye sormalıydın kendine. Hiç aklına gelmedi değil mi bu ısrarlı davetin bir sebebi olacağı?”
Hüzünle cevap verdi:
“- Ben sizi rahatsız etmeyeyim. Siz rahat rahat konuşun, sohbet edin. Ben ne fincandan anlarım ne de neresinde ne var bilirim. İzninle ben gideyim.”
Hemen sımsıkı koluna yapıştı Fincan Tutucu. Yalvaran gözlerle ona bakıp sızlandı:
“-Hayır, hayır, hayır! Asla olmaz. Hani dosttuk? Eğer dostumsan şimdi göstereceksin. Yardımına ihtiyacım var. Adam her konuda alleme-i cihan. Bilmediğim bir soru sorarsa sen araya girersin. Sakın beni yalnız bırakma.”
Ne yapacağına karar veremedi Renkçi. Ama içinde, gönül dağının en tepesinden bir billur kâse yuvarlanıp ta eteklere kadar indi de kumdan da ince parçalara ayrılıp her biri hüzün damlaları halinde kendi göğüne yayıldı. Kaşları çatıldı, yüzü gerildi. Tam ağzını açacaktı ki Fincan Tutucu inleyerek susturdu onu:
“-Ah! Yapma dostum! Ne olur, sakın gitme. Bana dostluk değil, fenalık etmiş olursun. Ben yalnız başıma o adamla ne yaparım şimdi?”
“Dostluk,” diye düşündü Renkçi. “Dostluk… Bu defa da dostluk adına kalayım. Ama bu akşama hangi ismi koymalıyım?”
Onun yüzündeki kararlılığın tereddüde, sonra da bıkkınlığa döndüğünü görünce Rahatladı Fincan Tutucu, hemen en can alıcı isteğini söyleyiverdi:
“-Rica ederim, ara ara da beni öv. Öv ki o da Hocama beni övsün. Misafirim gitmeden de gitme.”
Dört atın çektiği süslü faytonla geldi Misafir. Yazdan kalma bir gün olmasına rağmen üzerinde çok pahalı, el dokuması bir pelerin, saf ipekten bir gömlek, el işi deri uzun bir yelek, dizlerine kadar yumuşacık deri çizmeler vardı ve hepsi siyaha yakın kurşuni idi. Yavaş yavaş indi. Faytonun kapısının yanında duran Fincan Tutucuya elini uzattı. O da büyük bir hürmetle yaşlı ve bakımlı eli öptü.
O akşam yemekte güzel vakit geçirdi Renkçi. Çok farklı, çok yeni, rengârenk bir dünyanın renkli sayfaları ufkunu zenginleştirdi o birkaç saat içinde.
Misafir çok az yedi ama çok konuştu. Fincanların nasıl yapıldığını, porselen ile seramik farkını, sırların nelerden oluştuğunu, pişirmelerindeki hassas noktaları, sıcaklık derecelerini, fincanların üstündeki desenlerin binlerce yılın nakış birikimlerinden meydana geldiğini uzun uzun anlattı.
Ara ara sorular sordu Renkçi. Bu soruları çok beğenen misafir daha da keyiflendi. Bir masal gibi toprak, ateş, renk, sanat ve emekten oluşan dünyayı, fincanların oradaki yerini anlattı.
Yemek bitince kalkmak istedi misafir. Fincan Tutucuya gülümsedi memnuniyetle. Dedi ki:
“-Seni sevdim. Baş usta dostuma sitâyişle bahsedeceğim. Böyle bir dost seçtiğin için de tebrik ederim. Sağlam dost seçen de sağlam olur.”
Sonra uzandı, sevgi dolu bir dokunuşla Renkçiyi omuzunu tutup konuşmasına devam etti:
“- Seni tanıdığıma ayrıca çok sevindim. Huzur dolusun. Hep böyle ol. Şimdiye kadar nasıl yaşadıysan ona devam et. Bence insanlığın sahip olmaya gayret ettiği şey de bu.”
Aynı sakinlik ve kibarlıkla faytonuna bindi. Giderken pencereyi açıp onlara nezaketle el salladı.
Renkçi de izin istedi. Işıl ışıl yıldızların, nurdan bir kandil gibi her tarafı aydınlatan haleli mehtabın ışığında yavaş adımlarla yürürken evreni dinledi.
Bir de gölgeli yerler vardı elbette. O gölgeli yerlerde kim bilir kaç canlı uykudaydı. Kim bilir kaçı da avlanmaya çıkmıştı. Harika, devasa bir zincirin sırlarla dolu halkalarının hepsi bilinmezlerin çözülmesini bekleyerek bu büyülü evrende dönenip duruyordu.
Ağaçlara ilahi söyletiyordu sanki serince esen yel ve uzaklarda derinden derine gelen ormanın sesi engin bir ırmağın akıntısını anlatıyordu.
O sırada bir kukumav ağacın tepesinden seslendi. Alt dallar telaşla hışırdadı. Başka ağaca doğru sessizce kayıp giden kanat gölgesi görünce düşündü:
“Nasıl da gizli bir denge var. Nasıl da müthiş bir düzen. Her şey nasıl da kendi içinde bin bir mana taşıyor. Hiçbir sebepsiz değil. Ah insanoğlu tek sen hatadasın, tek sen acımasızsın, tek sen düşüncesizsin, tek sen sana hediye edilen aklı, sana hediye edilen ve paha biçilmez hazine olan zamanı doğru kullanmıyorsun, kullanmak istemiyorsun.”
Adım adım evine yaklaşırken Fincan Tutucuyu da düşündü. Anlayamadığı tavırlarını, çözemediği davranışlarını düşündü.
“Ama,” dedi kendi kendine. “Beş parmağın beşi bir mi? Değil! Demek ki o da böyle biri. Buralara meslek için geldi, bir zaman sonra gidecek. Komşusuyum. Benden yardım istedi, ben de ettim diyeyim, bu beni sıkmaya başlayan konuyu da artık düşünmeyeyim.”
Ertesi sabah erken saatte biri dışarıda deliler gibi bağırıp bahçe kapısını neredeyse yumruklarken hâlâ derin uykunun kollarındaydı.
Ama gürültü öylesine büyük ve devamlıydı ki birden gözlerini açıp yatağından fırladı. Pencereden dışarıya büyük bir telaşla baktığında Fincan Tutucunun demir bahçe kapısını olanca gücüyle salladığını gördü. Adam bas bas bağırıyordu.
Hızla giyindi. Büyük bir telaşla koşup kapıyı açtı, neredeyse dehşet içinde kapıyı açtı:
“-Hayrola komşum, inşallah kötü bir şey yoktur. Yangın filan çıkmadı ya?”
Fincan Tutucu hemen içeri girip onun önüne geçti. Aceleyle eve doğru yürümeye başladı. Hızlı hızlı konuşuyordu:
“- Bütün gece uyumadım, düşündüm. Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı misali dün akşamı çözemedim! Arkadaş, yıllardır tanırım bu adamı. Ağzından bir tek güzel söz duymadım benim için. Sen ne yaptın bu adama da böyle övdü seni? Neredeyse sana iş teklif edecekti!”
Büyük bir şaşkınlık yaşadı Renkçi. Söylediklerinden hiçbir şey anlamadı. Ama Fincan Tutucu hırsla tahta basamağa bir tekme atıp bağırmaya devam etti:
“- Söylesene bana! Bu işin sırrı nedir? Haydi, anlat!”
Komşusunun yüzüne hayretle baktı Renkçi. Onun dudaklarının titrediğini, yanaklarının kasıldığını gördü, sonra, gözlerini.
Fincan Tutucunun gözleri dipsiz, iki kapkaranlık kuyuydu sanki.
Ve…
O iki karanlık kuyu birden birleşti, dibi görünmez, kapkara, kaygan taşlarla örülmüş büyük bir kuyu oldu. Fincan Tutucu içinde sallanıyor, tek parmağı ile son taşa tutunmaya çalışıyor, çığlıkları o korkunç kuyuda yankılanarak havaya yayılıyor, aksi sedalar birbirine karışıyordu:
“-Söyle! Sır ne? Yardım et! Yardım et!!!”
Hemen uzandı, son anda Fincan Tutucuyu bileğinden yakaladı, çekti kuyudan çıkardı.
Ama fincan Tutucu yere basar basmaz garip bir gülümseme ile ağzını açtı. Başını bileğini sımsıkı tutup kendini kurtaran ele doğru hızla yaklaştırdı, ağzını açtı.
Renkçi onun ağzını ve dilini görünce dehşet içinde geriye fırlayıp elini çekti. Zira incecik hale gelip uzayarak çene kemiklerine doğru genişleyen ağızda upuzun iki zehir dişi ve durmadan oynayan bir yılan dili vardı!
Dehşet içinde “Allah’ım! Aklımı koru! Neler oluyor bana,” diye düşündü. “Ayakta kâbus mu görüyorum?”
Hemen gözlerini kapatıp ovaladı. Tekrar bakınca yine dehşete kapıldı. Ne kuyu ne de yüzü yılana dönüşmeye başlayan biri vardı yanında. Etrafına bakındığında Fincan Tutucunun hâlâ basamağı tekmelediğini gördü, sesini duydu:
“-Ne yani! Dilini mi yuttun? Öyle dut yemiş bülbül gibi sustun, kaldın. Aval aval yüzüme bakıyorsun?”
Kendini toparlamaya gayret edip başını iki yana hızla salladı Renkçi, elinde olmadan kekeledi:
“-Bir… Birden şaşırdım elbette. Çok… Çok uzun zamandır bu kadar yüksek sesle konuşan biriyle karşılaşmamıştım.”
Sonra şaşkın şaşkın buyur etti içeri komşusunu:
“-Gel içeri, kahvaltıyı beraber yapalım. Konuşalım. Ne istiyorsan sor.”
Hemen kahvaltı masasını hazırladı. Fincan Tutucu durmadan aynı minval üzere koşuşurken çayları doldurdu, karşısına oturdu. Ama hâlâ o dehşet hissi geçmemişti.
Fincan Tutucu da mis gibi tereyağı kokan çöreğe saldırırken bir yandan da soru üstüne soru soruyordu:
“-Söylesene bana, bu adam seni neden bu kadar beğenmiş olabilir? Özel neyin var ha?”
Hayretle ona baktı Renkçi ve düşündü çaresizce. Ama aklına gelene kendisi de şaşırdı: “Özel neyim var? Özel neyim mi var? Evet, senin sorduğun bu soruyu ben kimselere soramam. Sorsam günlerce vicdan azabından ölürüm. Galiba özelliğim budur. Ama… Nasıl bir soru bu? Neyse, kırmamalıyım şimdi. Evimde misafir. Geçiştirmeliyim.”
Elini uzatıp onu omzundan tuttu:
“-Benim hiçbir özelliğim yok. Allah’ın sakin bir kuluyum. Adamcağızın beni seveceği tutmuş.”
Fincan Tutucu çay kupasını ağzına götürmekte iken birden durdu, eli havada kaldı öylece. Dikkatle karşısına baktı. Sonra hınçla bağırdı:
“-Şimdi çözdüm meseleyi! Sakinlik! Elbette sihirli kelime bu! Ardından da huzur diyeceksin değil mi?”
Kupayı hızla masaya indirdi sonra. İçindeki çay etrafa saçıldı. Hırsla konuşmasına devam etti:
“-Haydi anlat! Sorularıma cevap ver!”
“Bu garibin esas derdini çözmeye çalışmalıyım,” dedi kendi kendine Renkçi. “Bir insan neden bu hale gelir ki? Şu anda benden istediği nedir? Belli ki yaşadığı hayat ile derinden derine bir kavgası var.”
Yavaşça, tane tane konuştu:
“-Dostum, ben sakinliği severim. Mizacım böyle. Evet, haklısın. Sakinliğin huzuru davet ettiğine inananlardanım. Şu kısacık hayatta neden huzur şehrinden başka yere gideyim ki? Benim dünyamda huzur çok büyük bir şehir, göğü mutlulukla örtülü. Güzellik ve iyilik ummanları var. Böyle düşünürüm. Bunun dışındaki hiçbir şeyin hayatımda yeri yoktur.”
Elini hırsla masaya vurdu Fincan Tutucu:
“-Bırak bu edebiyatı, süslü masalları, diye bağırdı. Hayatın gerçeklerinden ne kadar da uzaksın! Tutku, akçe kazanma hırsı, daha iyi ve çok daha güzel yaşamak, güce sahip olmak, insanların emrine itaat etmesi, sana hayran olması… Bütün bunlar hayatın ta kendisi. Sen bu dağ başında, bu fakir köyde bu söylediklerime sahip olabilecek misin?”
Yavaşça ayağa kalktı Renkçi. Kenarları kuş desenleriyle süslenmiş dantelalı beyaz perdesini çekti, camı açtı. Serin, çiçek kokulu hava zarif hayaller gibi içeriye giriverdi.
İçine çekti o havayı ve kupalara yeni, mis gibi karanfil kokan, taptaze çayı doldurdu. Sessiz adımlarla geldi, misafirinin önüne bıraktı yavaşça kupasını. Ardından karşısına oturup onun yüzüne bakıp gülümsedi yine:
“-Bak kıymetli dostum, dedi. Bu üstüne basa basa söylediklerinin benim hayatımda hiç yeri yok. Ben tutkuyu nasıl yaşarım biliyor musun? Bir çiçeğin yavaş yavaş büyüdüğünü, tomurcuklar verdiğini, açtığını görmek tutkumdur. Bir ceylanın yavrusuna olan özeni ve sevgisini seyretmektir benim tutkum. Meselâ bahçemdeki pınarın sesini dinlemek tutkumdur, su sesini uzun uzun dinlemek ne huzur vericidir. İnsanlara emir vermektense birlikte karar vermeyi severim. İnsanlar bana renk için gelirler. Önce hayat hikâyelerini dinlerim, sonra huylarını öğrenirim. Ona göre tavsiyelerde bulunurum. Mutsuzluklarını renklerini açarak çözmeye çalışırım. Emeğimin karşılığını da fazla fazla verirler. Ve… Ben bu fakir dediğin köyü çok zengin bulurum.”
Fincan Tutucu iyice sinirlendi bu sözler karşısında:
“-Bana ne insanların hayat hikâyelerinden, diye bağırdı. Ne halde iseler kendi tercihleri yüzündendir. Ben kazancıma bakarım. Çiçekmiş, böcekmiş, su sesiymiş, beni hiç ilgilendirmez. İleride sahip olacağım büyük şehirdeki konağımın süsleridir onlar. Onurlu, yüksek tabakadan misafirlerim için güzelliklerdir. Çiçekler, ağaçlar kururlarsa yenileri dikilir, fıskiyelerden akan su sesleri de herkese güzel gelir. Ne diyorsun sen?”
Sonra derin bir nefes aldı, başını yere eğip üç beş saniye düşündü. Kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Ardından Renkçinin yüzüne baktığında gözlerinde ciddi, bir o kadar da acımasız bir ifade vardı:
“-Bak dostum, bana çok önemli bir ders verdin sen. Eğer bir hedefin varsa onun için her kılığa girebilirsin. Yeter ki karşındakinin nabzını tutmayı bil! Sen akşam bizim ihtiyarın nabzını tutmuşsun besbelli. Ne istediğini de anında anlayıp sakinlik rolünü güzel oynamışsın. Çok yaşa sen! Bu fakir köyde mutluluktan ölecek adam rolüne devam et. Et de ne işe yarar, işte onu çözemedim!”
Masada kalan son börek parçasını da ağzına atıp hızla çiğnedi. Ardından ayağa fırladı. Pencereden dışarı baktı. Renkçiye bakıp mağrur bir gülümseme ile konuştu:
“-Oo! Vakit ilerlemiş. Hemen ilçeye inmem lâzım. Bugün çok müşteri var. Akçe! Ah akçe! Ne müthiş bir güç! Sen derenin sesini dinlemeye devam et.”
Cevabı dinlemeden Renkçinin şaşkın bakışları arasında hızla çıkıp gitti.
Aradan geçen aylarda Fincan Tutucunun müşterileri onu hiç boş bırakmadılar. Pek nadide olan, altınla süslü, incecik, değince neredeyse şarkı söyleyen fincanlarını ona getirdiler. Şöhreti diğer kasabalara da yayıldı.
Her akşam evine büyük bir sevinçle gelip dolabının gizli köşesine koyduğu, hızla artan altınları saydı durmadan Fincan Tutucu da.
İki günde bir Renkçiye uğramayı ihmal etmedi. Ona güya akıl danıştı. Ondan hep yardım istedi. Kimi zaman sızlanarak, kimi zaman fikrine ihtiyacı olduğunu söyleyerek hep ona koştu. Neredeyse bütün işlerini ona yaptırır oldu.
Akşamlardan birinde çaya davet ettiği komşusuna bayat böreği ikram etti. Sohbet sırasında kollarının kısa olduğunu söyledi. Gece gece eline çekiçle çivileri tutuşturup penceresinin pervazını tamir ettirdi.
Renkçiyi yolcu ederken arkasından bakıp hin hin gülümsedi:
“-Nasıl da kolay kandırılıyorsun benim saf komşum, diye mırıldandı. Bana ne çok faydan dokundu. Ne çok işime yaradın. Yarın tamirciyi çağırıp bir dünya akçe verecektim. Bu safı hep yanımda tutmalıyım. Alınmak hiç aklına gelmiyor, gücenmek de.”
Lâkin o gece evine giderken Renkçinin içi üşüdü. Yüreği titredi, beyninde kemirgen bir soru dolaşmaya başladı durmadan: “Hayatım boyunca sayıları az da olsa çok sağlam dostluklarım oldu, kimi uzakta, kimi yakın. Ara ara buluşur, hasret gideririz. Ama böylesine ilk defa denk düşüyorum. Beni bir tarafı tırmalayıp duruyor. Ama ne? Bakışları mı, kelimeleri mi, duruşu mu, neyi? Çözemedim, bilemedim. “
Aradan iki gün geçmeden akşama doğru yine bahçe kapısının büyük bir gürültüyle yumruklanmasıyla elma ağacından hızla inmeye çabalarken az daha düşecekti Renkçi. Hızla kapıya gittiğinde yine Fincan Tutucuyu gördü.
Sakin olmaya çalışarak kapıyı açtı, onu içeri aldı.
“-Yemek yedin mi, diye sordu komşusu. Yeme lütfen. Benim bunak aşçı kadın fazla yemek yapmış. Gel, bu akşam yemekler benden. Çok da güzel bir etli yemek var. Tadına baktım. Harika! Haydi, bekliyorum. Geç kalma. Az da laflarız.”
İçini kemiren o sıkıntıyla gitti Renkçi. Ama gerçekten de yemekler çok güzeldi. Fincan Tutucu da olabildiğince suya sabuna dokunmadan, havadan sudan bahsedip onu yormadı bu defa. Çok da kibardı, kelimeleri seçerek konuştu.
“Allah Allah,“ diye düşündü Renkçi elinde olmadan. “Galiba ya huyu değişmeye başladı ya da ben şimdiye kadar yanlış anladım. Ama neyi yanlış anladığımı da anlayamadım. Bu adamda bana hiç uygun düşmeyen bir şey var. Ama ney? Bu akşam çok güzel davranıyor. Evet, galiba benim kuruntum fazlalaştı.”
Yemek bitince izin istedi:
“-İşin çok ve dikkat istiyor. Vaktini fazla almayayım. Dinlenmelisin.”
Heyecanla sözünü kesti Fincan Tutucu:
“-Ah benim anlayışlı dostum. Ne kadar da haklısın. Gerçekten de çok zor bir işim var ve yorulmamam gerekiyor. İşte bu yüzden senden küçük bir ricada bulunacağım.”
Sıkıntıyla baktı ona Renkçi. Adam onun konuşmasına fırsat vermedi. Konuşmasına devam ederken sesi en usta tiyatro artistini dahi geçiyordu. İnleyerek dedi ki:
“-Ah, ah! Üç gün çok işim var. İnan bana yorgunluktan ölebilirim. Yarın en az yüz fincana kulpundan tutup bakacağım. Sevgili Dostum, kira ödemeye gidemedim. Ev sahibi iki kasaba ötedeki köyde oturuyor. Haber göndermiş, beni dava edecekmiş. Acaba bu adama kira ücretini götürür müsün? Lütfen! Bana büyük iyilik etmiş olursun.”
Cevabı beklemeden ayakkabılığın üzerindeki zarfı alıp ayakta şaşkınlıkla ona bakan misafirinin yelek cebine sıkıştırıverdi ve pişkin pişkin teşekkür etti:
“-Beni kırmayacağını biliyordum. Hay sağ olasın can dostum benim.”
Hemen kapıyı açtı, alelacele onu yolcu etti:
“-Ayaklarına sağlık biricik dostum. Yine beklerim.”
O gece gökte boydan boya uzanan muhteşem Kehkeşan’ı, güzelim yıldızları göremedi Renkçi. Eve doğru yürürken her zaman çok sevdiği o serin esen yeli de fark edemedi. Toprak ve çiçek kokularını da içine çekemedi. Ruhunu kemiren sinsi, soğuk sorularla boğuşup durdu, kendisiyle cebelleşti. Sabaha kadar da kirpiği kirpiğine değmedi. Fincan Tutucu için bir karara varamadı. Kendisini böylesine zora sokan şeyin sebebini yine bulamadı. Sıkıntı içinde düşündü, ilk defa uykusuz bir gece geçiriyordu.
Ertesi gün çok sevdiği işlerini bırakıp sevgili atıyla erkenden yola çıktı. Birbirine çok uzak iki kasabayı geçti. Sarp ve dik yolları, soğuk ve rüzgârlı yamaçları aştı. Tedbirli giyinmesine rağmen çok üşüdü. Sonunda ulu dağların ucundaki köye ulaştı. Emaneti ev sahibine verdi.
Evine dönene kadar vakit gece yarısını buldu. Zar zor aç kalan hayvanlarına yem verdi.
İlk defa bahçeyi sulamadı. Oysa su sesini dinleyip yıldızları seyrederdi. Yorgun argın yatağa gitti. İçi titriyordu. Ağzının üstüne düşüp uyuyakaldı.
Fincan Tutucu ise hayatından çok memnundu. Yol masrafından kurtulmuş, ev sahibi ile muhatap olmamıştı. O gün son fincana bakarken Renkçi aklına gelince keyifle düşündü: “Bu dostluk teranesi çok iyi oldu. Kendimi durmadan acındırmalı ve ona çok değer verdiğimi hissettirmeliyim ki yüreği bana karşı hep merhamette olsun. Ama bir hafta kadar ara vereyim ki şu yorgunluğunu unutsun. Kolay değil, at üstünde onca yolu gitmek. Ulak tutsam bir dünya akçe isterdi.”
Ertesi sabah çok geç uyanabildi Renkçi. Yorgunluğunu üzerinden atamamış, üzerinde tuhaf bir isteksizlik çökmüştü. Ahırdan gelen hayvanların seslerini duyunca kendine çok kızdı. Ama zorlanarak kalktı yataktan. Yorgun argın gitti, iki koyunu, iki kuzuyu arka bahçedeki ağıla götürdü. Tavukları kümesten çıkardı.
Sonra kahvaltı hazırladı kendine. Tepsisini alıp bahçedeki masaya gitti. Oturup kupadan bir yudum aldı. Çay ona çok tatsız geldi. “Hay Allah! Karanfil koymayı unutmuşum,” dedi kendi kendine. “Bugün de ne çok şey yapacaktım. Ama çok yorgunum. Biraz mola vereyim. Su sesini dinleyip balıkları seyredeyim.”
Lakin üç gün yatıp bir haftada kendine zor gelebildi. Ebe nine iki sefer geldi, ona değişik otlardan çorbalar yapıp getirdi. Yufkacı teyzesi dereotlu peynirden börekler açtı, manda yoğurdu yedirdi. Köyün çobanı sabah, akşam uğrayıp hayvanlarına baktı. Maviş kedisi yanından hiç ayrılmadı.
Ama Fincan Tutucudan ses çıkmadı. O giderek çoğalan müşterilerden aldığı altınları her gece sayıp durdu. Son gece de çok keyiflendi. Artık büyükşehirdeki malikânesinin akçesi tamamlanmıştı. Okşadı altın keselerini, zevkle yanaklarına sürdü. Kendi kendine mırıldandı:
“-Hayat bu işte! Yaşamak bu! Hocam da tamam der, beni bu sefil yerden çağırırsa hemen babadan kalma arsamda inşaata başlarım. Birkaç aya çağırır herhalde. Haber gelene kadar lüzumsuz bir, tek bir metelik harcamak yok! Ivır zıvırı da benim saf komşuma havale. Renk konusunda da büyükşehirde usta aramama gerek yok. En iyisi yanımda. İki dil döker, yanımda götürürüm. Gerisi Allah kerim.”
Ama… Ama ertesi gün atını dörtnala süren ulak onun evinde durup bir name uzatınca çok şaşırdı. Açıp okuyunca sevinçten delirecek hale gelip bas bas bağırdı:
“-Allah’ım! Kurtuldum bu ilkel yerden. Hocam belgemi imzalamış, beni çağırıyor!”
Kasabadaki işyerinde akşamı zor etti. Nadide fincanlara bakarken aklından hayatının yeni dönemiyle ilgili düşünceler geçip duruyordu. Buradaki eşyalarını hemen derleyip toplamalı, en az iki büyük taşıma arabası bulmalıydı.
Aklına gelen düşünce ile yine hin hin gülümsedi. Renkçiye uğrar, bu zor işi ona yıkardı.
Bu düşünce pek hoşuna gidince akşamı zor etti. Koşar adımlarla Renkçinin bahçesine girdiğinde onu bazlamasını beğenmeyip azarladığı yufkacı teyze ile sohbet eder bulunca yüzü asıldı.
Yaşlı kadıncağız da ondan pek hoşlanmadığını hemen belli etti. Ayağa kalktı, gelen misafire hiç bakmadan konuştu:
“-Yavrum, ben gideyim. Hastanın yanında pek fazla oturulmaz. Yarın sana kekikli un çorbası getireyim. İçin açılsın.”
İhtiyar kadın giderken arkasından ters ters bakıp söylendi Fincan Tutucu:
“-Ne sevimsiz ne görgüsüz şey. İnsan bir merhaba der. “
Sonra merakla sordu:
“- Hayırdır? Ne oldu?”
Renkçi birden çok yorulduğunu hissetti. Yolculuğunu, bu yolculuk sebebiyle hastalandığını, bir haftada zor toparlandığını nasıl anlatacaktı? Acaba dost diye kabul ettiği komşusu ya çok üzülüp “benim yüzümden oldu” diye kendini suçlar mıydı? Ya da.. Ya da hiç üstüne alınmayıp yine o vurdumduymaz halleri ile konuşmaya devam ederse…
“İşte bunu duymak, o pişmanlığı yaşamak istemiyorum,” diye düşündü. Hüzünle baktı onun yüzüne:
“-Boş ver, dedi. Azıcık üşütmüşüm.”
“-İyi, iyi, diye cevap verdi Fincan Tutucu. Maşallah hemen iyileşmişsin. Bünyen kuvvetliymiş.”
Hiç teklif beklemeden acele ile uzanıp tepsideki tabaktan bir çörek alıp hemen kocaman bir lokma ısırdı. Çiğnerken de dur durak bilmeden kelimeleri peş peşe dizmeye başladı:
“- Sana müjdelerim var! Bu yerden gidiyorum! Baş ustamdan mektup geldi. Belgeme mührü basmış, yanına çağırıyor. Hemen gitmemi istedi.”
Sonra her zamanki gibi masumluk ve çaresizlik maskesini taktı yüzüne. İnleyip sızlanmaya başladı:
“- Ah can dostum! Eşyalarımı nasıl taşıtacağım, nasıl araba bulacağım? Hiçbir fikrim de bilgim de yok. Ne olur bana yardım et. Çok çaresiz kaldım!”
Karşısındakinin neredeyse ağlayacak halini görünce Renkçinin gönlündeki bütün endişeler yok oluverdi neredeyse. Son zamanlarda kendisine durmadan acıyan vicdanından küçük bir ses “dikkat” diye bağırmaya kalktıysa da yoğun merhamet duygusu onu hemen susturdu.
“-Ben de bilmiyorum taşınma işini, dedi. Eşyalarımın hepsini buradan aldım. Ama köyün Başkanı mutlaka bilir. Ona sorarız yarın. Bir yolu vardır elbet.”
Ağlamaklı sesle hemen itiraz etti Fincan Tutucu:
“-Ama… Benim bu hafta çok müşterim var. Başkanla sen konuşsan olmaz mı?”
Ertesi gün çabucak kahvaltısını yaptı Renkçi, hayvanlarını alelacele çıkarttı. Az daha civcivlerden birini eziyordu. Bahçesine söyle bir baktı. “Dostumun işlerini halledeyim, akşama sulama işini yaparım,” diye düşündü.
Ancak bir günde bitireceğini sandığı işler tam üç gün sürdü. Eşyalar için üç dört atlı, üstü kapalı araba, şakilere karşı on akçeli zaptiye, Fincan Tutucunun rahatça gidebilmesi için yataklı fayton ve iki sürücüyü bulmak ve pazarlık etmek kendisiyle köy başkanına düştü. Bir hafta sonra hareket etmek üzere anlaştılar.
O akşam Fincan Tutucu yine yemeğe çağırdı onu. Yine yemekler çok güzeldi. Üstelik iki yardımcı hanım da oradaydı.
Yemek boyunca durmadan teşekkür etti Renkçiye komşusu ve ağlamaklı sesle konuştu:
“-Hakkını nasıl ödeyeceğimi bilemiyorum. Çok uğraştın benim için. En hayatıma giren, bana yön veren tek dostumsun. Seni çok arayacağım hem de ne çok!”
Renkçi o an bütün ışıkların daha çok parladığını sandı, renklerin daha çok açılıp saf haline döndüğünü. Etraf daha bir güzelleşti sanki ve o gösterişli eşyalar daha bir mütevazı oldular, boyunlarını büktüler. Fincan Tutucunun bakışları da çok samimi ışıltılarla ona sıcacık dostluk sevgisiyle baktı sanki…
“Bir mağrura, bir kibirliye dost olmayı anlatabildim, ne mutlu bana” diye düşündü yeni tuzağa doğru hızlı adımlar attığını hiç düşünmeden. “Ama alacağı daha çok yol var, elbet yoldaş olurum yanında.”
Fincan Tutucu onun gözlerinden ne düşündüğünü hemen anladı. “Tam kıvamında” dedi kendi kendine. “Safın kendini akıllı sananı da pek bön oluyormuş. Olsun, olsun, işime çok yarayacak.”
Hemen başını eğip masadan bir el bezi alıp yüzüne götürdü. Gözlerini, yüzünü silip ağlamaklı bir sesle konuştu:
“- Ben şimdi tek başıma ne yapacağım? Hocam çok sert, acımasız bir adam. Limon gibi sıkıp ezecek beni.”
Renkçi onun bu haline çok üzüldü. Ama ne yapabilirdi ki?
Komşusu hıçkırıklarla konuşmasına devam etti:
“-Oysa buraya da çok alışmıştım. Ama mesleğimde ilerlemem için onun yanında çalışmam lazım!”
Beş on saniye saç tellerini titretip hıçkırarak inledikten sonra birden uzandı, Renkçinin ellerine yapışıp yalvarmaya başladı:
“-Lütfen benimle gel, en azından birkaç gün ne olur! Yeni yerime alışana kadar! Bunu düşün, ne olur!”
O gece güzelim taş evine girerken nedense kendini çok suçlu hissetti Renkçi, bahçe kapısında bekleyen maviş kedisine, çiçeklerine karşı, kendi göğündeki yıldızlara karşı, bastığı toprağa karşı da.
Çok mu hüzünlüydü ne bahçesindeki pınar, ıstırapla dile geldi sanki şırıltılarla akarken:
“-Nereye gideceksin ki bizi bırakıp?”
Üzüntüyle mırıldandı hepsine tek tek bakıp:
“-Sadece birkaç günlüğüne…”
Sanki hepsi bir ağız olup fısıldadılar:
“- Hep öyle olur! Öyle söylenir. Ama dönüş uzar. Ama bizi, döndüğünde bizi bulamayabilirsin. Çiçekler ölür, hayvanları çakallar kapar, pınar kurur. Üstelik sen, sen olarak dönebilir misin acaba?”
Yine uykusuz bir gece geçirdi. Ama tuhaf bir suçluluğun verdiği hızla bütün gün bahçesiyle konuştu. Çiçeklerini sevdi, diplerini çapaladı, gübrelerini verdi, ağaçlarını okşadı, kuzuların burunlarını öptü. Civcivlerinin yumuşacık tüyleri ona büyük bir keyif verdi.
Sonra el yazması kitabını alıp pınarın kenarına bağdaş kurdu. Su sesini dinleyerek eski zaman esatirlerini okudu akşama kadar. Böylece son günlerini unutmak istedi.
Ama ertesi sabah Fincan Tutucu yine kapıdaydı. Çok mutlu ve neşeli görünüyordu. Elinde kocaman bir yemek sepeti vardı. Konuşurken adeta mutlu serçeler gibi şakıdı:
“-Bugün sabah kahvaltısı benden dedi. Senin o güzel karanfilli çayını pek özlemişim. Koştum geldim. Ama öğleye kasabada Ak Çayhanenin girişinde buluşalım, yemeğe bekliyorum seni. Bir lokantaya götüreceğim. Tandır kebabı çok güzelmiş. Hesaplar benden.”
Yine suçluluk duydu Renkçi, acaba kendisi mi kötü kalpli idi? Burada her şeye yabancı olup yalnız başına zorlanan Fincan Tutucunun kendinden yardım istemesi niye kötü olsundu ki? Komşusuydu, dost olmak için çabalayıp duruyordu işte!
Fincan Tutucu da kahvaltı bitene kadar çok sevimli, pek kibar olmaya dikkat etti. Kelimelerini de çok yerinde seçerek konuştu:
“-Biliyor musun, senin bu güzelim reçellerini, çöreklerini çok özleyeceğim. Teklifimi tekrarlıyorum. Büyük şehre birlikte gidelim, alışana kadar kal benimle.”
Hiçbir şey diyemedi Renkçi. Öylece susup onu dinledi. Beyninde dolaşan kemirgen düşünce durmadan bir şeyler fısıldıyor, ama o fısıltıları merhameti anlamamak için direniyordu. Sanki süslü bir duvar saatinin önündeydi ve sarkacı bir iyiye bir kötüye gidip geliyor, bir türlü durmuyordu.
İnceden inceye süzdü, onun kirpiğinin titremesini bile inceledi Fincan Tutucu. Bahçeden çıkarken el salladı.
Hızla yürürken de yine ağzında o çarpık, o kibirli gülümseme vardı. “Kurtuluşun yok,” diye düşündü. “Artık çarkın içindesin sen. Bugüne kadar hiç kimseyi arkamda bırakmadım ben, hepsini peşimden getirdim. Buna hocam da dâhil. Benim gibi ulu kurnazlık dağının yanında küçücük bir tepe bile değilsin.”
Renkçi yine anlayamadığı ya da anlamak istemediği gelgitlerle boğuşmaya başlayınca çok sevdiği işlerini yapamaz oldu. Kendinden kurtulmak için canını göl kıyısına attı. Ama öğlene kadar yine kendi açmazlarını dinleyip durdu.
Atıyla kasabaya inerken o güzel ormanın içinden geçti. Çok sevdiği orman havasını bu defa da fark edemedi, yol kenarlarında açan kır çiçeklerini de. Uzaklarda tiz sesiyle selam gönderen kızıl kartalı da duyamadı. Canı sanki o sarkacın ucundaydı da sağa sola savrulup duruyordu.
Gittikleri lokanta çok alımlı, tertemiz, bir yerdi. Ama müşteri bolluğundan masalar birbirine çok yakındı.
İki kişilik masaya oturdular. Fincan Tutucu hizmet edenlere çok kibar davranıp kebabın yanında başka şeyler de istedi ve durmadan hesabı kendisinin ödeyeceğini söyledi.
Biraz sonra tandır kebabı şaheser pilavla, közlenmiş sebzelerle kocaman bir tepsinin içinde gelince Fincan Tutucu neredeyse elleriyle saldıracaktı. Hizmetli bir testi köpüklü ayranı kupalara doldurdu. Şalgam suyunu da yanına koydu. Şıra ve şurupları da dizdi.
Hemen tabağına tepeleme doldurduğu etleri, pilavı, üstü mis gibi yağ kokan pideleri kokladı Fincan Tutucu. Koca bir et parçasını ağzına tıkıştırıp keyifle neredeyse bağırdı:
“-İyi ki geldik dostum. Uzun zamandır böylesine güzel bir et yememiştim. Kadıncağız bir şeyler yapıyor ama bu lokanta işinin erbabı. Ha, sahi kış hazırlığın bitti mi?”
Yavaşça tabağına yemek alan Renkçi onun haline bakıp gülümsedi:
“-Eti çok seviyorsun galiba, dedi. Evet, bitti sayılır. Yufkacı teyzemle yarın buluşacağız yine.”
Kışlık kuru meyveleri, sirkelerini, pekmezlerini ve nasıl yapıldığını sordu Fincan Tutucu. Renkçi de sakin sakin anlatırken tabağını ikinci defa doldurdu arkadaşı ve büyük bir iştahla hızla yemeğe devam etti, ikinci ayran kupasını da kafasına dikip bitirdi.
Yan masada tek başına yemeğini yiyen çok zayıf, iyice yaşlı adam bu gürültülü konuşmadan rahatsız oldu. Tam ikaz edecekti ki Renkçinin düzgün, bağırmayan, kibar sesini, sakin sakin konuşmasını, kelime seçişindeki ahengi duyunca kendi kendine gülümseyip konuşmaları dinlemeye karar verdi.
Üçüncü tabağı da dolduran Fincan Tutucu meraklıymış gibi sordu:
“-Benim misafirim olursan en çok neyi özlersin bahçenden?”
Hiç düşünmedi Renkçi:
“-Su sesini. Sevgili pınarımdan akan o güzelim su sesini çok özlerim.”
Kahkaha attı Fincan Tutucu:
“-Yaptıracağım konakta fıskiyelerim olacak. İşte sana su sesi!”
“Başını iki yana salladı arkadaşı:
“-Hayır! Asla birbirini tutmaz. Pınarımın su sesi özgürce, çok mutlu, sakin, toprağa aşkı anlatarak akar. Oysa fıskiyeden akan su esirdir ve baskı altındadır. Onun için çığlıklar atarak akar.”
İhtiyar adam elinde olmadan başını o tarafa çevirdi. Renkçiye baktı, yüzünü görünce gözlerinden bir an büyük bir şaşkınlık, ardından da nedense dudaklarından bir hüzün rüzgârı geçti. Ama hemen gülümseyiverdi. Sandalyesini biraz daha yaklaştırıp dinlemeye devam etti.
Hizmetli son olarak masaya hamurdan yapılanından sütlü olanına kadar tatlı çeşitlerini dizdi. Fincan Tutucu doymaz bir iştahla saldırırken Renkçi ona kış için hazırladığı kuru meyvelerin faydalarını anlatıyordu.
Yemek bitince hizmetli geldi, kahveleri ve hesap defterini getirdi. Hemen uzanıp aldı Fincancı. Ardından elini yeleğinin iç cebine sokup akçe kesesini aradı. Ama bulamayıp çığlık üstüne çığlık attı:
“-Hay Allah! Akçe kesemi işyerinden çıkarken çekmecede unutmuşum! Ne yapacağım şimdi?”
İhtiyar adam sandalyesini biraz daha yaklaştırdı. Her ikisini de neredeyse gözlerini kırpmadan seyretmeye devam etti.
Renkçi ilk önce büyük bir şaşkınlık yaşadı. Acaba üzerinde ne kadar akçe vardı? Yedeğini düşündü. Rahatladı. Herhalde yeterdi.
“-Ben öderim, dedi sakince. “
Fincan Tutucu çok üzülmüş ve utanmış göründü:
“-Ama çok mahcup oldum şimdi. Olacak iş mi bu? Ne kadar da dikkatsizim! Ayıp bana.”
Sonra hemen elini uzatıp arkadaşının elinin üstüne koydu. Dudaklarına yayılan o arsız gülümseme ile pişkin pişkin konuştu:
“- Ama… Ama neyse, bana misafir olacaksın nasılsa. Büyük şehirde ben seni harika lokantalara götürürüm.”
Renkçi yavaşça uzandı, hesap defterini aldı, hizmetlinin arkasından hesap ödemeye giderken arkasından bakan Fincan Tutucunun gülümsemesi çirkin bir sırıtışa döndü ve küçük bir kahkaha atıp farkında olmadan konuştu:
“- Enayi!”
Sonra elini yeleğinin ön cebine soktu, çıkardığı içi akçe dolu keseyi iç cebe yerleştirdi.
Onun bu halini gördü yaşlı adam, duydu da. Büyük bir kızgınlıkla baktı birkaç saniye. Ardından yavaşça yerinden kalktı, mutfağa yöneldi.
Az sonra neredeyse cebindeki bütün akçesini yemek için veren Renkçi tam yerine otururken o ihtiyar adam bir elinde içi su dolu kocaman bir bakır bakraç ile mutfak kapısından çıktı, lokantanın ortasına geldi. Bakracı yukarı kaldırdı, diğer elindeki kepçe ile ona vurmaya başlayınca büyük bir tangırtı koptu. Herkes yemeği bırakıp ona bakmaya başladı.
Vurdukça etrafa sular saçılıyor, ama adam hiç aldırmıyor, bir yandan da bas bas bağırıyordu:
“-Su sesi satıyorum ey dostlar! Su sesi! Su sesi! Bu sular özgür pınardan gelmedir! Hürriyete âşık suyun sesidir, esir fıskiyenin değil!”
Lokanta sahibi ile görevliler ne yapacaklarını bilmez bir halde ona bakarken yaşlı adam teranesini sürdürerek hızlı adımlarla geldi, Fincan Tutucunun tepesine dikildi:
“-Su sesi, Haramzadem, helaldir bu ses. Bak! Dinle. İlla da sana satmak isterim, diye konuştu. Al hepsi senin olsun.”
Herkes hayret çığlıkları atarken suyun tamamını onun üstüne boca ediverdi.
Buz gibi su Fincan Tutucuyu havalara fırlatırken Renkçi neredeyse dehşet içinde ihtiyar adama bakakaldı. Beyninde onun bütün sözleri yankılanmaya başladı:
“-Su sesi! Su sesi! Su sesi…”
Sonra farkında olmadan bakışlarını Fincan Tutucuya çevirdi. Ama hemen gözlerini kapattı. Karşısında yine o çatal dilli yılan vardı! Dehşet içinde düşündü: “Allah’ım… Aklımı kaybediyorum galiba. Yardım et Ya Rabbi!”
Ama arkadaşının çığlığı ile gözlerini açınca onun deli gibi bağırarak ihtiyar adama vurmak üzere olduğunu gördü:
“-Bunak ihtiyar! Ne yaptın sen? En kıymetli deri yeleğimi, güzelim gömleğimi mahvettin!”
Yaşlı adam yaşından beklenmeyen bir atiklikle onun bileğini yakaladı, geriye büktü. Fincan Tutucu acı içinde dizlerinin üstüne çöktü.
Yüzünde garip gülümseme belirdi ihtiyarın. Onu ensesinden tutup kaldırdı, tekrar sandalyesine oturttu. Yüzünü iyice yüzüne yaklaştırıp gözlerini gözlerine dikti. Çok sert bir sesle, tane tane konuştu:
“-İyi ya, Yan mağazada daha güzelleri var. Hemen akçeleri sayar, alırsın. Acele et, yeleğinin cebindeki akçeler ıslanmasın.”
Fincan Tutucu bir an dondu kaldı, yalanı ortaya çıkacaktı. Renkçi de dondu kaldı. Büyük bir şaşkınlıkla kekeledi:
“-Ne? Ne akçesi? Ne, ne? Yeleğinin cebi mi?”
Duyduklarına inanmak istemedi. Beynini acıtan ve giderek hızlanan ümitsizlik rüzgârı ile arkadaşının yüzüne umarsızca baktı, yüreği sıkıştı. Yaşaran gözleriyle ondan yardım bekledi. Ama onun yüzünde sadece kötü durumdan hızla sıyrılma çabasını gördü.
Dost diye her çağırdığında koşup gittiği adam her zamanki kurnazlığı ile bağırdı:
“- Ne akçesi! Üzerimde akçe yok. Bunların akçesini senden çatır çatır alacağım!”
İhtiyar hemen uzanıp onun yeleğinin iç cebine elini sokmak için hamle yaptı. Kurnaz adam geriye fırlayıp kendini kurtardı. Suçluluğun verdiği telaşla bağırdı:
“-İhtiyar bunak! Seninle hiç uğraşamam!”
Ardından Renkçiye döndü, yüzüne kaçamak bir bakış fırlattı:
“-Hemen işyerime gideyim. Çok üşüdüm. Şu ıslak kıyafetleri değiştireyim. Akşama sana uğrarım.”
Lokantada olanı biteni hayretle seyreden insanların bakışlarına aldırmadan neredeyse koşarak lokantayı terk etti.
İhtiyar onun peşinden gitmek isteyen şaşkın Renkçiyi kolundan yakaladı, sert bir şekilde sandalyeye neredeyse savurdu. Hemen karşısına geçip oturdu. Dişlerinin arasından ıslık gibi bir sesle konuştu:
“-Otur şuraya saf Âdemoğlu! Şimdi diyeceklerimi iyi dinle! Beni deli zannediyorsun değil mi? Ama galiba sen de çok akıllı değilsin!”
Başını ellerinin arasına aldı Renkçi, şaşkın şaşkın konuştu:
“-Hayır, hayır! Siz deli değilsiniz. Ama haklısınız, galiba ben delirmek üzereyim.”
Renkçinin ağlamamak için direnen kasılmış yüzüne, şaşkın gözlerine baktı yaşlı adam, öfkeyle söylendi:
“-Sen de haklısın. Ben yemek boyunca elimde olmadan sizi dinledim, kusura bakma. Doğrusu başlarda ne güzel, dedim. Böyle dostluğa ancak gıpta edilir. Ama konuşma ilerleyip arkadaşının aç gözlülüğünü görünce başına bir iş açacağını tahmin ettim. Doğrusu pek kurnazmış. Akçe kesesini görünce hiç şaşırmadım. Arkandan gülüp sana “enayi” demesi de kendi kötülüğünün ispatı oldu. Eh, artık “su sesi” de şart oldu…”
Büyük bir şaşkınlık daha yaşadı Renkçi ve yüreğine çok keskin, tırtıklı sivri hançer saplandı sanki. Müthiş bir acıyla ellerini yüzüne kapadı. Önce kendine çok acıdı, sonra da çok ama çok kızdı. Kendini tutamadı, göz yaşları içinde söylendi:
“-Nasıl bu kadar akılsız olabildim… Ben hep böyleyim! Nereye gidersem gideyim hep böyleyim! Niye böyleyim?”
Biraz bekledi, onun seyretti ihtiyar. Hüzünle gülümsedi. Yere bakarak konuştuğunda sesi birçok hayatın özeti gibiydi:
“-Bu yaşadığının akılla ilgisi yok. Ve… Nereye gidersen git, sen hep öyle kalacaksın. Zira nereye gidiyorsan sen seni yanında götürüyorsun. Yüreğinin merhameti seni bırakmıyor. İyi olan kalbin iyiliği bırakmıyor, sevgi dolu gönlün terk ettiğin yerde hüzünleri, sevgileri bırakmıyor. Tertemiz vicdanın adaletini bırakmıyor. Hepsi seninle geliyor. Aslında onların hepsi seni sen yapıyor.”
Elinin tersiyle göz yaşlarını silip ona kederle baktı Renkçi:
“-Ya siz olmasaydınız, diye sızlandı. Ben yine aptalca kanacaktım.”
Sırlara gülümsedi ihtiyar ve uzaklara bakıp dedi ki:
“-Bugün olmasa yarın, muhakkak bir gün, bir “su sesi” satıp bakracı davul gibi çalan olacak o kurnaza inat ve… Ve onun önüne bir acı fatura gelecek. İnsanoğlu ister anlasın ister anlamasın, mutlaka bir fatura geliyor. Sen esas onlara akılsız de. Bu ölümlü dünyada o acı faturalardan Allah bizleri korusun.”
Aklına gelenle içi titredi Renkçinin. Korkuyla konuştu:
“-Ya o bir an gördüğüm hayaller? Onlar neydi? Onun yüzünü iki defa yılan şeklinde…”
Tahta sandalyesinin masaya doğru iyice çekti ve onun yaşlarla dolu gözlerinin içine baktı yaşlı adam. Söyleyeceklerini kimsenin duymasını istemiyor gibi fısıldadı:
“-Ne hayali? Gerçekten bu kadar saf mısın sen? Yok yok! Anladım, merhameti lüzumsuz derecede fazla bir Âdemoğlusun. Bazan öyle çok, öyle gereksiz merhamet etmişsin ki ki vicdanın seni korumak için aklının önüne geçip gerçeğin ta kendisi olan hayalleri sunmuş sana.”
İtiraz etmek istedi Renkçi. Ama hemen susturdu onu ihtiyar:
“-Merhamet duygunu durmadan istismar edip seni kandıran bu adamı en başta anlaman gerekirdi. Bence vicdanının sesini dinlemelisin. Unutma!” Fazla merhametten maraz doğar” demiş atalarımız.”
Ellerini birbirine kavuşturup sustu yaşlı adam bir müddet. Birkaç sefer yutkundu. Belliydi ki söylemek istediği, önemli bulduğu birkaç şey daha vardı. Ama başını iki yana sallayıp biraz düşündü. Konuştuğunda sesi daha kararlıydı:
“-Ah, ah! Bu yaşıma kadar neler yaşadım, neler gördüm, neler neler duydum. Uzun hikâye! İnsan neden yardım ister dostundan? Yapmak istediği şeye gücü yetemediği zaman. Oysa bu kurnaz adam yapmak istemediği ama kendisinin yapabileceği işleri sana angarya olarak yüklemiş. Seni, hayatını, zamanını, işini hiç önemsememiş ve saygı duymamış. Sen seni hayallerle ikaz eden kendine, yani sana, o dikkatli vicdanına teşekkür etmelisin.”
İhtiyar adam Renkçi kendine gelene kadar yanında kaldı ve yaşadığı şaşkınlığıyla ilgili sözlerini sakin sakin dinledi. Sonra izin istedi. Bu dolu dolu geçen sohbetten çok memnun kalan Renkçi ümitle sordu:
“-Sizi tekrar görmeyi çok isterim, tecrübelerinizi, tavsiyelerinizi duymak benim için hem çok güzel hem de çok önemli.”
Sırlarla dolu bir gülümseme yayıldı yaşlı adamın yüzüne. Elini uzatıp Renkçinin omuzuna koydu:
“-Bir daha görüşemeyebiliriz saf Âdemoğlu. Bu kasabada zora düşmüş iyi birine yardım etmem gerekiyordu. Bir daha gelemem herhalde. Ama sana ufacık bir tavsiye. Kötü niyetlilerden uzak dur. Nasıl anlarım, deme. Öğrendin artık. Herkese su sesi ol. Tertemiz gerçekleri güzellikle, iyilikle söyle.”
O akşam iki atın çektiği rahat faytonla evine dönerken gülümseyerek düşünüyordu Fincan Tutucu: “Bugün paçayı çok ucuz kurtardım. Nereden çıktı o zır deli, ihtiyar herif? Benim safçığım da ona inanacak değil ya! Altından girer, üstünden çıkar, kandırırım nasıl olsa. Takar peşime götürürüm. Çarkıma girdi bir kere. Kurtuluşu yok.”
Fayton kapıda durunca keyifle indi. Bugün de çok müşteri vardı. Gideceğini duyanlar sıra olmuşlar, nadide fincanlarını son defa göstermek için sıraya girince kesesi yine akçelerle dolmuştu. Şimdi biraz dinlenir, akşam yemeği için Renkçiye kapağı atar, ona büyük şehir hayallerini anlatır, dostlukları adına yardım isterdi. Elbette boynunu büker, yalancıktan da olsa sızlanmaya devam ederdi.
Aheste aheste yürüyüp ana kapıya geldiğinde tam anahtarı kilide sokacaktı ki yere bir şeyin düştüğünü fark etti. Uzanıp aldı. El yapımı kâğıttan kapalı bir zarftı bu. Merakla kapının yanındaki sütunları süsleyen büyük fenerlerin ışığına tuttu. Üstünde yazı yoktu. Telaşlandı. Acaba baş ustadan kötü bir haber mi gelmişti?
Hızla kapıyı açtı. Çalışan kadınların temizleyip yaktıkları büyük şamdanlarla süslü aydınlık salona geçti. Heyecanla zarfı açtı, çok zarif bir el yapımı kâğıtta hoş bir yazı ile yazılanları okumaya başladı, okudukça da sinirlenmeye. Mektupta şöyle yazıyordu:
“Merhaba Fincan Tutucu,
Bugün ben gerçek “seni” tanıdım ve bir karara vardım. İnsan neyse o. Kolayına değişmiyor. Sen sensin, ben de ben.
Kader bizi bir zaman diliminde, güzel arzın güzel bir yerinde karşılaştırdı, ara ara zaman geçirdik. Ben senin hep dostun oldum, seni de öyle bildim.
Benim için dostluk daima bahçemdeki pınarın sesi gibi olmalı, ışıltılı, berrak, tertemiz, zarif ve dinlendirici, dünya menfaatleriyle kirlenmemiş… Bu hiç değişmeyecek.
Ama bugün anladım ve gördüm ki sen beni dost değil de hayat defterinin burada yazmaya başladığın sayfasında satır aralarındaki teferruat yerine koymuşsun, önemsenmeyen birkaç cümle, üstü çizilip karalanabilecek bir harf dizisi, kullanılıp kandırabilir bir saf.
Bu zannın ve hayatıma getirdikleri artık bana zarar veriyor ve ben “beni” huzursuz etmeye başladım. Oysa ben “ben” olmakta, saf kalmakta, huzurla yaşamakta çok kararlıyım.
Yolun açık olsun Fincan Tutucu,
Benimle ilgili sayfayı silmen mümkün olsaydı hemen sil derdim. Ama olmadığına göre çevir o sayfayı, yenisini yazmaya başla.
Dilerim ki senin kalın menfaat çizgilerinle, ince ince insan kandırma hesaplarınla, hızlı dönüşlerle dolu hayatında sadece bir an ve bir kere daha karşına “su sesi satıcısı” çıkar. Bu defa belki sana dostluğun ne olduğunu bir nebze de olsa duyurabilir.
Elveda…
Renkçi”
Fincan Tutucu okuduklarına inanamadı, bir kere daha, bir kere daha okudu. Sonra hırsla buruşturdu, yere fırlattı mektubu. Üstüne birkaç sefer basıp deli gibi bağırmaya başladı:
“-Hadsize bak! Sen kim oluyorsun da bana bu satırları yazabiliyorsun? Sen kimsin ki bana hayat dersi vermeye kalkıyorsun be destursuz? Sen nesin ha saf budala? “
Bir müddet küfürler edip haykırdı. Havalara zıplamaları, tepinmeleri giderek yavaşlayıp inlemelere dönüşünce hemen Renkçinin evine gitmeyi, ona avazı çıktığı kadar bağırıp hakaret etmeyi düşündü. Ama hemen vaz geçti, kinle söylendi:
“-Niye gideyim ayağına? Hangi sebeple? Kendini adamdan sayar sonra.”
Ardından aklına gelen düşünce ile o mağrur, sırıtmaya yakın gülümseme yine yüzüne yayıldı ve kendi kendine konuştu:
”- Buradaki işlerin tamamını yaptırdım o aptala. Uğraşacak bir şey kalmadı, hepsini tamamladı saf oğlu saf. Gitmek için artık her şey hazır. Büyük şehirde bir Renkçi daha bulurum nasılsa.”
Suzan ÇATALOLUK
Nilüfer
Bitiş: 05.09.2024, 05.21
Son düzeltiş: 15.09.2024, 02.08