Evvelinde, âhirinde ve her harfinde SÖZ’e hükmeden Sultân’ın adıyla…
“Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı
Söz ola ağulı aşı bal ile yağ ede bir söz”
Güzel söz, insanın yüreğine dokunur, ruhunu besler, gönlünü inceltir. İlmek ilmek, duygu, düşünce ve hayallerin örgüsüdür söz. Şairin gönlünden kalemine taşınca, ipe dizilen inci gibi şiirler doğar. Söz, kalem ustalarının tezgâhında yontulur, başka bir dünyanın kapılarını aralar, anlatılanların büyüsüne kapılan herkes o dünyada kendi hikâyesini yaşar.
Öyle sözler vardır ki kor ateşler gibi yakar. Söz yakınca göz ağlar, yanaklardan yaşlar süzülür. Titreyen dudaklardan içli bir âh dökülür.
Söz ağırdır, ağırlığı kıymetinden kaynaklanır. Cevherler gibi… Söz ağırdır, ağırlığı taşıdığı mânâdan kaynaklanır. Hikmetler gibi… Söz ağırdır, ağırlığı imâdan kaynaklanır. İğneler gibi…
Yılanı deliğinden çıkaran da insanı zıvanadan da çıkaran da sözdür. Sözler vardır, gönüller fetheden. Sözler vardır, yangını körükleyen. Heyhaat, taş üstünde taş, kelle üzerinde baş bırakmayan sözler de vardır, hiç söylenmemesi gereken.
“Sözünü bil pişir, ağzını der devşir” demiş atalarımız. Yemek pişirmek için vakit ayırıp emek sarf edemiyorken, sözü pişirecek sabrı ve zamanı nasıl bulalım değil mi? Onun için konuşmamız hızlı, sohbetimiz sığ, sözlerimiz çiğ kalıyor.
“Ger çoh istersen Fuzüli izzetün az et sözü
Kim çoh olmakdan kılıpdur çoh azizi hâr söz”
Ey Fuzüli, eğer halk arasında çok aziz ve muhterem olmayı istersen sözü az söyle. Zira çok konuştuğu için birçok azizi zelil eden yine sözdür.”[1] demiş, sözün büyük ustası. Ne hoş kelam etmiş.
Her ortamda söz israfının yapıldığı, gereksiz lakırdıların kafa patlattığı, siyasi söylemlerin tartışma yarattığı, felaket tellallığının insanı yıprattığı şu günlerde sessizliği özlüyorum… Kendimle baş başa kaldığımda bile içimdeki ses hiç susmuyor. Suskunluğu arıyorum… Sadece rüzgârın, yağmurun, dalgaların ve kuşların sesinin olduğu bir diyar düşlüyorum. Ağır ağır yürümek istiyorum acele etmeden, hiçbir yere yetişme kaygısı gütmeden. Düşünmeden saatin kaç olduğunu, günleri, ayları, mevsimleri kaybetmek gökyüzünün enginliğinde. Ne iyi gelirdi sohbet, sessizliğin zenginliğinde…
Suskunlarla sohbet etmek istiyorum. Zira en etkili sözler sessizlik diyarında yankılanan sözlerdir. Henüz hiçbir dil söylememiş, hiçbir kulak işitmemiştir onları. Mana saraylarının harem dairelerinde saklı, el içine çıkmamış temiz ve pâk sözlerdir onlar. Sadece gönülde yankı bulan sözler. Gönülden gönüle temiz kanalardan akarak yol bulur billur sular gibi.
Peki ya suskunlara nasıl varılır? Onlar konuşup söylemezken bu yol kimden sorulur? Bu yön nasıl bulunur? Eskinin unutulmuş sayfalarındaki “Suskun Meclis” hala kurulmakta mıdır? Artık suskunluğun ve sessizliğin dilinden anlayan zarif insanlar tarihe mi karıştı dersiniz? Susmak kabullenmek, sessizlik eziklik olarak anlaşılınca bu kıymeti bilinmeyen erdemler sessiz ve sakin aramızdan çekip gittiler efendim. Şimdi bize düşen eskilerin hikâyeleriyle avunmak.
Rivayete göre İran’ın bilgin, şair ve mütefekkirlerinden oluşan bir meclis kurulmuş. Otuz kişiden oluşan bu meclisin adı Suskunlar Meclisi’ymiş. Bu meclise otuz kişiden fazlası kabul edilmiyor, kabul görmenin en önemli şartının da az konuşmak çok düşünmek olduğu belirtiliyormuş. O devirde yaşayan şair, âlim ve arif, Abdurrahman Câmî bu meclise katılmayı çok istiyormuş. Otuz kişi şartı olduğu için böyle bir talepte bulunamıyormuş. Fakat günlerden bir gün üyelerden birinin vefat haberini alınca hemen yola koyulmuş. Suskunlar Meclisinin bulunduğu diyara varıncaya kadar meclise otuzuncu üye çoktan dahil olmuş. Abdurrahman Câmî koyulduğu bu yoldan eli boş dönmek istemiyormuş ve suskunların kapısına varmış. İçeride toplantı halinde olan meclisin üyelerinden biri kapıyı açmış. Câmî, bir şey söylemeden, ismini bir kâğıda yazarak o sırada toplantı halinde bulunan Suskunlar Meclisi’ne göndermiş.
Meclis üyeleri bu teklifi görünce bir hayli üzülmüşler. Zira Abdurrahman Câmî bu meclise kabul edilmeye fazlasıyla layık olduğu halde artık meclisin sayısı otuza tamamlanmış. Bu seçkin alimi kırmadan, incitmeden kabul edilemeyeceğini belirtmek için meclisin başkanı, bir bardağı ağzına kadar suyla doldurup Abdurrahman Câmî’ye göndermiş. Şair, durumu anlamış. Dolu bardakla, mecliste ona yer olmadığı anlatılmak istenmiş. Bunun üzerine o da, yakınındaki gül ağaçlarından bir gül yaprağı koparıp suyun üstüne bırakıvermiş. Bu zarif gül yaprağı bardaktaki suyu taşırmadığı gibi suya güzellik katmış. Meclistekiler, bu nazik cevabı çok sevmişler. Kurallarını esneterek, bu âlim ve zarif zâtı aralarına almaya karar vermişler.
Meclisin başkanı listeye Abdurrahman Câmî’nin adını eklemiş ve otuz sayısının sonuna bir sıfır koyarak üç yüz (300) yazmış. Böylece meclisin değerinin Abdurrahman Câmî’nin aralarına katılmasıyla on misli arttığını göstermek istemiş. Listeyi Câmî’ye uzatmışlar. Abdurrahman Câmî iltifatı anlamış fakat bundan memnun olmamış ve sağdaki bir sıfırı silerek sola eklemiş (030). Böylece kendisini solda sıfır sayıyor, bardağı taşırmayacağı gibi meclisin yapısını da bozmayacağını belirtiyormuş. Üyeler bu cevabı gördüklerinde saygı ve hayranlıkları bir kez daha artmış olarak Suskunlar Meclisi’nin yeni üyesini saygı ve hürmetle selamlamışlar.
“Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz
Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi”
Niyâzî-i Mısrî
Sözün kıymetini bilmek, sessizlik limanında dinlenmek, suskunların diliyle sohbet etmek niyazıyla, hoşça bakınız zatınıza…
[1] https://luzumlufuzuliarsiv.appspot.com/gazeller/119.html, 16.03.2023, 21.49.