Suzan ÇATALOLUK
Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver ve kızı Müzehhibe Gülbün Mesara…
Ne zaman güzel bir minyatür görsem bir İstanbul günü geliyor aklıma, yazdan kalma, güzelliklerle dolu.
Semti hatırlamıyorum…
Süheyl Ünver Hocamızın yanındayım. Her hali, her adımı, gülümsemesi ve her sözü benim için bir edep kitabı…
Bir ara o zamanlar var olan tramvaya biniyoruz. Genç bir anne adayını fark ediyor Üstat. Ondan çok yaşlı olduğu halde kalkıp yer veriyor.
Daha sonra caddede yürürken bir sokak başında duruyor ve benden sokağa dikkatle bakmamı istiyor. Sonra ne gördüğümü soruyor. Ben gördüğümü zannettiğim şeyleri sıralıyorum. Koluma giriyor, sokağın ortalarında yapayalnız ve artık suları akmayan bir mermer çeşmenin yanında duruyoruz. Çeşmenin yekpare mermerindeki rumi süslemeleri göstererek diyor ki:
“- Ecdat mirası bunlar. Bunları durmadan, bıkmadan kaydetmek lazım. Bunu vazife addetmek lazım. Biz vazifemizi yaparız. Vazifede menfaat yoktur. “
Rumilerin üzerinde zarafetle gezinen eli küçük bir çocuğun başını okşayan dedenin elleri sanki.
Bu hatıra ile birlikte aklıma bir sürü soru geliyor: Acep kim Süheyl Ünver, Süheyl Ünver olmak için ne yaptı? Türkiye ne kadar tanıyor Süheyl Ünver’i?
Bu soruların cevapları öylesine güzel ve hayranlık uyandırıcı ki şu düşüncenin akıldan geçmemesi mümkün değil: Süheyl Ünver bir değil, belki en az yüz ömür geçirmişçesine dolu dolu bir kader yaşadı ve öylesine büyük ufuklar açtı ki o ufukları bir kez görenler kendilerini çok yeni dünyalara doğru sırlı yolculuklar yaparken buldular.
Onu, rahatlıkla, döneminin Evliya Çelebi’si, Levni’si, Kâtip Çelebi’si, “metafizik realist düşünürü”(1) olarak niteleyebiliriz.
Süheyl Ünver bin aydan daha hayırlı olan bir gecede, Kadir gecesinde dünyaya gelmiş, 1898 yılında, 17 Şubat’ta, Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece.
Esas âleme geçişi de bir Cuma günü. Yine Şubat Ayı, 14 Şubat 1986.
Sanat ve meslek ile ilgili olan yayınlanmış 2300’e yakın eseri bulunuyor. Kitap, risale, makale, gazete yazıları, broşür, önsöz, takdim, takrir v s… Bu eserlerin bir kısmı yabancı dilde. Açtığı, katıldığı her sergide Türk – İslam Sanatlarını ve Türkiye’yi temsil etme şuuru çok güzel bir misal olarak hep karşımızda.
Ama daha da önemlisi, belge niteliğinde bulunan 1116 defter çeşitli konuları muhtevi olup her biri kültürümüz açısından çok mühimdir. Bunların yanında çeşitli sanatçılara, çeşitli sanat dallarına ait olmak üzere 453 dosyaya, sayısı tespit edilemeyen el yapması esere imza atıp sayısız öğrenci yetiştirmiş. Bu öğrencilerine maddi- manevi destek vermiş, evlatlarını çok seven baba desteği…
Süheyl Ünver İmzalı güzelliklerden misaller…
Fransa, Amerika, Almanya, İtalya, Avusturya, Mısır, İran’ı gezen, Ülkemizin neredeyse bütün şehirlerine seyahat eden, önemli bulduğu küçük kasabalarda dahi araştırmalar yapan Üstat, buralarda bulunan Türk- İslam kültürü ile ilgili eserlerini – başta Süsleme Sanatlarımız olmak üzere- tespit edip belgelemiştir…
Bütün bu bilgilerin dışında dile gelmeyenler var mı? Olması gerekiyor: Zira onu tanıyan her insanda farklı bir Süheyl Ünver var. Çünkü Hoca kapısını çalan her insana farklı bir güzellik bahçesi açmış.
Üstadın hayatında yer alan iki alan da zor: Hekimlik ve sanat. Her iki alanda da bir ihtisas alanında kalmamış. Bu hayat tarzını benimseyen belki başkaları da bulunmaktadır. Ancak, Süheyl Ünver’de öylesine ayrı ve öylesine güzel özellikler var ki gerçekten bir ömre pek çok ömür sığdırmış…
Bu güzelliklerde şöyle bir gezinelim ve önce “edep” ten başlayalım:
Hüsn-i hat sanatında en çok yazıya dökülen özlü sözlerdendir “Edep Yahu”. Çünkü insanı-ı kâmile ulaşmanın temel taşı olan “edep” e giden yol hiç de kolay değil. Üzerinize gelen her türlü çirkinliği bu yol ile savmanın, edep ile nefsinize hâkimiyet kurmanın ne kadar zor olduğunu her gün yaşayarak bir kez daha keşfetmiyor muyuz?
İşte bu zorlu yolun azimli rehberi Süheyl Ünver Hoca’ya baktığımızda hayatını harikulade bir edep ile yaşandığını görüyoruz.
Üstadın hayatı boyunca yedi yabancıdan can dostlarına, en yaşlıdan küçük çocuğa, yaratılan her zerreye dahi çok hoş bir edep ile yaklaştığını görürüz.
Süheyl Ünver Hoca’nın yüzünde devamlı bir gülümseme vardır, hareketleri hep zariftir. Yanında ki her insan kendini pek önemli hisseder. Çünkü Üstat öyle güzel, öyle edeple davranır ki siz sizi çok değerli bulursunuz.
Üstadın hayatına baktığımızda bir başka güzellik daha hemen karşımıza çıkıyor: Sevgi ve sevgiyi ifade etme gücü ve güzelliği: Üstat sevgisini ifade etmek için vesileler icat eder ve etrafında hep bir sevgi halesi meydana getirir. Çok sevgili annesine, büyük aşka sevdiği eşi Müzehher Hanım’a, kızı Gülbün Mesara’ya, mürşidi Mecdi Efendi’ye ve bütün kıymetli dostlarına yazdığı mektuplar ve gönlünden çağlayanlar gibi taşan şiirler bu sevgi deryasının ne güzel misalleridir.
Üstat Süheyl Ünver’in bir başka güzel özelliği de kendi kültürüne olan aşkıdır:
Bu aşk öylesine derin ve öylesine tutkulu ki nerede bulunursa bulunsun, o yeri adım adım gezip Türk tarihinden izler arıyor ve buluyor. Kimi zaman bir Osmanlı, kimi zaman Selçuklu, kimi zaman Beylikler dönemi, kimi zaman daha, daha eskiler Hoca’nın defterlerine, dosyalarına, notlarına konu oluyor. Neredeyse karış karış gezdiği Anadolu’da ve yabancı diyarlarda neler tespit etmemiş ki.
Yaşadığı dönemde İstanbul’unun neredeyse bütün sokaklarını dolaşır, o zarif sokakların resimlerini yapıp, yedi tepeyi güzeller güzeli Asitane’yi güzel eserleri ile belgeler. (2)
Süheyl Ünver imzalı güzelliklerden bir demet…
Bu konu ile ilgili olan hatırasını şöyle anlatır Hocamız:
“Bir akşamüstü Üsküdar’da Sultantepe’de bir hastaya çağrılmıştım. Bir konağa götürdüler, üst kata çıkıldı. Hasta, manzaralı geniş bir odada yatıyordu. Pencereden dışarı gözüm iliştiğinde Üsküdar’ın ve İstanbul’un şahane seyriyle adeta büyülenmiş hale geldim. Hemen hastanın yanına gidip önce nabzını ve genel durumunu kontrol ettim. Baktım ki mühim bir şeyi yok. Bana bir iki dakika müsaade, camdan dışarı bir şeye bakmam lazım, deyip ufak bir kâğıda manzarayı hemen tespit ettim, daha sonra da doktorluk vazifeme döndüm.”(3)
Evet… Her konuda defterler hazırlayarak suluboya resimler ve minyatürler yapıp her ne gördüyse belgelemesi kültürümüze olan o derin sevdasındandır.
İyi ki de bütün bu güzellikleri yapmış. Sevgili Üstadımızın ruhu şad, mekânı cennet olsun. Çünkü o güzel resimlerle belgelediği tarihi eserlerin yerlerinde şimdi yeller bile esemiyor. Çirkin çirkin binaların yer aldığı sevgili Bursa’dan biliyorum. Yeşil Türbe ve Emir Sultan Hazretlerinin yanı, yöresi içler acısı…
Elindeki sırlı meşalesi ile öğrencilerine, eşine dostuna, bir kere dahi rastladıklarına, adını duyan herkese önderlik yapmıştır ve özellikle kültürümüze ait ne varsa belgelememizi ve defter tutmamızı istemiştir Üstat.
Ne kadar da haklı çıkmıştır, çıkmaktadır ve çıkacaktır. Zira, “ bu yozlaşma bu şekilde devam ederse elimizde kültürümüz adına ne kalacaktır” sorusu her münevverin gönül yarasıdır herhalde.
Süheyl Ünver’in en güzel özelliklerinden biri de çalışma tutkusu ve azmidir. Hayatı boyunca büyük bir disiplinle çalışmıştır. Kendine ait büyülü dünyasındaki bu devinim asla aksamamıştır, emeklilikten sonra da şevkle dönüp durmuştur.
Zamanı çok iyi değerlendirme özelliği dolayısıyla en sıradan kabul edilen vakti dahi dolu dolu geçirmiştir. Boş konuşmalar onun hiç kabul etmediği bir haldir. Ya araştıracaktır, ya yazacaktır, resmedecektir veya sohbetlerde bulunacaktır.
Bütün bu ve daha pek çok güzel özellik elbette olağanüstü tevafuklarla hediye edilen hayatı için lazımdır.
Bunun için de Süheyl Ünver Üstada bir mürşit gerekir, o mürşit de Abdülaziz Mecdi Efendidir.
Ve…
22 yıl süren kerametlerle dolu sımsıcak dostluk Süheyl Ünver’e Süheyl Ünver’i hediye eder.
Abdülaziz Mecdi Efendi’nin sohbetleri Süheyl Ünver için adeta çölde susuz kalmış çaresizlerin suya kavuşması, zamanın bir köşesinde sıkışıp kalmış, çaresiz gönüllerin imdat sofrası, sırları açan giz perdesi, sevgiliye giden yolda meşale gibidir. Üstadın ruhundaki tayfunlar diner Mecdi Efendi’nin sohbet ülkesinde.
Mecdi Efendi genç hekim Süheyl Bey’e pozitivizm ile mistisizm çatışmasının kendisinin sunduğu âlemde asla olamayacağını anlatır. İslâm tasavvufunda bu Batı kültürüne has çelişki, yerini sulh ve sükûna bırakmıştır.
Yani, hiçbir zaman kâinatta çelişki, düzensizlik olmamıştır, olmayacaktır, cevher aynı cevherdir, aşk aynı aşktır, cezbe aynı cezbedir. Elbette bu görünen veya gizlenen hallerin kendine mahsus kanunları vardır, bu kanunlarda da –şüphesiz ki – çatışma yoktur. O halde, biz büyük bir hayranlıkla keşif yoluna devam ederken karşımıza çıkan ve o ana kadar görmediğimiz, bilmediğimiz gerçekleri inkâr etmek yerine bu gerçekleri anlamaya, çözmeye gayret edeceğiz. Onları kör pozitivizmin kör kuyularında aramayacak, yok saymayacağız.
Bu konuda Üstadın çok hoş bir tespiti vardır: Halk arasında çok ilgi çekici olan ama ilk duyduğumuzda bize çok saçma gelebilecek bir tedavi şekli ile karşılaştığımızda hemen onu reddetmeyelim. Araştıralım, bu saçma görünenin altında yüzyılların birikimi olan gerçekçi bir metot karşımıza çıkabilir.
Yine, bu konu ile ilgili olarak Ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Beyi anmadan geçemeyeceğiz. Hoca Ali Rıza Bey, harikulade bir tespit ile bugün olacakları adeta biliyor ve öğrencisi Süheyl Ünver’e şu tavsiyede bulunuyor:
“En ufak bir kâğıdı bile atma. Hoşa giden her şeyi kaydet. Memleketimizin milli abide ve evlerini tespit et. Dostlara ağırlık verme ve onları sık sık taciz etme. Fakirlere acı! Bize hizmet eden zavallıları minnetle yad ederek gönüllerini şad et. Onların yardımına koş. Derviş olmayarak dervişmeşrep ol. Daima faydalı şeylerle meşgul olarak çalış. Güzel sözlerle ruhunu incelt. Güzel resimlerle defterler doldur. Küçükleri sevindir. Her türlü mahlûka acı. Örnek bir vatanperver ol!”
Kızı Gülbün Mesara sevgili babasının sanat yolculuğunu anlatırken sevgili babasının şu sohbetini naklediyor:
“Sanat formasyonu üzerine dikkat çekici bir sohbetini zikredersek: “Sanata olan merakım dolayısıyla çok seneler muahezeler (eleştiriler) işittim. Sanata bağlılığım irsî olarak gelişmişti. Annemin babası hattat Şevki Efendi meşhur bir hattattı. Onun dayısı hattat Hulûsi Efendi ve damadı Emin Efendi, dayım Sait Bey keza. Babam telgrafçılık fenninde mahir ve musikişinas. Babamın babası Hacı Mehmed Efendi de Tırnova’da ressam. Amcam Vasıf Bey zabit ve hattat. İşte ben bu ruhların telâkisinden doğunca bittabi sanata irsî olarak girdim. Eğer bu saydıklarım hastalık da olsa idi onları da tevarüs edebilirdim. Sanat hevesim hekimlik tahsilim esnasında inkişaf etti. Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Bey’den resim dersi aldım. Hattat Mektebine Tıbbiye’de talebe iken girdim. Sanat benim ruhum üzerinde işlediğinden hekimliğimin insanlık tarafında da faydalı oldu ve mesleğim dışındaki meşgalem oldu. Yani insanlığa karşı şefkat ve bağlılık hislerim arttı. Sanat beni mütevazı, sessiz, mücadelesiz bambaşka bir adam yaptı. Yani ahlâkımı düzeltmekte âmil oldu. En büyük sanatkâr ahlâklı insandan olur. Bir sanat eseri ahlâk tezahürüdür. Sanat tarafım hekimliğimin yanında benim zevk ve his cephemdir. Beni dinlendiren ve ruhumu ilâ eden bu şubeyi bırakmama imkân yoktur. Velev ki dünyayı değiştireyim.” (4)
Süheyl Ünver’e çok tesir eden dostlarından biri de Akil Muhtar Beydir.
Akil Muhtar Bey bütün masraflarını deruhte ederek genç Süheyl’i iki yıllığına Paris’e gönderir. Paris seyahatinden evvel ziyaret ettiği Akil Muhtar Bey’in Süheyl Ünver’den pek mahir bir şekilde ifade edilen, ibret âleminin sırlı perdelerini açan dilekleri vardır. Bunları Süheyl Ünver’den dinleyelim:
“Süheyl! Seni Avrupa’ya herhangi bir maksat için göndermiyorum. Senden bir ricam var. O da şu: Avdetinde bu memlekette biraz da ilim için çalışman. Bunu söylerken o mübarek gözlerinin yaşardığını da fark ettim ve beni öptüler…”(5)
Onu bir metafizik realist, idealist bir vatansever olarak değerlendirenler çok haklıdırlar. Bu konuda Prof. Dr. A. Güner Sayar’ın şu ifadesine ile katılmamak mümkün değildir:
“Süheyl Ünver’in metafizik-realizmini besleyen temel kaynak Abdülaziz Mecdi Efendi’nin tasavvufi sohbetleridir. Bu sohbetlerden birinde Mecdi Efendi, Ahmet Amiş Efendi’nin şu mühim sözünü Süheyl Ünver’in kulağına üflemiştir: Türk Devleti kıyamete kadar bakidir.” (6)
Ama… Her canlı gibi Süheyl Ünver Hoca da vakti, saati gelince sonsuzluğa merhaba dedi ve böylesine harikulade güzel ve dopdolu bir hayatın sahibi, her fani gibi, esas âleme yolcu oldu.
Ancak, öyle bir miras bıraktı ki onun takdiri sanat dünyasınındır, milletimizindir: Kızı, Türk Süsleme Sanatları Hocası olan Gülbün Mesara…
Gülbün Mesara Hoca’yı ikinci bölümde anlatmaya çalışacağız Efendim, izninizle…