Saadettin YILDIZ[1]
1.3.2.Filozof-Mütefekkir
Ziya Gökalp, çocuk denecek yaşta fikir sancıları çekmiş; kafasına takılan birçok soruya karıştırdığı kitaplarda da doyurucu bir cevap bulamamanın huzursuzluğunu yaşamış ve bu yüzden hayatına son vermeye bile teşebbüs etmiş bir insandır. Yıllar sonra Necip Fazıl’ın “Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap / Bir fikir ki, beyin zarında sülük. / Selâm, selâm sana haşmetli azap; / Yandıkça gelişen tılsımlı kütük” mısralarıyla anlatacağı fikir çilesi, onun hayatını yoğuran çok önemli bir “şahsiyet inşa unsuru”dur. “Ben içtimaî hakikatleri bulabilmek için 25-30 sene kafa patlattım.”[2] ve “Bütün suallerime cevap verecek bir filozof, bir âlim bulmak için çok çalıştım. Bunu da maatteessüf bulamadım. O zaman her meseleyi kendi kendime halletmeye, zihnimde doğan her suale kendim bir cevap bulmaya çalıştım. Bu yolda çok zahmetler çektim; halbuki müşkillerimi soracak bir hoca bulsaydım, zihnimi bu kadar yormayacaktım.”[3] sözleriyle özetlediği tefekkür macerası, bu mektupların birçoğunda açık bir şekilde karşımıza çıkar.
Bu maceranın özü, öğrenmek, bilgiyi aramak, doğrunun peşinden koşmak, sadece kendisi için değil ailesi ve hattâ bütün milleti için de düşünmektir. “Düşünmek için düşünmek” gibi bir lüksü yoktur. Görüşlerinden geniş bir şekilde yararlandığı E.Durkheim, “sosyoloji, insanlığın acılarını dindirmeye yaramazsa bir saatlik emeğe değmez.” demişti. “Bir felsefenin kıymeti, bir taraftan müsbet ilimlerle hem-âhenk olmasının derecesiyle, diğer cihetten ruhlara büyük ümitler, vecdler, teselliler ve saadetler vermesiyle ölçülür.”[4] deyişinden anlaşılıyor ki, Gökalp de felsefeye aynı görevi yüklüyor. Fakat bir yandan da, felsefî meselelerin pek çoğunu kendi kendine hallettiği kanaatiyle, düşüncelerine hayli romantik bir tavırla sahip çıkıyor: “… bütün içtihadlarım, bütün tahkiklerim tamamıyle şahsî oldu. Fikirlerim de evlatlarım gibi benimdir diye büyük bir şefkatle seviyorum.”[5] Büyük bir şefkatle sevdiği fikirlerinin kaynağı olan felsefe, insanın dayanıklılığını arttıran “kuvvetli bir sinir ilâcı”dır.[6]
Gökalp’in felsefe ile iştigali, bu ana eksen üzerinde ilerler. Aile, cemiyet; medeniyet, kültür; milliyet, din, ahlâk, mefkûre; hürriyet, hak-hukuk; eğitim, ilim … bu düşünüş ekseninin ana duraklarıdır.
*İlim, Kültür ve Medeniyet
Fikrî eserlerinde ve şiirlerinde olduğu gibi, mektuplarında da ilim-kültür, medeniyet-kültür ilişkilerini ve bunlar arasındaki ilişkileri tartışmaktan hoşlanan Gökalp, ilim ile kültürün / medeniyetle harsın / millî ile beynelmilelin “mefkûrevî” bir değerlendirmesini yapmıştır:
“Yanlış ilim, cehaletten daha fenadır. Mesela bizim cahil köylülerimiz herhalde züppe âlimlerden çok ahlâklıdır. Ona vatanın, milletin ne demek olduğunu kimse öğretmemiş; fakat duygusu ile, hissi ile ötekilerden daha iyi bilir. Demek ki doğru duygu yanlış bilgiye müreccahtır. Fakat bir adamda doğru duygu ile doğru bilgi birleşirse onun rûhu tamamıyle sağlam olur. İşte tahsilde terbiyede esas bu olmalıdır. Kafaları bilgili, fakat kalpleri duygusuz adamlar, acı yemişe benzer. Rengi güzel, fakat lezzeti çirkin. İnsanda asıl olan duygudur. Fikirler, bilgiler duyguların elbisesi, ziynetleridir. Nasıl çirkin adamlar süslerle, ziynetlerle çirkinliklerini kapatmağa çalışırsa, fena duygulu adamlar da güzel fikirlerle bu derûnî çirkinliklerini örtmeğe çalışırlar.”[7]
Medeniyet ve kültürün birbiriyle kaynaştırılması gerekir. Eğer bu kaynaşma sağlanmazsa medeniyetten beklenenler gerçekleşmez: “… medeniyet hars ağacına aşılanmadıkça bütün çiçeklerini açamaz. Hars ağacının kökleri milletin bağrında, kalbinde, rûhundadır. Medeniyet başkalarının bahçesinde ya çiçek hâlinde koparılır, o zaman ömrü süreksiz olur; yahut bir aşı kalemi suretinde kesilerek hars ağacına aşılanır, o zaman ömrü daimî olur ve her türlü çiçeklerini ve yemişlerini bizim bahçemizde de vücuda getirir.”[8] Ziya Gökalp, her şeye rağmen ve ne pahasına olursa olsun batılılaşmak gibi bir düşünceye sahip değildir. O bilir ki “Medeniyet iki yüzlü bir acûzedir. Doğruyu da o söyler, yalanı da o icad eder.”[9] Dolayısıyla, medeniyetin doğruyu mu söylediğini, yoksa yalan mı ürettiğini anlamak, ayırdetmek önemidir.
*Aile, Cemiyet, Millet
Gökalp’e göre, aile birliği ülkülerin en küçüğü, fakat en eskisi ve en içten olanıdır. İnsan bir arada yaşamanın, birlik olmanın zevkini önce ailede tadar. Bu zevk, örnek teşkil ederek millet sevgisinin de kaynağı olur.[10]
Fikrin tekâmülü, mefkûrenin teşekkülü için cemiyet hayatı sayesinde mümkün olabilir: “Bir adam tek başına bir mefkûre duygusu icad edemez. Cemiyet hangi fikri mukaddes tanırsa, o mefkûre olur; cemiyet hangi kaideyi mukaddes tanırsa o , o vazife olur. Aynı zamanda, bir adam kendi başına hiçbir hakikat yaratamaz. Hakikat, cemiyetin doğru olduğuna inandığı fikirlerdir. O halde çocuklar ahlâkî mefkûreleri ve vazifeleri, ilmî ve dinî hakikatleri, bediî zevkleri ancak cemiyet hâlinde alabilirler. Çocukların cemiyet hâli ise mekteptir.”[11] Bu sözler, Gökalp’in cemiyet hayatına ve çocukların birlikte yaşama alışkanlığı kazanmasına verdiği önemi gösterdiği gibi, birlikte yaşama sayesinde kazanacakları temel değerleri de ortaya koyuyor.
Cemiyet hâlinde yaşamak, insanın yetişmesi, gelişmesi, rûhunun yükselmesi bakımından çok önemlidir ama, bu ortam, dedikoduya da pek elverişlidir. Bu da insanın rahatını, huzurunu kaçırır. 10 Haziran 1336 / 1920 tarihinde Vecihe Hanım’a, Seniha Hanım’a ve Hürriyet Hanım’a ayrı ayrı yazdığı üç mektupta, dedikodunun huzursuzluk sebebi olduğu, büyük anlaşmazlık ve geçimsizliklerin gereksiz bir sözden çıkmış olabildiği hususları üzerinde durmakta, “ben burada rahat etmek için az konuşuyorum” diyerek, onların da az konuşmalarını öğütlemektedir. Gökalp’e göre, Türklerin belirgin özelliklerinden biri sakin yaşamak ve az konuşmaktır. Anadolu’yu bir cennet yapan da “sükûn ve sükût içinde yaşamak”tır.
*Din ve Ahlâk
Gökalp, dinin insanlar için en büyük vecd kaynağı olduğunu düşünmüş, bu düşüncesini mektuplarında da sık sık dile getirmiştir. Seniha Hanım’a yazdığı 13 Eylül 1336 / 1920 tarihli mektubunda, Malta halkının çok dindar olduğundan, pazar günleri kiliselerde iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalığın -kadın, çoluk çocuk- dış kapıya kadar diz çöküp oturduğundan bahsettikten sonra sözü bize getiriyor: “Bizde ise gittikçe camiler boşalıyor. Vicdanlarda din azaldıkça, mabedlerde de mü’min az görülür. (…) İnsanı mes’ud eden evvelâ din, sonra medeniyettir. Ne dinsiz medeniyet bir işe yarar ne de medeniyetsiz din.. Bir memlekette dinle medeniyet beraber giderse o memleket ahalisi bahtiyar yaşar. Bizde ise ne dinî hayat var, ne de medenî maîşet (yaşayış)… Başımıza gelen felâketlerin sebebi budur. (…) Bugünkü medeniyet Avrupa medeniyetidir; fakat Avrupa medeniyetine girerken millî harsımızı muhafaza etmeliyiz. Yani Türk ve Müslüman kalmak, dinimizi ve millî ahlâkımızla millî bediiyat ve lisanımızı muhafaza etmek şartıyla Avrupalı olmalıyız. İşte Türkçülük budur. Türkçülük geriye gitmek değil, ileriye gitmektir; fakat şahsiyetimizi muhafaza ederek.”
Gökalp, Seniha Hanım’a yazdığı 7 Teşrinievvel1336 / 1920 tarihli mektubunda dinî yaşayışımızı Malta’daki durumla karşılaştırıyor: Ona göre, bize Avrupa medeniyeti dinle ilgisi az olanlar tarafından getirildiği için Avrupa medeniyetinin zevk-sefa tarafı daha fazla yer bulmuştur. Dolayısıyla din ile ahlâk arasında çatışmalar olmaktadır. Oysa Malta’ya medeniyet İtalyan papazları tarafından getirildiği için herhangi bir çelişme yoktur. Orada üniversite de papazların elinde olduğundan, ilimle din arasında da herhangi bir çatışmaya rastlanmaz. “… bir yerde ki her şey bir makine gibi muntazam cereyan ediyor, her rûhun içinde medeniyetle ahlâk, dinle ilim barışık ve uygundur, böyle bir yerde düşünmeğe, yani zihnen çırpınmağa ne lüzum kalır?”
Verdiğimiz örnekler, Gökalp’in çok yönlü düşünen, dünyayı iyi anlayan ve onu özellikle çocuklarına iyi anlatmaya çalışan bir aydın olduğunu gösteriyor: “İnsanın kalbi, çiçekler gibi bin bir çeşidi bulunan duyguların bir bahçesidir; fakat bu bahçenin feyizlenmesi için, oraya birçok fikir tohumları ekmek lâzımdır. Ruh bir tarladır ki, fikirler oraya tohum gibi ekilir, duygular orada çiçekler gibi açılır. Bir çiçek tarlasının bahçıvanı, dağ çiçekleri içinde yaşayan bir çobandan daha çok zahmet çeker; fakat bahçıvanın kendi yetiştirdiği çiçeklerden aldığı zevk, çobanın kır çiçeklerinden aldığı lezzetten daha fazladır. Bunun gibi, rûhunu bir irfan bahçesi hâline getirmiş bir adam da hasret acılarına karşı daha çok hassastır; fakat, bu acılara teselli bulmak hususunda da daha kudretlidir. İnsan teselliyi dinden, felsefeden, ahlâktan, bediiyattan alır.”[12] sözlerinden de anlaşıldığı gibi, o, “rûhunu irfan bahçesi hâline getirmiş bir adam”dır. Bu irfan bahçesinde, duygu ve düşünce çiçekleri birbirini besler; bu da tesellî kaynağıdır.
Ne var ki, irade sahibi büyük insanlar da zaman zaman gelecek endişesine, ümitsizliğe, karamsarlığa düşebilir ve bu suretle, ana çizgilerine pek uymayan davranışlarda bulunabilirler. Gökalp gibi, düşünmeyi hayatının önemli bir parçası hâline getirmiş olan bir aydının “Denizde de uzun mesafelere kadar yüzüyorum. Madem ki fikir adamı olmak yüzünden bu kadar haksızlıklara uğradım, şimdi de kol bacak adamı olacağım. Artık soğuğa, sıcağa ehemmiyet vermiyorum. (…) Vahşiler gibi güneşin, havanın, suyun ortasında yaşadıkça vücudum kuvvetleniyor. Zaten medeniyet böyle olunca, vahşiler gibi yaşamak en büyük saadettir.”[13] demiş olması, bu cinsten bir endişenin, kahırlanmanın sonucudur. Tabiî ki bu, geçici bir haldir; yoksa, ömrünün son günlerine kadar “fikir adamı” olarak kalmazdı. Mefkûre sahibi insanlar, yakınırken de istikametlerini kaybetmezler.
1.3.4.Ülkücü Bir Aydın
Ziya Gökalp, çok genç yaşlarından itibaren, idealist / ülkücü bir aydın olarak karşımıza çıkar. Ona göre insanlığın en büyük sıkıntısı mefkûresizliktir. “Yaratıcı kudret” olarak kabul ettiği mefkûre, terakkîyi yaratır.[14] Seniha Hanım’a yazdığı 17 Mayıs 1336 /1920 tarihli mektubunda, insanları kurtaracak gücün “mefkûre” olduğunu söyleyen Gökalp, yine onun sayesinde her memleketin cennete döneceğine, milletlerin kendi cennetlerinde hür ve mutlu yaşayacaklarına; kin, haset ve husumetin sona ereceğine inanmaktadır.
Ziya Gökalp mefkûreciliğinin özü, milletin mutluluğudur. Eğer millet mutlu olursa fert ve aile de mutlu olabilir.[15] Zaman ve ortamın şartlarına bağlı olarak, toplumlar büyük sıkıntılar yaşamaktadır. Türk milletinin yaşadığı savaşlar, işgaller, toprak kayıpları bu durumun tipik misallerindendir. Ne var ki, bazı ilaçlar nasıl şekerle tatlandırıldığı zaman içilebiliyorsa, milletin çektiği sıkıntılar da mefkûre sayesinde katlanılabilir hâle gelir. Kötümser olmamak gerekir: ” Hissen ve mizâcen nikbin olduğum gibi, ilmen ve felsefeten de nikbinim. Bence Türkler’i kurtaracak böyle ilmî nikbinliktir. Mütareke’den beri birçokları bedbin oldu. (…) Mefkûre ile beraber olunca bütün kahırlar çekilebilir. Mefkûrem yükseldikçe ben sıkıntılarımı unuturum. Ben, bahtiyarlığı sevgi ve mefkûrede bulan bir adamım. Bundan dolayıdır ki vecdim artar, eksilmez.”[16]
Mefkûreler, ancak insanların ruhunda yaşayabilir. Eğer insan rûhu onu kabul etmezse mefkûre var olma ve yaşama imkânı bulamaz. Okuyup yazanların bir kısmı bu ruhtan mahrumdur. “Lâkin insanlar yalnız okuyup yazanlardan ibaret değil a! Halk dediğimiz saf kümenin rûhu mefkûrelerle doludur. Yalnız bu mefkûreler his hâlindedir, fikir şeklini almamıştır. İşte, terakkîyi yapan, hatta okuyup yazanları da zorla mefkûreye doğru sevk eden, halktaki bu mefkûrevî hislerdir. Millî hars buna derler.”[17]
Ziya Gökalp’e göre, “insanın hayvandan farkı, mefkûreli olmaktır.” İnsan, mefkûre sayesinde hürriyetin ve adaletin değerini anlar. “Zulmün, riyânın, desîsenin istinad ettikleri kuvvetler hep iğretidir.” Bunların gücü azaldıkça gerçeğin, adaletin ve hürriyetin mantıkî, ahlâkî ve bediî gücü artar.[18]
1.3.5.Hürriyet Tutkunu
Ziya Gökalp, çocukluk yıllarından itibaren hürriyetçi düşüncelere sahip olarak yetişmiştir. Onun bu düşüncelerle yetişmesinde, istibdat idaresine karşı olan hocalarının önemli bir etkisi bulunduğu gibi, babası Tevfik Efendi’nin yönlendirici tutumunu da unutmamak gerekir. Babası tarafından Namık Kemal’i okuması, düşüncelerini öğrenmesi yolunda teşvik gören Gökalp, ondan etkileniş macerasını “Babam bana onun mücahedelerini, gayelerini, uğradığı zulümleri, gösterdiği kahramanca mukavemetleri acıklı ve üzgün bir dille anlattı ve “İşte sen bu adamın arkasından gideceksin. Onun gibi vatanperver, onun kadar hürriyetperver olacaksın” dedi. Telkinin zamanı ve tarzı iyi seçilmişti. Bu sözler o kadar tesirliydi ki, ruhumda âdeta yeni bir meleke, o zamana kadar bilinmeyen bir mefkûre melekesi yarattı. Bu andan itibaren şuurlu bir hürriyetperver, uyanık bir vatanperver gibi düşünmeye, hürriyet, vatan, millet mefkûrelerini her şeyin üstünde görmeye başladım.”[19] sözleriyle özetlemektedir.
Ziya Gökalp’in “mefkûre” kadar değer verdiği, mektuplarında önemle üzerinde durduğu ikinci kavram, “hürriyet”tir. Hürriyet, “her kuvvetin fevkınde bir mefkûre”dir. Dünyada zulüm, varacağı yere kadar varmıştır; insanlık esarete, zulme daha fazla tahammül edemez. Avrupa da, yakında, içine düştüğü sarhoşluktan ayılacak ve gerçeği görecektir. “Güneş muvakkaten (geçici olarak) tutulabilir, fakat bir müddet sonra yine nurlarını saçmaya başlar.”[20]
Hürriyet insanın en değerli servetidir. Hele, hürriyeti elinden alınmış olan insan, bir baba ise bu servetin değeri daha çok artar.[21] Çünkü “esarete düşmüş bir baba, kanatsız bir kuş gibidir. Daima yuvasını, eşini, yavrularını düşünür; fakat uçup gidemez. Zalimler onu kanatsız bırakmışlar. Yani hürriyetini elinden almışlar. Halbuki hürriyetin yardımcısı olarak iki peri vardır: Hakikatle mefkûre… Nihayet galebe bunlarındır.”[22]
Bu sözler, yaklaşık iki yaşında bulunan bir çocuğa yazılıyor. Bu da gösteriyor ki Ziya Gökalp, bir yandan çocuklarını iyi yetiştirmeye çalışırken bir yandan da her fırsatta değişik konulardaki düşüncelerini yazıya dökmekte –başka bir deyişle- yazarken düşünmektedir. Mektuplarının çoğunun, küçük çaplı birer fikir yazısı olması bundan kaynaklanmaktadır.
Gökalp’in hürriyetçiliği kişisel tutkunluktan ibaret değildir. Esaslı bir siyasal tavır ve fikrî-felsefî anlayış olarak da mevcuttur. İttihat Terakki’nin hürriyet-müsavat-uhuvvet-adalet dörtlemesinin ilk kavramı olan hürriyet güneştir: Buzdan bir dağ olarak nitelediği istabdadı eritir. Milletler uyanacak ve istibdattan hürriyete geçecektir. Bu, hürriyeti seçen milletler için bayramdır. Fakat bu bayramın bütün bir medeniyet camiası için gelmesi önemlidir. Bir ferdin veya sadece bir milletin hür olması yetmez.[23]
Onun, Kızı Hürriyet Hanım’a yazmış olduğu 14 Haziran 1336 / 1920 tarihli, ders kitaplarına da girmiş olan aşağıdaki mektubu, hürriyet hakkındaki düşüncelerini özetlemektedir:
“Sevgili Kızım,
İnsan için hürriyetsiz yaşamak çok güç… Benim iki hürriyetim var ki bugün ikisinden de uzağım. Birisi sensin. Sana kavuştuğum zaman öteki hürriyetime de kavuşacağım. Senin adın da senin gibi iyidir. Bir zaman gelecek ki bütün insanlar, bütün milletler hür olacak. Akıllar hür olacak, kalbler hür olacak, vicdanlar hür olacak. İnsaniyetin bu kara günleri sonuna yaklaşmıştır. Hak, kuvvete galebe çalacaktır. Nasıl bu gördüğümüz mavi gökte parlak bir güneş varsa ruhların mânevî semasında ondan daha parlak bir güneş vardır ki doğmak üzeredir. Bu güneş hürriyettir ki nurları hakikattir; harareti muhabbettir. Vazifesini sorarsan adalettir, sevgili kızım!”
1.4.İnanmış Bir Aydın
Ziya Gökalp’e göre, Türk milletinin yeniden yapılanması, üç esasa / sacayağına dayanır: Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muâsırlaşmak… “Biz Türk ve müslüman kalmak şartıyla Avrupalı bir millet olmaya çalışmalıyız. Gayemiz, Avrupa medeniyeti içinde bir Türk harsı yapmak olmalıdır.”[24] sözünden de anlaşıldığı gibi, Türk milleti kendi inanç temellerinden ayrılmamalıdır.
Ziya Gökalp’in inançsız, hatta dinsiz olduğu konusunda dedikodular yayan (ve yazan)ların, onun mektuplarını okumaları bile yanıldıklarını anlamaları için yeter. Gerek eşine, gerek kızlarına yazdığı mektupların çoğunda, samimi bir mümin olduğunu gösteren çok net ifadeler vardır. Bir insanın hayatının bir devresinde -hele hayatı yeni yeni tanımaya başladığı ilk gençlik yıllarında- bazı tereddütler, şüpheler, arayışlar içinde olması onun bütün hayatı boyunca inançsız yaşadığı anlamına gelmediği gibi, şüphelerinden gittikçe arınmışsa bu arınmışlığı esas almak -herhalde- İslâm inancına da uygundur.
Hürriyet Hanım’a yolladığı 8 Temmuz 1336 /1920 tarihli mektubundaki “Allah’ı unutanlar, kanadını unutan kuş gibi âciz ve miskin kalır. Kuş, kanadım var dediği zaman uçar; insan da Allah’ım var dediği zaman yükselir. Allah’tan bize kötülük gelmez; fakat biz elimizle ondan gelen iyilikleri geri çeviririz. Kabahat bizim cehaletimizde ve imansızlığımızdadır.” ifadeleri, inançsız bir insanın kaleminden çıkmış olamaz. Onun mektuplarında aynı mahiyetteki ifadelerin sayısı hayli fazladır.
Sürgünde bunaldığı zamanlar O’na sığınır: “Bereket versin ki Allah imdadıma yetişiyor. Gönlümün bu yalnızlığı hâlinde onu yalnız bırakmayan ancak Allah’tır. Bu felâketler içinde gamdaşım, sırdaşım, yoldaşım O’dur. Allah’a inanmayanların mutlaka kalpleri yoktur. Güneş doğunca nasıl bütün mekânları nûru ile doldurursa, Allah da bütün gönülleri nûruna garkeden manevî bir güneştir. Fakat adamda kalp yoksa, Allah ona nasıl tecelli etsin?”[25]
O, Allah’a bir menfaat karşılığı bağlanmanın inançsızlık olduğunu düşünmektedir: “İnsan, güzel bir çiçeği nasıl güzel olduğu için severse, Allah’ı da güzeller güzeli olduğu için sevmeli. İnsan nasıl iyi bir işi yalnız iyi olduğu için severse, Allah’ı da iyiler iyisi olduğu için sevmeli.(…) Tıpkı bir güzel çiçeği, bir iyi işi yalnız güzel ve iyi olduğu için sevdikleri gibi. Bir millet Allah’ı böyle severse Allah da onu sever.”[26] Allah’a hâlisâne iman etmek gerekir; çünkü hâlis iman, tarihi yürütür, medeniyetleri de milletleri de yükseltir. Türk köylüsünün imanı hâlisâne olduğu için Allah ona istediğini vermiştir.[27]
Mektuplarında, onun esir kampında derin bir tevekkül içinde yaşadığına, ara sıra bunalsa bile çabucak Allah’a sığındığına, bu sığınışla gurbet ve esaret sancılarını atlatabildiğine dair daha fazla örnek verilebilir. Vecihe Hanım’a 20 Kânunıevvel 1336 /1920’de yazdığı mektubundaki şu sözler, fikrimizi doğrulamaktadır: “… herhalde Allah’ın istediği olacaktır. Allah, kendini unutmayanları unutma, şeytana uymayanlara yardım eder. Ben Allah’la kalbimde konuşurum. Bu gurbet ilinde gönlümün tek yoldaşı O’dur. Teselliyi O’ndan beklerim, imdâdı da ondan umarım. Bu sayededir ki kaygı, kasavet, ümitsizlik gibi şeyler rûhumun eşiğine bile yanaşamazlar. Bu ruh Allah’la beraber oldu mu ona zeval yoktur.”
18 Mayıs 1336 / 1920 tarihli mektubunda, gurbette ikinci bir Ramazan geçireceklerini, bundan hiçte üzüntü duymadığını yazan ve ailesinin de üzülmemesini tembih eden Gökalp, vatanını ve milletini seven her insanın bu tür sıkıntılara düştüğünü belirttikten sonra ” Allah’ını bilenlerin nazarında mahbusluk i’tikâftır,[28] menfîlik (sürgünlük durumu) hicrettir. Hâsılı bu çektiğimiz çileler ibadettir.” diyor. Bu sözler, sadece aile fertlerini teselli için söylenmiyor; aynı zamanda, dinimizin “i’tikâf” ve “hicret” gibi iki önemli kavramı kullanılmak suretiyle vatan milleti için sürgüne yollanmış olmanın bir manevî zenginlik olduğu da vurgulanıyor.
SONUÇ
Gökalp’in mektuplarındaki zengin muhteva açıkça gösteriyor ki, fikir, sanat ve bilim adamlarının daha iyi tanınmaları için incelenmesi gereken kaynaklanır içinde özel mektupların çok önemli bir yeri vardır. Yaptığımız bu kısa değerlendirmede kullandığımız ara başlıklar bile, bu mektuplarda birçok yönlülüğün varlığını göstermeye yeter.
Bu mektuplar, Gökalp’in şahsiyetin, fikrî donanımının ve sanatçılığının köklerini kavramada kolaylıkla kullanılabilecek niteliktedir: O zamanlar henüz iki yaşlarında olan en küçük kızı Türkân Hanım’a yazdığı mektuplarda bile “düşünen adam” olma özelliğini belli eden Gökalp, özellikle büyük kızı Seniha Hanım’a yazdığı mektuplarında memleket ve milletin geleceğiyle ilgili kaygı ve düşüncelerini, bazı fikrî ve felsefî düşüncelerini; vatan, millet, hürriyet,adalet gibi kavramlarla ilgili görüşlerini sık sık dile getirmiştir. Seniha Hanım’ı kendi görüş ve düşüncelerini aktarabileceği bir talebesi gibi görmüş olmalıdır. Eşi Vecihe Hanım’a yazdığı mektuplarda da Seniha Hanım’a yazdıklarına benzer düşüncelerini yer yer yazmakla beraber; eşiyle, ailesini ayakta tutması, çocukların yetiştirilmesi, onlara ahlâkî değerlerin öğretilmesi vb. konuları daha fazla konuştuğu görülmektedir. Hürriyet ve Türkân Hanımlara yazdığı mektuplarda da fikir meselelerini dile getirmişse de, daha çok, esaretten dönüşte yaşayacakları aile saadeti üzerinde durmuş; onlara çeşitli nasihatlerde bulunmayı daha fazla önemsemiştir.
Kendisini -özellikle- bir düşünce adamı olarak kabul eden ve çoğu zaman da böyle bir portre sergileyen Gökalp, bu mektuplarda “insan Gökalp” ve “baba Gökalp” olarak karşımıza çıkıyor. Bunaldığı zamanlar var, özlediği zamanlar var, serzendiği zamanlar var; bir misyon adamı olarak, metanete döndüğü ve bir inanç, ülkü ve irade adamı karakteri gösterdiği zamanlar daha çok. Onun gibi zor zamanda yetişmiş insanların, aynı zamanda, özlemleriyle, inançlarıyla, hayal kırıklıklarıyla, günlük ihtiyaçlarıyla çevrili olarak yaşadıklarını unutmamak gerekir. Sanat, fikir ve siyaset adamlarının “insan yüzleri” de çok önemlidir. Bu açıdan bakılırsa, hakkında verilmiş çeşitli olumsuz hükümlerin tekrar gözden geçirilmesi gerektiği de kabul edilecektir.
————————————————————————————
[1] Prof.Dr., Lefke Avrupa Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
[2] Seniha, Hürriyet ve Türkan Hanım’a, Yeniverdala, 12 Kânunısani 1336 / 1920
[3] Seniha Hanım’a, Polverista,2 Eylül 1336 / 1920
[4] “Felsefî Türkçülük”, Türkçülüğün Esasları, Matbuat ve İstihbarat Matbaası, Ankara, 1339 / 1923, s.172
[5] Seniha Hanım’a, Polverista,2 Eylül 1336 / 1920
[6] Seniha Hanım’a, Polverista, 14 Haziran 1336 / 1920
[7] Vecihe Hanım’a, Polverista, 14 Şubat 1337 / 1921
[8] Seniha Hanım’a, Polverista, 28 Kânunıevvel 1336 / 1920
[9] Seniha Hanım’a, Polverista, 14 Teşrinievvel 1336 / 1920
[10] Vecihe Hanım’a, Polverista, 4 Haziran 1336 / 1920
[11] Seniha, Hürriyet ve Türkan Hanım’a, Polverista, 3 Teşrinisani 1335 / 1919
[12] Seniha Hanım’a, Polverista, 21 Şubat 1337 / 1921
[13] Vecihe Hanım’a, Polverista, 19 Temmuz 1336 / 1920
[14] Vecihe Hanım’a, Polverista, 23 Eylül 1336 / 1920
[15] Vecihe Hanım’a, Yeniverdala, 15 Kânunısani 1336 / 1920
[16] Kardeşi Nihat Gökalp’e, Yeniverdala, 12 Şubat 1336 / 1920
[17]Vecihe Hanım’a, Polverista, 23 Eylül 1336 / 1920
[18] Seniha Hanım’a, Polverista, 22 Temmuz 1336 / 1920
[19] Felsefî Vasiyetler-1: Babamın Vasiyeti”, Küçük Mecmua, Yıl-1 Sayı-17, 3 Safer 341 / 25 Eylül 338 / 1922
[20] Vecihe Hanım’a, Polverista, 20 K.Sani 1337 / 1921
[21] Seniha, Hürriyet ve Türkan Hanım’a, Yeniverdala, 15 K.Sani 1336 / 1920
[22] Türkân Hanım’a, Polverista, 8 Temmuz 1336 / 1920
[23] Seniha Hanım’a, Polverista, 21 Haziran 1336 / 1920
[24] Seniha, Hürriyet ve Türkân Hanım’a, Polverista, 6 Teşrinisani 1335 / 1919
[25] Vecihe Hanım’a, Polverista, 7 Kânunısani 1337 / 1921
[26] Seniha Hanım’a, Polverista, 8 Temmuz 1336 / 1920
[27] Seniha Hanım’a, Polverista, 28 Nisan 1337 / 1921
[28] Sözlükte “ibadet veya başka bir gaye için bir yerde kendini tutmak, kalmak; insanlardan tenha bir yerde kalmak, bir şeye bağlanmak” gibi anlamlara gelen itikâf, dinî bir kavram olarak, ibadet niyetiyle ve kurallarına uyarak inzivaya çekilmek demektir. (Dinî Kavramlar Sözlüğü; www.diyanet.gov.tr)