Sûfî ve Seyahat

 

Sefer, seyir gibi kelimeler tasavvufta seyahatleri olduğu kadar mânevî yolculuğu da anlatır. Sefer tasavvufta, “Allah sevgisiyle dolup taşan insan gönlünün dünyevî bağlardan kurtulup Cenâbı Hakk’a yönelişi, maddeden mânâya yolculuğu”[1] olarak kabul edilir. Nitekim sûfîler arasında “sefer-der-vatan” diye bir tabir vardır. Bu tabir, kişinin hem iç yolculuğunu hem de bir kâmil mürşit bulmak üzere çıktığı seyahatleri anlatır. Fakat bu kavram, daha çok maddî sefere önem vermeyen Nakşıbendîler tarafından mânevî seferi anlatmak için kullanılmıştır.[2]

Seferle ilgili bahislere ve uygulamalara Hem Kurân-ı Kerim’de hem de Hz. Peygamber’in hayatında rastlayabiliriz. Peygamberimiz, hayatının bazı dönemlerinde çeşitli vesilelerle yolculuğa çıkmıştır. Ayrıca sefer veya yolculukla ilgili konular hadislere de konu olmuştur. Tasavvuf kültüründe seyahate verilen önemin Hz. Peygamber’in hayatıyla yakından ilgili olduğu söylenebilir.

Nübüvvetin ilk zamanlarında yaşayan Varaka bin Nevfel, peygamber olarak gönderildiğini anlayınca Hz. Peygamber’le aralarında ilginç bir konuşma geçer. Varaka bin Nevfel, “Âh keşke senin dâvet günlerinde genç olsaydım! Kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman, keşke hayatta olsaydım!” deyince Peygamberimiz hayretle, “Onlar beni yurdumdan çıkaracaklar mı?” diye sorar. O da “Evet! Zîrâ senin getirdiğin gibi bir dîn getirmiş olan her peygamber, düşmanlık ve husumete mâruz kalıp yurdundan çıkarılmıştır. Şâyet senin dâvet günlerine yetişirsem, Sana çok yardımım olur” der.[3] Dolayısıyla Hz. Peygamber, hicrete mecbur bırakılmıştır. Onun hayatı etrafında teşekkül eden bu tür hadiseler tasavvufî terbiyenin zeminini ve bu terbiye yolunda sûfîlerin kullandığı metodun ana hatlarını oluşturur. Hemen her mutasavvıf, hayatında bir veya birkaç kere seyahate çıkmıştır. Çıkmayanların sayısı oldukça az olmalıdır. Mutasavvıflar, bu seyahat konusunu Hz. Peygamber’in hicretine benzetirler.

Hicretin insan üzerindeki etkisi onu seyahatle birlikte düşünmemizi zorunlu kılmaktadır. Seyahat bir yolculuk sürecini ifade ederken hicret bir yere yerleşmek üzere hareketi ve göç etmeyi ifade eder. Fakat sonuçları itibariyle hicret, seyahate ve seyr ü sülûka yaklaşmaktadır. Hicretin, vatanından ayrılmanın ve gurbetin seyr ü sülûkla birleşen yönünü Mustafa Kara şöyle anlatır:

“Hicret, Allah’a doğru giden bir yolculuktur. Bu manevi yolculuğun rehberleri olan gönül adamları da benzer terimlerle dertlerini anlatmışlardır. Bu yolculuğun adı Seyr-i Sülûk’tür. Her iki kelimede gitmek, yürümek, bir yere girmek anlamları var. Bu yolda olana sâlik denir, seyyar denir. Gezgin dervişleri duymayan var mı? Bu yolun soluklanma ve dinlenme yurtlarına, menzil denir, makam denir. Menâzil ve makamât, bu kelimelerin çoğuludur. Yolculuktaki sıkıntılar çiledir. Gönül hastalıklarını tedavi eden çile… Çile ve sıkıntı yolculuğun ayrılmaz parçalarıdır. Ama vuslat ümidi bütün bu çileleri ‘çekilir’ hâle getirir. Gurbetin getirdiği firkat ateşiyle birlikte yaşamaya alışır. Firkatin hüznü yudumlanırken, vuslatın şükrü düşünülür.”[4]

Peygamberimizin yanı sıra sahabelerin bazılarının hayatları da tasavvufî terbiyede ve özellikle seyahat bahsinde belirleyici roller oynamıştır. Bunlardan birisi Hz. Selmân-ı Fârisî’dir. Onun yaşadıkları, İslâm kültür ve medeniyetinde ve tasavvufta karşılaştığımız derinlikli seyahat bahsini bize erkenden haber vermektedir.

Seyahat, Hicret’ten başlayarak özellikle 8. ve 9. yüzyıllarda yaygınlık kazanmış, sonraları İslam dünyasında ve ilk dönem mutasavvıfların hayatında oldukça önemli bir yere sahip olmuştur. Bişr-i Hafî’nin, Beyâzıd-ı Bistâmî’nin, Cüneyd-i Bağdâdî’nin, İbni Arabî’nin seyahatleri bu cümledendir. Bu durumun giderek bir terbiye yolu hâline gelmesi seyahatin tasavvuftaki yerini ifade eder.

Yukarıda isimleri zikredilen sûfîlerden Bişr-i Hafî seyahatle ilgili şöyle der: “Seyahat ediniz ki, tertemiz olasınız; zira su bile, bir yerde çok kaldığında tadı, renk ve kokusu bozulur, güzelliğini kaybeder”.[5] Buradan yola çıkarak sûfîlerin bir iç arınması ve daima yenilenmek üzere seyahate çıktıklarını anlayabiliriz. Seyahat bir iç arınmasına vesile olmanın yanında tebliğ gayesiyle de yapılır. Nitekim bu anlamda Süfyân-ı Sevrî şöyle der: “Horasan’a gidip tebliğde bulunman; senin için Mekke’de mücâvir olmandan (orada ikâmet etmenden) daha kazançlıdır.”[6]

Bazı sûfîlerin seferi tercih etme sebeplerinden biri de yaşadıkları yerlerden çıkarılmalarıdır. Mutasavvıfların bir kısmı memleketlerinden çeşitli sebeplerle çıkarılmış, gurbeti ve yolculuğu tercih etmek zorunda kalmışlardır. İlk dönem sûfîlerinden Beyazıd-ı Bistamî böyle bir durumla karşılaşanlardandır. Anlatıldığına göre onu “İnkârcı ve zındıktır” diye on iki defa yaşadığı şehirden çıkardılar. O, şehirden her seferinde “Ne mutlu bu şehre ki inkârcısı Bayezid’dir” demiştir. Hacı Bektaş-ı Veli, Fevâid’de bu hususla ilgili şunları söylemektedir: “Yaşarken insanların onunla hiçbir münasebeti yoktu; şimdi ise o ulu insanın ruhu yüce âleme göçmüş, kabrinde taştan topraktan başka bir şey yok. İnsanların yoğun yanlışları ve cehaletleri sebebiyle taşla odunla münasebetleri vardır ve onlar, o Hazret’in değil, mezarının müridleridir.”[7]

İster memleketlerinden zorla çıkarılsınlar ve sefere mecbur bırakılsınlar, ister bunu kendi iradeleriyle gerçekleştirsinler sûfîler, sefere çok önem verirler. Bu yüzden doğduğu yerde vefat eden sûfî çok azdır. Onlar mânevî eğitimleri ve bazen de başka gönülleri uyandırmak için mesafeler aşarak başka diyarlara giderler.[8] Bâriz bir örnek olmak üzere bir Yesevî şeyhi olan Seyyid Mansûr’u burada zikredebiliriz. Cevâhirü’l-Ebrâr müellifi Hazînî’nin söylediğine göre Seyyid Mansûr elli yıl boyunca diyardan diyara seyahat etmiş ve bir hac yolculuğu esnasında, doksan beş yaşında, Diyarbakır’da vefat etmiştir.[9] Yesevîlik âdâbını ve menâkıbını kaleme alan Hazînî de çok seyahat edenlerdendir. Bir beytinde gezdiği yerleri şöyle anlatır:

Yesrib ü Bathâ vü Kuds u mülk-i Rûm

Rüşd ü irşâd ile kizdürdüng kudûm[10]

Sefer, bir sûfîye göre “Yolculuk, mesafe kat etme, yolda yürüme, Hakk’a yönelmeye başlayan kalbin zikirle seyretmesi ve manevi yolculuk” yapmaktır.[11] Sûfîler seferin bu anlam katmanlarından hareketle mânevî yolculukları da isimlendirmişlerdir.

Seyir ve seyahat, genelde yolculuk maksadıyla kullanılan kelimelerdendir. Seyahat “gezmek”, seyir ise “yürümek, yolda gitmek” anlamlarına gelir. Seyâhat eden kişiye “Sâih” denir. Kişi Allah dostlarını görmek, Allah’ın yeryüzündeki tecellilerini müşahede etmek üzere seyahate çıkar. Bu sırada kalp de kendi içinde bir seyahat gerçekleştirir. Seyir de aynı şekilde “Hakk’a ermek üzere manevi yolculuk yapmak” anlamına gelir.[12] Öyleyse, sefer veya seyahatin tasavvufî düşüncede zengin bir arka planının olduğu söylenebilir. Sûfîler, ruhun olgunlaşmasını sağlayan dönüşümleri ve değişimleri yaşayan bir insanın hayatını “yolculuk/sefer” olarak ifade etmişlerdir.[13] Süleyman Uludağ aşağıdaki sözleriyle bu konuda ve tasavvuf düşüncesinde seyahatin önemine dikkat çeker:

“Sûfîlikte sefer ve seyahatin amacı gezmek, dolaşmak, beldeler görmek, ticaret yapmak, seferden dönünce de bunları övünerek anlatmak ve bu suretle itibar kazanmak değildir. Maksat tecrübe sahibi olmak, bilgilenmek, aydınlanmak, edep-erkân öğrenmek, kendini terbiye etmek, ahlâkını düzeltmek, erdemli ve yetkin bir mümin olmaktır. Aslında hacca ve umreye gitmenin, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksâ gibi mübârek yerleri ziyaret etmenin maksadı da budur. Bu maksatla yapılan yolculuklara ve gezilere sûfîlerden başka hadis, fıkıh ve tefsir âlimleri de büyük önem verir. Bazı geziler bilim amaçlıdır; bazıları din ve ahlâk amaçlıdır, maksat sevap kazanmak, manen gelişmek, erginleşmek, iyi bir insan, takva sahibi salih bir mümin olmaktır.”[14]

Sûfîler, seyahati en çok nefis terbiyesi için tercih ederler. Bir sahabenin peygamberimizden seyahat için izin istemesi üzerine onun “Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır”[15] buyurması, bu tercihin bir gerekçesi olarak görülebilir. Peygamberimizin bu sözleri nefisle mücadelenin “büyük cihad” olduğunu belirten hadisle birlikte düşünüldüğünde Müslüman düşüncesinde seyahatin yeri daha da belirginlik kazanmış olur.

Mahmud Erol Kılıç, “Sufiler çok seyahat ederler. Böylece ‘ötekiler’e dair ön yargılar atılmış olur. Bütünlüğe ulaşmanın önemli bir yoludur seyahat”[16] sözleriyle bu kavramın tasavvufî hayattaki önemine dikkat çeker. Gerçekten de, kaynaklar bize tasavvufta seyahat konusunun geniş ve zengin bir birikime sahip olduğunu gösterir. Yine Süleyman Uludağ bu hususla ilgili şöyle der: “Sûfîler nefislerindeki kötü huyların ortaya çıkması için sefere çıkarlar, bunları değiştirmeye ve iyileştirmeye çabalarlar. Bu suretle ikâmet hâlinde ve tanıdıkları ile birlikte iken göremedikleri nefislerindeki gizli kötü huyları görür ve tespit ederler.”[17]

Buna göre seyahat bir terbiye ve eğitim metodudur. Bu sebepten onun belli âdâp kuralları içerisinde gerçekleştirilmesi gerekir. Seyahatin insan üzerinde maddî ve mânevî tesirleri olur. Derviş, maddî seferdeyken bile mânevî nasipler peşinde olan bir yolcudur. O, dışarıdan dağlar, ovalar, denizler, göller geçiyormuş gibi görünse de aslında içerisindeki engelleri aşmaya çalışan bir seyyahtır. Yerinde dursa bile daimî bir yolculuk hâlindedir. Durmak ona yakışmaz. Onun çıktığı maddî seferler, yaşadığı hâllerin sadece bir yönüdür.

Seferin önemine ilk dönem sûfîlerinden başlayarak pek çok mutasavvıf dikkat çekmiştir. Bu husus giderek daha derinlikli olarak ve üzerinde durularak işlenmeye başlanmıştır. Kuşeyrî’nin Risalesinde geçen şu ifadeler sûfîlerin niçin seyahate çıktıklarını özetlemektedir:

“Şunu biliniz ki, sûfîler nefislerini terbiye işinde Cenâb-ı Hak ve halk ile beraberken lâzım olan edepleri en güzel şekilde yerine getirdiler. Sonra bu edeplerine yenilerini eklemek istediler; bunun için sefere çıktılar, nefislerinde sefer hükümlerini uygulayarak yeni edepler elde etmeye çalıştılar. Nefislerinin terbiyesine bu yolla da katkıda bulunmak istediler. Yolculukla nefislerini alışıp sevdiği şeylerden uzaklaştırdılar, onu bilip tanıdığı kimselerden ayrılmaya sevkettiler. Bunu nefislerinin hiçbir maddî vasıta ve sebebe bağlanmadan Allah ile yaşaması (O’na güvenip dayanması) için yaptılar. Onlar bu yolculukları esnasında daha önce yapmakta oldukları vird ve ibadetlerden hiçbir şey terketmediler.”[18]

Tasavvufun on erkânından birisinin ibret almak için çokça seyahat etmek[19] oluşunun arka planında bu düşünceler olsa gerektir.

Kuşeyrî Risâlesi’nde, Mâlik b. Dînâr’ın şu sözlerine yer verilir: “Allah Teâlâ Hz. Musa’ya (a.s.) şöyle vahyetti: Ayaklarına demirden bir çift ayakkabı giy ve eline de demirden bir asâ al. Sonra yeryüzünü dolaşmaya çık. Onda kudretimi gösteren eserleri ve ibret verici hadiseleri araştır. Ayakkabıların eskiyene ve elindeki demir asâ kırılana kadar buna devam et.”[20]

Seyahatin, İbn Arabi örneğinde olduğu gibi eser telifine yardımcı bir yönü de vardır. Seyahatlerin eser telifine yardımcı olduğu mutasavvıflardan birisi Eşrefoğlu Rûmî’dir. O, Müzekki’n-Nüfûs isimli eserinin yazılış sebebi olarak seyahat esnasında uğradığı yerlerde müşahede ettiği kötü hallere işaret eder: “Çünkü gördüm bu kavmin hâlleri böyledir. Ben dahi bunların arasından uzlet edip çıktım ve kendimi gurbete bıraktım ve bu gurbet içinde nice nice nükteler avam dilinden işittim ve nice nice tas tas ağular nâdân elinden nûş ettim ve nice kere şefkat gözüyle bu hâlleri tutan karındaşlara nazar eyledim. Bunların necatlarına sebep olam deyip bu kitabı sırf Türkî dilince cem’ eyledim …”[21]

Seyahat konusundaki bu zengin tarihî ve tasavvufî geçmiş, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde seyahat etmeyi destekleyen müsait bit ortamın oluşmasına yardımcı olmuş olmalıdır. Özellikle zaviyeler, ribatlar, tekkeler, dergâhlar ve kervansaraylar vasıtasıyla şehirler ve ülkeler arasında bağlantı kuruluyor; ticaret, kültür, tasavvuf, ilim sahalarında büyük bir hareketlilik yaşanıyordu. Bir derviş, başka bir yere gittiği zaman üç gün bütün ihtiyaçları ücretsiz karşılanacak şekilde bu yapılarda kalabiliyordu. Bunların dinî-tasavvufî, sosyal yönlerinin yanında böyle ciddi fonksiyonlarının bulunması hayli dikkat çekicidir. Bu hususun yolculara, seyyahlara, ticarete ve dinî ve tasavvufî hayata değer veren bir anlayışın sonucu olduğu ortadadır. Özellikle zaviyeler şehirlerin dışında ve yol üzerinde kurularak hem tasavvufî hayatın hem de yolculukların canlanmasında çeşitli hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu zaviyelerde yolcuların kalması için misafir odaları ve onların rahat etmeleri için görevliler bulunuyordu. Bu türden yapılar farklı isimler altında İslam dünyasının birçok yerine dağılmıştı. Bu kuruluşlar; ribat, hankâh, buk’a, savmaa, düveyre, medrese, zaviye, imaret, tekke-tekye, dergâh, âsitâne gibi isimlerle anılıyordu.[22]

Dipnotlar

[1] İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugati Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Milliyet-Kubbealtı, İstanbul 2011, s. 1074.

[2] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2005, s. 310.

[3] Osman Nûri Topbaş, Kur’ân-ı Kerîm Işığında Nebîler Silsilesi Hazret-i Muhammed Mustafa -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- 1 (Mekke Devri), Erkam Yayınları, İstanbul 2005, s. 166-167.

[4] Mustafa Kara, Gönül Mektupları, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s. 24.

[5] Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Tasavvufun Esasları -Avârifü’l-Maârif Tercemesi- Hazırlayanlar: H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık İstanbul (Tarihsiz), s. 164.

[6] Osman Nûri Topbaş, a. g. e., C 1, s. 266.

[7] Hacı Bektaş Velî, Fevâid, Haz.: Baki Yaşa Altınok, Hacı Bektaş Velî Külliyatı, Ankara 2010, s. 141. Şehre yönelip hitap etmek, Hz. Peygamber’in hayatında da gördüğümüz bir husustur. Hz. Peygamber, Mekke’den çıkmak zorunda kaldığı için çok mahzun olmuştu. O, Hazvere denilen mevkiye gelince Mekke’ye yöneldi ve ona şu hisli cümlelerle seslendi: “Sen, Allâh katında beldelerin en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım. Senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım…” bkz.: Osman Nûri Topbaş, a. g. e., C 1, s. 492. Onun Mekke’ye böylesine hitap edişi, şehri kendine muhatap edinen muazzam bir medeniyet görüşünün, anlayışının ve şehir sevgisinin herhalde ilk ve en güzel örneği olmalıdır. Konuyla ilgili örnekler bununla sınırlı değildir. Nitekim Hz. Peygamber, Medine’ye ulaştığında şöyle dua etmiştir: “Yâ Rabbi! Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi Medîne’yi de sevdir! Öyle ki Mekke’den daha ziyâde sevdir! Mahsullerine bereket ihsan eyle!” Aynı eser, C. 2, s. 23. Buna benzer bir duruma Barbaros Hayreddin Paşa’nın hayatında da rastlıyoruz. İstanbul’a Kaptan-ı Deryâ olarak çağrılan Barbaros Hayreddin Paşa, Cezayir’den ayrıldığı için çok üzülmüş ve hatıralarında bu şehre şöyle hitap etmiştir: “Yürü koca sultan Cezayir! Seni gayri son görüşümüzdür. Kendi isteğimle olaydı, bir saat senden ayrılmazdım. Cihad yurdu sensin, serhadlerin sonu sensin, dilerim Allah’tan ki kıyamete kadar nâm ü şânın dillerde destan olsun. Düşmanların senden kanlar kuşansın, denizde ve karada cümlesinin üzerine mansur ve muzaffer olasın!” Ertuğrul Düzdağ (Baskıya Hazırlayan), Barbaros Hayeddin Paşanın Hatıraları Gazavât-ı Hayeddin Paşa, İkinci Cilt, Tercüman 1001 Temel Eser, (Yer ve Tarih Yok), s. 166-167.

[8] Mahmud Erol Kılıç, Anadolu Tasavvuf Tarihine Notlar I Osmanlı Dönemi Cumhuriyet Dönemi, Sufi Kitap, İstanbul 2016, s. 69.

[9] Hazînî, Cevâhirü’l-Ebrâr min Emvâc-ı Bihâr İyilerin Dalgalı Denizlerden Çıkardığı İnciler, Yesevîlik Âdâbı ve Menâkıbnâmesi, Haz.: Cihan Okuyucu-Mücahit Kaçar, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul 2014, s. 15.

[10] Hazînî, a. g. e., s. 24.

[11] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2005, s. 309.

[12] Süleyman Uludağ, a. g. e., s. 316.

[13] Ömer Özkan, “Tasavvufî Mesnevîlerde Sıklıkla İşlenen Bir Motif: Sefer/Seyahat”, Turkısh Studies, Volume 4/3, Spring 2009, s. 1756.

[14] Süleyman Uludağ, Tasavvuf ve Tenkit, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s. 99.

[15] Hâkim, el-Müstedrek, 2/73; Ebû Davud, Cihâd, 6’dan naklen; Dilaver Selvi, Ziyaret Edepleri ve Yolculuk Hükümleri, Hâcegân Yayınları, İstanbul 2015, s. 41.

[16] Mahmud Erol Kılıç, Tasavvufa Giriş, Sûfî Kitap, İstanbul 2012, s. 102.

[17] Süleyman Uludağ, Tasavvuf ve Tenkit, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s. 98.

[18] Abdülkerim Kuşeyrî, a. g. e., s. 319.

[19] Ta’arruf’tan naklen; Muhsin Keyanî, a. g. e., s. 470.

[20] Abdülkerim Kuşeyrî, a. g. e., s. 318.

[21] Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki’n-Nüfûs, Haz.: Abdullah Uçman, İnsan Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2013, s. 68.

[22] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Sufiliğine Bakışlar Makaleler-İncelemeler, Timaş Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2015, s. 187 vd.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen