Suzan ÇATALOLUK
Güzel bir güneşli gündü. Uzaktan görünen mor dağlar, yeşil orman, yanındaki ulu çınar ve ileride nazlı nazlı akan pınar, renkli, tertemiz taşlardan küçük ceylanlar gibi sıçrayan su damlacıkları, yüzünü okşayıp geçen şu cilveli rüzgâr…. Hepsi ama hepsi onu hatırlatıyordu. Onun sesi fısıldayarak konuşuyordu işte bu rüzgâr gibi. O hep bekliyor, verdiği sözden hiç caymıyordu şu mor dağlar gibi. Pek yakışıklı ve alımlıydı şu ulu çınar gibi…
Kendisi de ceylanlar gibi nazlıydı, hep kaçmış, onun sevdasına cevap vermemişti. Ama bu gün kararlıydı. O mektubu gönderecek, şu ulu çınarın dibinde buluşup ona kaçacaktı.
Nasıl kaçmasındı ki? Bir kaç yılı aşan bu yanık sevda kendisinin gönlünde de filizlenmiş, onun o kara gözleri aklından çıkmaz olmuştu. Anası tek kızını köy dışına vermeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Bir iki ağzını yoklamış, anası onu azarlamıştı:
“-Sus kız! A kuzum, seni ellere veremem ben.”
Oturup ona aşkını yazmak isterdi sayfalarca. Ama utanıp sadece bir şarkının sözlerini titreyen parmaklarıyla tek sahifeye karalamış, bir ay sonra o çınarın altında buluşmayı kabul etmişti.
O sahifeyi de özenle katlamış, elleriyle bin bir çiçek deseniyle işleyip diktiği küçücük bir bez torbaya koymuş, üstüne sevdiğinin adını, adresini yazmıştı. Ama bu yeterli değildi ona göre. Dört naylon torbayı iç içe geçirip bez torbasını içine koymuş, üstüne adresi tekrar yapıştırmıştı.
Pencereden bakıyor, köye gelecek olan postacıyı kalbi çarparak bekliyordu. Anası inekleri sağmaya, ağabeyi tarlayı sulamaya, babası da köy kahvesine laflamaya gitmişti.
Biraz sonra yokuşun başından at üstündeki postacı göründü. Hemen fırladı yerinden. Odasına koştu. Yastığın işlemeli kılıfına sakladığı torbayı aldı. Hızla bahçe kapısından sokağa çıktı. Postacının önünü kesip hiç bir şey demeden, gözleri yerde, naylonu uzattı gencecik, dünya güzeli genç kız.
Orta yaşlı postacı kıza şöyle bir göz attı. Deli heyecanını görmezlikten geldi, bir şey demedi. Sadece uzattığını alıp torbasına attı. Yoluna devam etti.
Biraz sonra köy yolu bitti. Adam dağa vurdu atını. Bakımlı at tırısa kalktı. Ormanlık alana daldı. Bir saat kadar cennet gibi güzel ormanın içinden gitti. Sondaki çaya ulaştığında ağaçtan yapılma köprü göründü.
Güzel at alışkanlıkla dar ağaç köprüye yöneldi. Yavaşladı, gıcırdayan tahtaların üstünden özenle geçmeye başladı.
Ama…. Ama yolun tam ortasında kıvrıla kıvrıla karşıya geçmeye çalışan iri yılan atı ürküttü. Hayvan ona basmamak için korkuyla şaha kalktı.
Atının bu beklenmedik hareketi ile düşme tehlikesi geçiren postacının çantası açıldı ve genç kızın verdiği naylon torba çantadan fırladı, suya düştü. Coşa taşa akan çayda hızla sürüklenmeye başladı.
Çay o sevdayı aldı, suyunun üstünde tuttu, aziz bir misafirin el üstünde tutulması gibi taşımaya başladı…
Aradan geçen bir ay süresince güzeller güzeli genç kız durmadan gün sayıp hayaller kurdu. Ay ışığında karşılaştıkları zaman ne cevap vereceğini düşündü. O yağız delikanlının ne diyeceğine, nasıl gülümseyeceğine dair hayaller kurup kendi kendine gülümsedi.
Nihayet o gün geldi ve o gece oldu. Gen kız küçücük bohçasını hazırladı yavaşça. Herkes uyuduğunda usulcacık, hayal gibi süzüldü kapıdan. Koşarak o ulu çınarın yanına gitti. Arkasına geçip sindi.
Kalbi deli gibi atıyor, nabzını ense kökünde hissediyordu. Nefes alışlarından korktu. Bütün alemlerin duyduğunu sanıp yumruğunu ağzına koyup bekledi.
Heyecanı geçince gülümsedi. Biraz sonra gelecekti o. Bütün diyeceklerini unutup tekrar heyecanlandı. ” Ya yanlış bir söz söylersem, ya beni sevmekten vaz geçerse?” diye düşündü. “ O zaman ölürüm ben, ölürüm.”
Beklemeye devam etti. Yel esti, heyecanlandı, dal kıpırdadı, “işte geldi,” diye ayağa fırladı. Kuş uçtu, baykuş çığlık attı, uzaktan köpek havladı, hep geldi diye fırladı.
Ama ne gelen vardı, ne giden… Saatlerce bekledi. Büyük bir ümitsizlik içinde düşündü. “Artık beni sevmekten vaz geçti. Herhalde başkasına sevdalandı.”
Parlak ay ışığı onun güzel gözlerinden süzülen yaşları inci taneleri gibi parlattı. Çökük omuzlarıyla yavaşça kalktı. Tam o sırada aşık bülbül deme başladı.
Bu güzel sevda şarkısı kızın aklına hüzünlü bir ümit getiriverdi. “ Ya o bir ay yarın doluyorsa, yanlış hesaplamışsam, ya da o yanlış hesaplamışsa. Hemen eve dönüp yarın gelmeliyim.”
Göz yaşlarını elinin tersiyle sildi. Yine sessizce, uçuşuveren bir hayal gibi eve geri döndü. Odasına gelip heyecan içinde kendini yatağına atıverdi. Tekrar göz yaşlarına boğuldu.
Sonra… Sonra tam bir hafta gitti o ulu çınarın altına. Artık mehtap küçülmeye ve hilale doğru yol almaya başladı.
Genç kız en son gece yorgunluktan ümitsizlikten bitkin bir halde yine ayrıldı ulu çınarın yanından. Titrek adımlarla köy yoluna girdi. Ama artık bir adım atacak hali kalmamıştı. Etraf dönmeye başladı, ay dönmeye, yıldızlar, evren dönmeye başladı, elbette başı da.
Önce koltuğunun altındaki küçük bohça düştü yere. Sonra başı düştü o küçük bohçanın üstüne. Kıvrıldı kaldı o sokağın ortasında…
İşte tam o sırada köye binde bir gelen güzel otomobildeki adam gördü onu. Büyük bir telaşla durdurdu arabasını. Koştu kızın yanına. Onun yüzünü görünce farkında olmadan mırıldandı:
“-Aman Allah’ım! Bu ne güzellik böyle… Peri kızı mı bu ceylan yavrusu?”
Yavaşça diz çöktü kızın yanına. Yeni doğan bebeği alır gibi kaldırıp başını göğsüne dayadı, yavaşça sarstı ve fısıldadı:
“-Ne oldu küçük hanım? Uyan hadi, anlat derdini bana.”
Kız bu sarsıntıyla gözlerini açtı. İrkilerek geri çekildi hemen. Kalkmak istedi, gücü yetmedi. Tekrar düştü. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Adam onun ağlayışını seyretti hayranlıkla. Hiç sesini çıkarmadı. Merakını yenmeye çalıştı.
Ay ara ara bulutların arasına saklanıyor, adam bulutlara kızıyordu bu güzelliği ay ışığında seyredemediği için.
Az sonra kendine gelen kız hemen ayağa kalktı, bir koşu tutturup bahçeden içeri attı kendini. Karanlıkta kayboldu.
Adam uzandı, yerden aldı o küçük bohçayı. Açtı, baktı. Gülümsedi:
“-Yavuklusuna kaçmak istemiş. Ama o aptal gelmemiş! O zaman…. O zaman benim de ümidim var!”
Aradan bir ay daha geçti. Genç kız yavaş yavaş ümidini kesmeye başlamışken o gün babası bir misafirle geldi. Geleni çok önemsiyordu. Güzel yemekler yapmalarını istedi.
Çok güzel bir yer sofrası hazırladı ana kız tertemiz çiçek kokulu çardakta.
Ama kız misafiri görünce dondu kaldı. O gece ve o adam film şeridi gibi geçti gözünün önünden. Hiçbir şey diyemedi. Adam da o geceyle ilgili tek söz etmedi.
Yemek sonunda ellerini yıkadıktan sonra kendisine havluyu uzatan kıza gülümsedi ve fısıldadı:
“-Küçük hanım. Bohçan yerde kalmıştı. İstersen alabilirsin. Arabamda. Gizli al olur mu? Kimse görmesin.”
Kız bir sene daha bekledi yavuklusunu. Ama ne bir haber geldi, ne de kendisi göründü. Adam da kızı bekledi.
Adam inat etti, iki sene daha bekledi. Kızın gizli göz yaşlarını içi yanarak seyretti. Onun gönül yangınını kendi gönül yangınında eritmeye çalıştı. Sabrı dantel dantel örüp oya oya işledi. O yavru ceylanın ümitsizliğinin bitmesini ümitle ve aşk inadıyla bekledi.
Sonunda bir gün ona derdini anlatmasını istedi. Yavru ceylanı ona hıçkırarak her şeyi anlattı!
Ve…. Kader ağlarını örünce adam yavru ceylanını telli duvakla gelini edip evine evdeş getirirken sular da o küçük torbayı taşıdı hep.
Çay onu ırmağa taşıdı, ırmak bir iç göle… Yıllar geçtikçe torbacık oradan oraya savrulurken suyun içinde kendi içli macerasını yaşadı.
Genç kız gelinliğinde iki evlat sahibi oldu ve çok sevecen, onun için ölecek bir kocaya. Adam onu hep avucunun içinde yaşattı. Gözünün içine baktı, kirpiğinin titremesi istemedi.
Genç kız da onu mutlu etmek için elinden geleni yaptı.
Sular da yıllarca o torbayı hüzünlü bir esrar içine alıp insanlara göstermedi…
Genç kızın boy boy olan oğulları artık onu babaanne yaptı. Torunları oldu. Dördüncü torununun diş hediğinde adam kalbini tutup yere yığılınca hastane odaları hayatına girdi babaannenin.
Yoğun bakımda kocası yanına çağırdı onu. Bir sürü aletin esir ettiği kocası elinden tuttu ve zorlanarak sordu:
“-Yavru ceylanım, sahi beni hiç sevdin mi?”
Babaanne göz yaşları içinde fısıldadı:
“-Seni ne çok sevdim ben. Bir daha dünyaya gelsem yine seninle evlenirdim benim vefalı, adam gibi adamım…”
Adam son nefesini verirken gülümsüyordu ve çok mutluydu.
Bir ay sonra babaanne de onun hayaline bakarak zarif gülümsemeleriyle ötelere uçuverdi…
Ama sular hikâyeye devam etmek istiyordu. Bir postacı arkadaşlarıyla göle balık tutmaya gidince gölün suları o küçük torbayı oltasına takıverdi…
Genç postacı torbayı görünce heyecanla eve getirdi. İç içe geçirilmiş, ağzı sımsıkı bağlanmış, sanki başına geleceği biliniyormuş gibi iyice saklanmış, yıllara meydan okumaya çalışıp kimi yerleri delinmiş naylon torbaları büyük bir sabırla açtı. Bir yandan da kendi kendine gülümsüyordu:
“-Kurumuş gül yaprakları gibi hüzünlü, boynu bükük küçük torba! Hangi sırlarını anlatacaksın bana?”
Sonunda o kumaş torbaya ulaştı. İnce oyaları, nakışları görünce dedi ki:
“-Bunu zarif bir rüya gibi bir gencecik kız hazırlamış olmalı. İçinde mutlaka bir tutam saç ve ucu yanık bir mendil ve titrek yazılarla yazılmış bir name olmalı.”
Torbayı açınca içinden bir tutam saçla ucu yanık mendil çıkmadı ama dörde katlanmış bir mektup vardı, titrek yazılıydı elbette. Şöyle yazıyordu:
Bana “Ada sahillerinde bekliyorum” diyorsun her seferinde yanımdan geçerken. Ben de seni bekliyorum. Son bakışmamızdan bu tarafa bir hafta geçti. Bu günü de sayıp seni tam bir ay sonra gecenin ikisinde, mehtapta, o ulu çınarın dibinde bekliyorum. Bohçam da yanımda olacak.”
“-Ah yazık! Diye hayıflandı genç postacı. Bu mektup yerine ulaşmamış. Neden acaba? Bunun sebebini bilemem artık. Ama bu gitmesini istediğine ulaşmalı.”
“-Ah yazık! Diye hayıflandı genç postacı. Bu mektup yerine ulaşmamış. Neden acaba? Bunun sebebini bilemem artık. Ama bu gitmesini istediğine ulaşmalı.”
Torbanın üstündeki adrese baktı. Sevinçle gülümsedi:
“-Ah! Yakınmış. İki şehir ötede. Hafta sonu sabah gider, akşam da dönerim. Bu mektup sahibini bulmalı. Kim bilir kaç yıl geçti. “
Gerçekten de torbayı yanına aldı genç postacı ve tatil gününde o adrese gitti. Ama adresteki o mahallede öyle bir sokak yoktu. Mahalle çok katlı evlerle dolmuştu.
Ümitsizliğe kapılmadı genç postacı. Henüz müteahhitlerin gazabına uğramamış birkaç bahçeli küçük evin kapısını çaldı tek tek. Biri açmadı. İkisinde sahipleri tanımadı. Son evin kapısını çalarken hüzünlenmeye başlamıştı. Karşısında çok yaşlı bir kadını görünce ümitlendi. Adresi ve ismi sordu. Kadının gözlerinden belli belirsiz bir keder geçti:
“-Ah!… Uzaktan uzağa tanırdım onu. Camiin yanındaki bahçeli evin sahipleriydi galiba. Yıkıldı oralar. Kocaman bir apartman diktiler. Soyadlarını yazdılar kapılarına. Git o tarafa, bulursun.”
Camiin yanına giden genç postacı eliyle bulmuş gibi buldu apartmanı. Kapıcı dairesini çaldı. Genç bir kadın açıp ona dedi ki:
“-A! Sen mimar amcayı soruyorsun. Yedinci kattalar. Ama onun adı başka. Ama bu apartmanın eski sahiplerini aradığına göre o olmalı.”
Az sonra yedinci katın ilk dairesinin önündeydi genç postacı. Kapı açılınca kendisini orta yaşlı bir adam karşıladı. Güler yüzle konuştu:
“-Kimi aradınız?”
Torbayı uzattı genç postacı ve soruya soru ile cevap verdi:
“-Bu şahıs siz misiniz Efendim?”
Adresi okuyan adam çok heyecanlandı ve sesi titredi:
“- Aaa… Aaa… Bu torba bizim…”
Ama orta yaşlı adamın sözünü içeriden başını uzatan çok yaşlı bir kadının merakı kesti:
“-Kim geldi oğlum?”
Adam postacıya eliyle “sus” işareti yaptı ve yaşlı kadına cevap verdi:
“- Kimse değil anneciğim. Arkadaş bana paket getirmiş.”
Kadın sessizce kaybolunca adam heyecanla tekrar konuştu:
“-Paket babama gelmiş. Ben alayım.”
Postacı kendisine aşık olunan adamı çok merak etti:
“-Babanızı görebilir miyim?”
“-Babam…. Babam seneler evvel sizlere ömür, dedi karşısındaki. Kalp krizi geçirdiğinde genç sayılırdı. Hiç çözemediğimiz bir hüzünle yaşadı, gitti. Sanki hep bir şeyler bekledi, durdu. Belki de bu torbacığı bekliyordu, kim bilir ki?”
Genç postacı büyük bir hüzün yaşadı o an. Onun da ağzından aynı sözler döküldü:
“-Evet, kim bilebilir ki?”
Boynunu hüzünle büküp giderken orta yaşlı adam torbayı aldı. Annesine görünmeden hemen çalışma odasına gitti. Hayatında ilk defa kapısını kilitledi, annesine, eşine ve çocuklarına karşı. Elleri titreyerek torbayı açtı, sonra da o dörde katlanmış sahifeyi. O solmuş satırları okudu. Gözleri buğulandı. Gidip pencereden uzun uzun baktı. Kendi kendine konuştu:
“-Demek bunun için odalara kapanıp gizli gizli şiirler yazıyordun baba. O hasret yangını şiirlerin hep bu mektubun sahibi içindi demek. Ah baba ah! Hep sakladın kendini. Zavallı annem de kendinin çok sevildiğini sandı. Ama ben kanmadım baba. Ah sevgili babam, için için bu mektubun sahibi için mi yandın? O trafik kazasını yaşamasaydın ona koşacaktın, annemi tanımayacaktın sevgili babam. Ayrılık trafik kazasıyla geldi. Sen yataktan kalkıp yürüyene kadar kader ağlarını çoktan örmüştü. Ne çok kızardın o kazaya. Şimdi sebebini daha iyi anlıyorum.”
Gözleri doldu tekrar. Düşündü. Bu tükenmiş, bitmiş masalı kimse bilmemeliydi. Uzandı suların eski zaman hediyesi olan sararmış mektuba. Hüzünle usul usul yırtmaya başladı. Küçücük parçalara böldü. Orada bulunan şamdanın içine attı. Hemen bir kibrit çakıp içine itina ile bıraktı ve şamdanı açtığı pencerenin mermerine koydu. O eski, içli, ama gerçekten yaşanmış masalın yavaş yavaş yanışını seyretti. Parçalar simsiyah kesilip iyice yanınca da şamdanın kristal korumasını açtı, üfürdü küllerini rüzgâra karşı ve mırıldandı :
“-Ah aşk! Niye bu kadar sevgilisin? Niye bu kadar yürek yakarsın? Niye bu kadar özlenensin?”
Hamiş: Türkiye’ye kaç mektup yazıldı acep Türk ellerinden? Mesela, “altın hızma mülayim”li, “Vardar Ova”lı… Mostar Köprüsünden aşağı düşen mektup oldu mu hiç? Ve…. Biz kaç mektup yaktık???? Sahi mektup yazanları özledik mi hiç????