78 yıldır bir çığlık duyulur Asya’nın birbirine uzak geniş coğrafyalarından. Köklerinden bir gecede koparılıp farklı iklimlere daha doğrusu azabın topraklarına sürülenlerin çığlığıdır bu. Soyun da soykırımın da gerçek adresidir bu çığlıklar. “Ahhh!” çeken Ahıska’nın ve Ahıska Türkünün çığlığıdır bu.
Yıl 1944…Bir kanlı demir el, yanı başımızda kökü bizdeki bir dala el atıyor, feryat ve figan halinde yüz binleri demirden vagonlara yani hayvan vagonlarına doldurarak aylarca dolaştırıp, öldürdüğünü öldürüp, kaldırdığını kaldırıp, ağlattığını ağlatıp her birini uzak ve ıssız bir köşede ahları-vahlarıyla bırakıp kanlı dünyalarına geri dönmüştü. Onlar o terk edildikleri çıplak topraklarda çıplak halde, çığlıklar içinde erim erim erirken, dünya iki kanlı elin bilek güreşini izliyordu. Bizdeki yerli sözde soykırımcıların ceninleri de daha ana rahimlerine düşmemişti kan ve barut kokan o yıllarda.
İki delinin idaresindeki o yıllar milyonların bitip tükendiği yıllardı. Kimisi savaş meydanlarında kimisi de Asya’nın çıplak topraklarda aç, sefil ve ahlar içinde.
Bir soyun nasıl kırıldığını öğrenmenin en doğru yolu soyu yok edilenlerin yaşayan şahitleridir. Canıyla, kanıyla, evi-barkıyla, oğlu-kızıyla, anası-babasıyla nasıl koparıldığını anlatan, anlatmaktan öte bire bir yaşayan canlı şahitlerle öğrenilir. Soykırımın gerçek tanımı da ancak onlarda saklıdır. Onları bulup o tanımı öğrenmek biraz canımızı acıtır ama bir kelimenin gerçek karşılığını bulmak için de bu acıyı yaşamaya değer doğrusu.
Şimdi sizlere Ahıska’dan koparılıp Asya’nın bozkırlarına ölüme terk edilen sadece üç isimden bahsedeceğim. Bu üç isim aslında vatanlarından koparılıp soyları kırılan on binlerin sesidir. Azap yıllarının canlı şahitleri…Ahıskalılıktan sökülüp “Ahistan’a” gömülen gerçek şahitlerin resmi geçidini sunmaya çalışacağım. Okumanız ve okurken de yanıp yakılmanız için.
Hayriye Ana: “Ahıska nere Kazakistan’ın Kantağı köyü nere ay oğul? İnsan bir gecede obasından elinden sökülüp de tanımadığı bilmediği bir yere zorla getirilirse ne yapar. Yumurtadan yeni çıkmış bir kuş anası olmadan ne eder, nere gider? Nasıl yaşar bu sahipsiz kuş ay oğul. Bizleri işte böyle sahipsiz bir kuş gibi getirip bir çölün ortasına bıraktılar. Canlarının istediği yerde vagonları katardan ayırıp çekip gittiler. Giderken de oğlumuz başka vagonda, amcamız başka vagonda, dayımız başka vagonda gitti. Bizleri yakan sadece çöl değildi ay oğul. Kökümüzü kopardıkları yetmiyormuş gibi dallarımızı da birbirimizden kopardılar. Yavru balaban gibi kalakaldık bir başımıza o çıplak topraklarda, çıplak halimizle. Kız kimdi, gelin kimdi, ay nerden doğar, güneş nerden batar unuttuk o yıllarda. Yönümüz de yolumuz da bir kara engele takıldı. Önümüzde bir duvar, arkamızda bir duvar, başımızda bir yumruk olduğu halde öylece yaşa dediler. Yaşadık ama biz yaşamadık ay oğul, biz süründük, biz öldük…
Ölülerimizi gömmek için zamanımızın yetmediği günler olurdu. Akşama kadar yaşlı ve sakat erkeklerimiz canlarımızı toprağa gömmekten bitap düşerlerdi. Çünkü gençlerimiz, erkeklerimiz o günlerde Sovyet’in büyük ideallerine! Daha doğrusu Sitalin’e hizmet için cephelerde kıyıma uğruyordu. İşte o yıllarda biz hem acıya yandık hem sancıya yandık ay balam. Bu ne demek bilen var mı? Bizim suçumuz sadece Türk olmaktı. Biz kimseye dokunmadık. Kimseye gülle atmadık. Kimseyi samanlıklara doldurup yakmadık. Hamile kadınları öldürmedik. İdareye baş kaldırmadık. Zor da olsa dilimizle, dinimizle ve adetlerimizle yaşamaya çalışırken kırgın yedik. Hem ne kırgın ay balam…Hem ne kırgın!
Biz gördük o günleri, Allah’ım hiç kimseye göstermesin!
Kahraman Emi: Bir güzel bahar günüydü askere aldıklarında beni. Güle oynaya gittim. Ama güle oynaya dönemedim. Arkamda bıraktığım odumu ocağımı hayalimden ayırmadan ne için ve kim için vuruştuğumu anlamadan bir manasız savaşın içine düştüm. Aylarca cephelerde savaştım. Soğuk bir yanda, yokluk bir yanda, ölüm diz boyu, kalım rüyalarda… Ben bir o cepheden bir bu cepheye atılırken, nefesin bile donduğu karakışlarda “Büyük Vatan!” ideali için kar ve buz üzerinde düşman gözlerken arkamda kapkara ruhlu yaratıkların hangi senaryoları yazıp da kanıma kaşık sallayacaklarını nereden bilebilirdim ki? “Roman” desem roman değil, şiir desem şiire haksızlık ederim. Bir rüyanın ama gerçek bir rüyanın artığıyım. Yarım kalan, işe yaramayan, hayalsiz ve renksiz bir rüyanın artığı. Gözlerimizin önüne indirdikleri bu dayanılmaz koyu renkli perdeyi yıllarca yok etmeye çalıştım ama heyhat! Nerde bende o kuvvet, nerde bende o arzu? Hepsi zemheri soğuklarında kaybolup gitti. İçimde kalan bir buz dağı ki, yıllardır eritmek isterim erimez, aşmak isterim aşılmaz bir kocaman buz dağı ve dilimdeki bu türkü:
“Gara Dağda galan var
Üreğimde yaran var,
Gel vatan, eşit vatan,
Buz dağında galan var.”
Hayallerimi kucaklayarak gittiğim bir uçsuz bucaksız dar boğazdan yara bere içinde çıkmak isterdim hep. Bunu başardım da. Vücudumun büyük bölümüne saplanıp kalmış nice şarapnel parçalarıyla ve de kucağımda kaybolan hayallerimin açtığı yaralarla eve dönüş yoluna çıkmıştım. Kim kazanmıştı ki? Alman mı yoksa Rus mu? Benim ne işim vardı onların arasında? Yok ben bu sorulara cevap veremeyeceğim. En iyisi ben sahipsiz bir torğay gibi Tıpkı annesini kucaklayan bir çocuk sevinciyle, yuvasına dönen bir kuşun heyecanlı kanat çırpınışlarıyla adeta uçar gibi gelmek istedim yurduma-yuvama…Oduma-ocağıma…Anamın kucağına. Çiçeklerle bezenmiş dağlarıma çıkıp, kekik kokulu esintilerini içime doldurmak istedim. Buz dağına değil yar elinden tutup bizim dağlara çıkmak istedim. Ninemin titrek sesiyle mırıldandığı gibi:
“Sene dağlar
Söz verem sene dağlar,
Tutaydım yar elinden,
Çıkaydım sene dağlar.”
Haftalardır yoldayım ama Ahıska’ma da adım adım yaklaşıyorum. Kalbimin sabırsız çarpıntısına bir türlü engel olamıyorum. Başımı savaşın, yıkımın, kıyımın şahidi askerlik torbasıyla buluşturuyorum. İkisi kucaklaşır gibi birbirlerini rahatlatıyor ve uyuyorum. Sabahın alacakaranlığında haki rengin çoğunlukta olduğu bir istasyonda itiş kakış arasında kendime geliyorum. “Burası senin durak.” diyorlar. Yaşlı bir Gürcü kadın, “Sizin reyonunuzu toplu halde sürdüler. Sen nereye gidiyorsun?” Diyor. Sersem bakışlarla kadına gülümsüyorum sadece. Hareketlerine hakim olamadığım ayaklarım yarı uykulu halde beni bir yerlere götürüyor.
Adımlar…Adımlar….Adımlar…Adımı unutturuyor bu adımlar. Uzaklarda bir karartı yığını beliriyor. Kendi kendime konuşuyorum. “Yok ya yalandır. Hem de çok büyük yalan. Olmaz…Olamaz!” Hafiften bir yağmur başlıyor. Yüzüme vuran damlalarla kendime geliyorum. Hay gelmez olaydım. Duymaz olaydım. Görmez olaydım. Ufkum kararıyor. Yer ve gök kapkara…Küçücük köyüm daha da kara. Kainatı arıyorum. Sesimi arıyorum. Özümü arıyorum ama karanlık izin vermiyor. Yapayalnız, kanadı kırık bir kuş yavrusu gibi kalakalıyorum karanlıklar içinde. Dizlerimin üstüne çöküp başımı ellerimin arasına alıyorum. Başım bir alev topuna dönen dünya gibi. Onu hissetmiyorum bile. İçten içe yanan başım değil de yüreğim olsa gerek. Boğazıma düğümlenen hıçkırıkların dizginlerini bırakıyorum son bir duyguyla. Göz yaşlarım yağmur damlalarıyla karışıyor. Ölüm sessizliği kaplıyor sonra her yanı. Kara bir bulut köyümün olmayan hayatı üzerine bir perde çekiyor. Şimdi hayal zamanı. Son dakikalarımı hatırlıyorum bu şimdiki kararmış köyümde. Sıcacık toprağımın yağmur sonrası içinden yaydığı güzel kokusunu. Yapayalnız yarimi düşünüyorum sahipsiz ana yurdumda. Her şey tar ü mar. Bir ses yok. Bir görüntü yok. Mezarlık gibi kara bir sessizliğin içinde kendimi o duvardan bu duvara vuruyorum. Nerde benim ayak izlerim? Nerde benim ellerimle diktiğim fidanlarım, ocaklarım, çiçeklerim? Kim kopardı onları buradan.Nerde soyum- sopum? Nerde boyum. Fısıltılar duyuyorum ama ben onları bulamıyorum. Kendimi bir boşluğa vuruyorum ümitsizce, bitik ve yitik duygularla. Yol bana çare oluyor. Nefes almaya başlıyorum yavaş yavaş. Derdime çare, gönlüme çare olan yolla kaynaşıyorum son bir teselliyle ve de altı aylık saklambaç oyununa başlıyorum çöllerde.
Her gördüğüm canlıya bazen de ağaca, suya, dağa, taşa, kuşa soruyorum “Yuvam nerde?” diye. Kimi garipçe kimi de acıyan gözlerle halimi süzüp uzaklaşıyor. Kimi “Buhara” diyor. Kimi “Fergana” diyor. Kimi “Bişkek”, kimi “Almatı”…Her kelime mesafesi günler haftalar alıyor. Adeta bir yarım dünya dolaşıyorum. Kızılorda bir yanda, Taraz bir yanda. Taşkent bir yanda…Tülkübas “gel” der giderim elim boş, Türkistan “gel” der giderim hayalim boş. Kimsenin kimseden haberi yok. Herkes birilerini arıyor. Kimi babasını, kimi amcasını, kimi benim gibi karısını, çocuğunu, odunu, ocağını. Mecalim bitmek üzere. Taşkent’te bir sığınma evinde mola veriyorum. Bir mahnı takılıyor dilime ve gönlüme. Yakıp yıkıyor içimi.
“Derde Kerem
Gark olup derde Kerem.
Goşmuşam gam kotanı[1]
Derd üste derd ekerem.”
Her gün pazarda Ahıskalı arıyorum. Birileri sebze meyve sorarken ben “Ahıskalı var mı?” diye soruyorum pazarcılara. Gülsem mi, ağlasam mı, utansam mı bilmiyorum. Her gördüğümün yüzünde tanıdık izler arıyorum. Nihayet o izlerden birini buluyorum. Dili dilime, yüzü yüzüme, sözü sözüme benzeyen birine rastlıyorum taa 6 ay sonra. Uzaktan bir akrabam. “Sizinkiler Kentav’da” diyor. Ayaklarına kapanıp ağlayasım geliyor. Kendimi zor tutuyorum. Elim ayağım boşalıyor adeta. Kelimeler yarım yamalak çıkıyor ağzımdan. ”Nasıl giderim oraya?” diye soruyorum. “Yarın gel buraya. İşlerimi bitirdikten sonra seni götürürüm.” Diyor. Ertesi gün sabah erken saatte pazarın yolunu tutuyorum. Sabrım da yüreğim de çatlayacak gibi. Saatlerce bekliyorum. İsmail kardeşim geliyor sonunda. Beni karamsarlığımdan, kara yolumdan, kara bulutlarımdan ve kap kara perdeden alıp yeni, yepyeni umutlarıma götürüyor. Ve ben sürgün denen yeni bir Ahistan’a “Merhaba” diyorum. Kırık kanatlarımla ikinci ve sancılı bir hayata başlarken de şu mani dökülüyor dudaklarımdan.
Dilen gez,
Torba takıp, dilen gez.
Gurbette beylik etme,
Vatanında dilen gez
Bir yaralı yürek de Selim Ahmetov. Biraz da onun dilinden ve perişan yüreğinden bahsedelim kısaca.
“Sovyetlerin, bünyesindeki zayıf milletleri azap çektirerek ezdiği bir yılda yani 1932 yılında anamdan doğmuşum.1941 yılına kadar çektiğimiz çilelere ek olarak daha beter bir güne kaldık. Çünkü o yılda Alman muharebesi başladı. O yıldan sonra kara günümüz daha da karardı. Yarı aç, yarı çıplak halde çocuk olarak bizler de analarımız ve yaşlı dedelerimizle birlikte çalışmaya başladık. Dört yıl boyunca yaşadığımız bu azabın en dayanılmazı, en acısı da Sıtalin’in başımıza açtığı sürgün oyunu oldu.
14.11.1944 senesinde saat sabahın 4.00’ünde Ahıska Türklerini bir kıyamete attılar. Gizli polis ve yönetimin işçileri ile birlikte eli tüfekli askerler köyün tamamını ayağa kaldırdı. Tüfeklerin dipçikleri ve süngülerle vura vura bizleri mal vagonlarına doldurup perişan bir vaziyette çöle kovdular. Kapılarımıza da kilit vurdular. Arkamızdan kopan vaveylaya aldırmadılar bile. İnsanlarımızın sesleri hayvanlarımızın seslerine karıştı o sabah. Ağlayan çocuklarla birlikte koyun ve kuzuların meleşmesi, hayvanlarımızın bağırtısı kulakları sağır edecek derecedeydi. Gel gör ki, sadece bizler sağırlaştık. Bu sürgüne karar verenler ve uygulamaya koyanların yüreklerinde en küçük bir kıpırtı dahi yoktu.20 gün boyunca hayvan vagonunda hayvanlara bile yapılmayacak işler açtılar başımıza. Ölülerimizi göme göme geldik tanımadığımız, bilmediğimiz yerlere. Gümansız (ümitsiz) yaşamak çok zordur. Hayat değildir bu yaşantı ama biz azabı da yaşadık, sabrı da…”
Anlattıkları ve anlatamadıklarıyla İçimizi buram buram yakan yazıdaki üç kişi aynı zamanda yüzbinlerin yaşadığı bir soykırımın gerçek yüzüdür. Bu yüzü ve onların dünyaya attıkları çığlığın tanınması ve duyulması ümidiyle..!
[1] Kotan:Eski dönemlerde en az 5,6 çift öküzle çekilen birkaç demirli büyük pulluk.