Taklîd Sömürge Aydını Zihniyeti

Millî sıfatını taşıyan Eğitim yapımız, onlarca yıldır, taklîd sömürge aydını zihniyetinde diplomalılar yetiştirmektedir. Diplomalılarımıza da, bol keseden “aydın” sıfatı verilmektedir. Aslında, bizim aydınımızın sayısı öyle pek çok değildir; gerçek aydın, okul sıralarında kafasına doldurulanlarla yetinmeyip, zihninde örülmüş olan kabuğu kıran, okuyan, tarihini, düşünerek gözden geçiren, Türkçeyi de iyi bilen kişidir. 

Sömürge aydınına, ülkesine çökmüş olan emperyalist Avrupalı’nın dili çok iyi öğretilmiştir: Tunus’ta bulunduğumuz sırada (1963-65) üniversite öğrencilerinin, Fransızcayı telâffuzuyla, cümle mûsikıysiyle, mükemmel şekilde konuştuğunu, -dersleri hâlâ Fransızca olarak öğrendiği için- dili çok iyi bildiğini görmüştüm. 

Malezya’da International Islamic University’de, (1991-95) Senato toplantısında Rektör sekreteri 4 çocuk anası, tesettürlü, topuklarına kadar gelen peştemallı Malay kıyâfetiyle Rukayye Hanım konuşurken onu, gözlerinizi kapatarak dinleseydiniz, Oxford veya Cambridge öğrencisinin, anadilini konuştuğunu zannederdiniz.

Bizde ise, kimi öğrenciler, üstelik kucak dolusu para ödeyerek o dilleri öğrenmekteler, bu arada kendi kültürümüzü öğrenmelerinde eksikler göze çarpmaktadır. Üstelik, -kendi dillerini, Türkçeyi ne kadar iyi bildikleri bir yana-, yabancı bir dil bildikleri için, gereksiz bir üstünlük duygusu, gurûru taşırlar. (‘gurûr’ kelimesi, burada, doğru olarak, gerçek anlamında kullanılmıştır: ‘aldanma’ demektir.)

***

Kullu câhilin cesurun (câhil; cesurdur, küstahtır/câhil, haddini bilmez, cüretkârdır) sözünü hatırlatırcasına, bir yazar çıkmış, kendinden son derece emîn tavırla selâmünaleyküm ile günaydın kelimesinin aynı olduğunu, selâm kelimesinin tâ Hazreti Mûsa zamanındanberi kullanıldığını anlatarak zavallı dinleyicilerinin kültürünü arttırıyor, onları aydınlatıyordu. Arapça ‘selâm’ ile ibranca ‘şalom’ kelimesi arasındaki bağa da işâret ederek iddiasını isbât(!) ediyordu. Bu zâtı da hergün onbinlerce kişi okuyor, ciddîye alıyor.

Bu cesur yazara, -okul müfredâtımız ‘kendi’ değerlerimizden uzak olduğu için- öğretilmemiştir; diplomalılarımızın çoğu okuma ve düşünme özürlü olarak yetiştirildiği için BİLMEZ ki: 

Araplar, Son Peygamber Hz. Muhammed A.S. dan önce Selâm sözünü kullanmazlardı; bizim, Avrupalı’lara özenerek aldığımız ‘günaydın’ gibi bir deyim kullanırlardı:

Bedir harbinde öldürülen Umeyye’nin öcünü almak için, oğlu Mekke ileri gelenlerinden, zengin Safvân, çok becerikli, şeytân gibi biri olan Vehb oğlu Umeyr’le anlaştı: Umeyr’in oğlu da Bedir harbinde Müslümanlara tutsak düşmüştü. Umeyr, Medîne’ye, sözde, tutsak düşmüş oğlu için görüşmeğe gitmiş gibi gidecek ve Hz. Muhammed A.S.a suikasd yapacaktı, Safvân da onun borcunu ödeyecek ve geride bıraktığı âilesinin geçimini sağlayacaktı. Bu gizli anlaşma üzerine, Umeyr’in kılıcı bilendi ve zehirli hâle getirildi.

Umeyr, Medîne’ye gitti, Câmide Hz. Muhammed A.S.ın huzûruna gelip Câhiliyyet araplarının esenlemesiyle: “in‘amû sabâhan” (sabahla nimetlenin, günaydın) dedi. (Araplar, Kral olanı da: ebeytel la‘ne diye esenlerdi, “selâm” sözü kullanılmazdı.)

Resûlullah S.A.V.: “Allah bize, senin esenlemenden daha iyisini ikrâm etti; Selâmı; Cennet Ehli’nin esenlemesini bahşetti” dedi, Umeyr’e geliş sebebini sordu. Umeyr: “elinizdeki tutsağım için geldim” dedi. “Doğru söyle; niçin geldin” denilince, Umeyr’in, yalanında isrâr etmesi üzerine Resûlullah: 

Hayır, öyle değil; sen ve Umeyye oğlu Safvân, Hicr’de oturdunuz, beni öldürmen şartıyla Safvân, senin borcunu ödemeyi, âilene bakmayı üzerine aldı, Allah buna mânidir dedi. Mekke’de Safvan’la konuştukları, ikisinden başka kimsenin bilmediği bu konuyu; Allah’ın, Resûlüne bildirdiğini anlayan Umeyr, derhâl imân etti. Hz. Muhammed S.A.V. “kardeşinize dînini öğretin, Kur’ânı okutun, tutsağını da salıverin” buyurdular. 

Umeyr Mekke’ye Müslüman olarak döndü ve halkı İslâma dâvet etti. Safvân da daha sona Müslüman oldu, bir cihâd sırasında yiğitlik göstermesi üzerine, Resûlullah’ın ‘Sen bugün Fetâsın’ (yiğitsin) iltifatına mazhar oldu. Zamanla Fütüvvet teşkilât hâline geldi; bizde Ahîlik şeklinde devâm etti. (Zifîrî karanlık içindeki Avrupa’da zuhûr eden şövalyelik, medrese/kolej, mezuniyetteki cübbe, baştaki düz satıhlı başlık (bu merâsimin Avrupa’ya geçtiği Endülüs’te, mezunlar, o başlık üzerinde Kur’ân-ı Kerîm taşırlardı) geleneğinin kökeni, Avrupalılarca özenle gizlenir. Sevinçten başlığını havaya fırlatmanın eski bir Türk âdeti olduğu gerçeği, Tatarcada: kuvancından börkünü (h)avaga atmak deyiminde görülmektedir.

***

İbranca ‘şalom’ ve Arapça ‘selâm’ kelimelerinin benzer olmasında şaşılacak bir şey yoktur; her ikisi de, sâmî dildir, derinliksiz anlayış, ‘ikisi de beyazdır, birbirine benziyor’ diye şapla şekeri karıştırır. Araplar, İslâm’dan önce başka kelimelerle esenleşirlerdi.

(esenlemek: uydurma değildir, Darîr’in yazma eserinde, Süleymâniye Kitaplığında rastladım: birini aramakta olan Hz. Ali Kerremallahu Vechehu, rastladığı bir kabîledekileri esenledi.)

Selâmun Aleykum’deki (’alâ) isti‘lâ (üzerindelik) için değildir. Yâni; Türkçeye ‘selâm üzerinize olsun’ diye çevirmek doğru değildir. (Adam mayın tarlasındaysa ne olacak?) Selâm Size! veya Size selâm olsun demektir. (‘alâ) orada, ta‘addî (geçişlilik) içindir; selâmı, selâmlanan kişiye bağlamağa yarar. 

Toparlarsak:

‘Selâmun Aleykum’ diye, Müslümana selâm verilir, gâvura böyle selâm verilmesi câiz değildir; ona: ‘iyi günler’, ‘hayırlı sabahlar’ filân denilir.  Selâmun Aleykum’ sözünden rahatsız olana, böyle selâm verilmemelidir. Kimsenin Müslüman olmak mecburiyeti yoktur, Müslüman değilse, Müslüman selâmına muhâtab olmaz. Ama, acıklı olan, bâzı Müslümanların veya kendilerini Müslüman bilenlerin, bu Müslüman selâmına yabancılaşmış olmaları ve ondan rahatsızlık duymalarıdır.  

Çoğumuzun farkına bile varmadığı, yaklaşık 7-8 nesildir süregelen, içinde yaşadığımız Kültür İstilâsı, böyle bir felâkettir; her zaman tekrarladığımız gibi ‘asker işgalinden bin beterdir’.  Kültür istilâsı, düşman ordularının zorla, baskıyla yaptıramadığı işleri (kendi kültürüne, kimliğine yabancılaşmayı) gönüllü olarak yaptırır.

                           ***   ***   ***   ***   ***   ***   *** 

Böyle ‘değişik’ aydınlar yetiştirme durumuna şöyle getirildik: 

Onsekizinci yüzyıla, kabaca, bu yüzyılın ilk yarısına gelinceye kadar, Osmanlı Türkünün Avrupalı kâfire bakışı, genellikle, insanın hayvana bakışı idi. Bakmayın siz, 16. Yüzyıl sonlarından îtibaren bürokrasinin bozulmağa başlamış olmasına, 1711 de Prut’ta ordusuyla kıstırılmış olan Rus Çarı (Avrupalı kâfirlerin ‘büyük’, bizim ise ‘deli’ dediğimiz) Petro’nun, Baltacı ve üst düzey bürokratların “hediye” (aslında: rüşvet) düşkünlüğü yüzünden paçayı kurtarmasına; bozukluk, yukarılardaydı, yönetimi ellerinde tutanlardaydı; halk hâlâ sağlamdı, kültürüne bağlıydı. Öyle ki, Üçüncü Selîm (1789-1807), selîmiye kışlasını yaptırdığında, İstanbul halkı, bu,  kendi uslûbundan sapma gösteren yapıyı beğenmemiş, tepki vermişti. 

Orduda gelenek mühimdir; iyice bozulmuş olan yeniçeri ocağı düzeltilebilseydi, çok iyi olurdu, ama artık mümkün değildi ve 1826 da ortadan kaldırılabilmiş olması, bir başarı idi. Osmanlı Devleti’nin en zayıf durumunda; yeni kurduğu ordu henüz savaş görmemişken, işe yarar hâle gelmemişken, Mısır vâlisi Kavalalı’nın ordusu Kütahya’ya kadar gelip de -kesinlikle Osmanlı’yı düşündüklerinden değil; işlerine öyle geldiği için- Avrupa’lı kâfirlerin baskısıyla durdurulmuşken, kısaca: Devletin ikiye bölünmesi veya hânedânın değişmesitehlikesi varken, en olumsuz şartlarda, topraklarında güneş batmayan emperyalist gücün telkîni, tavsiyesi ile sadrâzamlığa getirilmiş olan  Mustafa Reşid Paşa’nın, yeni Pâdişâh olmuş 16 yaşındaki toy Abdulmecid’i gizli görüşmelerle ikna ederek -üzerinde görüşülmemiş, tartışılmamış, bir yıl önce İngiltere ile yapılan ticâret anlaşmasını da garanti altına alan- Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu’nun ilânıyla Tanzîmât depremine uğradık. 1856 da gelen artçı deprem İslâhât ile, gâvurlar eşit -denilse de daha iyi- duruma getirildiler. (Hatırlayalım: 1856 da, ‘gâvur’a ‘gâvur’ demek YASAK EDİLDİ.) Bu, Avrupalı’nın işine gelen, bize deli gömleği giydirilmesine zemîn hazırlayan ‘eylemleri’ Türk çocukları, okullarda hâlâ ‘ilericilik’, ‘atılım’, ‘yenilik’, ‘Avrupalılaşma’ diye öğrenmektedirler; bunda şaşılacak bir şey de yoktur: 25 yılda 1 nesil değiştiğine göre, 7-8 nesildir, her nesilde mayalana mayalana güçlenen, yoğunlaşan, artık ‘statüko’ hâline gelmiş olan zemînde yetişenlerin, o zihniyetin ‘ürünü’ olan yazarların yazdıkları târih kitapları da ‘öyle’ olmuştur. Küp, içindekini sızdırır.

Tanzîmât aydınının bilgi yükü, günümüz diplomalılarınkinden çok daha hacimlidir, okkalıdır ama, terâzisi yanlıştır: kendi dilinin, kültürünün değerini bilmez; Fransız gâvurunun dilini bilmeyeni küçümser, ‘Fransızca bilmeyen, eşektir’ der. 

Depreme uğramış zemînde kantarının topuzu kaçmış Tanzîmat aydınının düşüncesi, ‘İslâmdan nasıl kurtuluruz?’ ekseni çevresinde dönüyordu. O zaman söylenen:

İslâm imiş millete pâ-bend-i terakki    (Milletin yükselmesini önleyen ayak bağı İslâm imiş)

Evvel yoğidi işbu rivâyet yeni çıktı       sözü, durumu anlatmakta ve eleştirmektedir.

Çağımızın değerli düşünürü, rahmetli Cemîl Meriç, Tanzîmât aydınının psikolojisini, iki kelimeyle özetlemektedir: aldanmak ve aldatmak.

Bu zihniyet, bu anlayış, hayâtı bu açıdan değerlendirme, farklı adlar altında, günümüze kadar devâm etti, geldi. Okullarda bu ‘müfredat’a göre yetiştirilen, bol keseden ‘aydın’ diye anılan diplomalılarımız, eğer okullarda kafalarına doldurulanla yetiniyorlarsa, tarihimizi, özellikle son iki yüz yıllık tarihimizi düşünerek ve farklı kaynaklardan okumuyorlarsa, bu aldanmaca ve aldatmaca sürme eğilimi gösterir. Kendimize gelmemiz için yapılan her hareket, her davranış, ‘bir tehlike olarak’ algılanır; tehlikenin farkında mısınız! diye nâralar atılır. Tanzîmât’ın gerçek mâhiyeti anlaşılmadan, hiçbir meselemizi halledemeyiz; olayları tek tek, parça parça ele alıp çözüm bulmağa çalışırız: tabloyu BİR BÜTÜN OLARAK görmek gerek! Bu zihniyet, bu anlayış, bu tutum; kendi değerlerimize yabancılaşmış, tam Avrupalı da olamamış, -çünkü doku uyuşmazlığı var; eklemlenmekle iş bitmiyor- diplomalılar sürüsü imâl etmektedir, o diplomalılar, iyi yetişmiş OLMADIKLARI için, ülke yararına iş görmedikleri gibi, iş görecekleri engellemeyi de görevleri bilmektedirler. 

Tanzîmât’la, resmî olarak başlayan ve son derece harlı akan, karşı çıkanı suçlayan, barındırmayan akım öyle güçlüdür ki, ağabeyi Abdulmecîd’in (1839-1861) ‘Avrupalılaşma’ sembollerinden biri olan Avrupa orkestra salonunu at kapama yeri yapan, yerli, pehlivan tip Abdulazîz (1861-1876) bile, ‘medeniyet merkezi’ Avrupa’yı ziyâret ermekten kendini alamaz; onun Avrupa seyâhatinin, Osmanlı münevverinin Avrupa dili Fransızcaya yönelmesinde küçümsenmeyecek etkisi olmuştur ve, dil, kültürünü, hayât tarzını da birlikte getirir. Yine, İslâma bağlı, yerli bir şahsiyet olan İkinci Abdulhamîd (1876-1909) dahî, hâkim Avrupa kültür akımı zemîninde, Fransızcayı da öğrenmiştir, Batı müziğinde de behre sâhibidir.Midhat Paşa ve avanesinin etkisinden kurtulup işleri düzene sokması, gidişi rayına oturtabilmesi için, kendi adamlarını kilit mevkilere yerleştirmesi, muktedir olmasıgerekiyordu, bu işin gerçekleşmesi, en az 5 yıl gerektirdi, bu 5 yıl içinde Meşrûtiyet Meclisi (meb’ûsların kimlikleri incelenmeli) Devleti,  Rusya ile harbe soktu, 1293 (1877-78) felâketini yaşadık, Balkanları kaybettik, Ruslar Ayastefanosa (Yeşilköye) kadar geldi, İngilizler, Kıbrıs’ı -geçici olarak- Rusya’ya karşı İskenderun körfezini korumak bahânesi ile işgal etti (1878). Fransızlar Tunus’u işgal etti (1881).

Bizdeki ‘aydın’ denilen, tornadan çıkmış diplomalı tip, düşünme özürlü olarak imâl edilmiştir ve okuma tenbelidir; konuşmaktan ve yazmaktan okumağa vakit bulamaz. Burada, koşu metaforu akla geliyor:

Stadyumda koşucular koşmaktadır. İyi yetişmiş olan az sayıda koşucu, alanı bir kez turlar, yâni turu tamamlar ve yavaş koşan, hâlinden memnûn koşucuların arkasında koşmağa devâm ederler. Hâlinden memnûn kalabalık koşucular da      arkadaki koşuculara bakıp, kendilerinin ileride olduklarını zannederler. 

Bâzı konularda, geride görülenler, gerçekte, ileride GÖRÜNENlerden birkaç tur ileridedirler: Okumak ve düşünmek farkı. ‘Moda’ olanı, ‘genelgeçer’i, ‘genel kabûl gören’i değil, farklı görüşleri sunan, ufuk açan, değişik kitapları okumaktan söz ediyoruz. 

Tanzîmâttanberi ‘Avrupalılaşıyoruz’ ya;  STATÜKOyu temsîl eden bu hâkim tipe göre; kendimizle ilgili her konuya, Avrupalı’nın baktığı açıdan, onun gözlüğüyle bakmak gerekir, her konuyu, Avrupalı’ya uygun olarak, onun normlarıyla değerlendirmek şarttır; bu, çağdaşlaşmanın ‘olmazsa olmazı’dır! 

Bu deli gömleğini çıkaramadığımız müddetçe, “kendimiz olmak” yolundaki gayretlerimiz, bölük pörçük sürmeğe devâm edecektir.

24 Haziran 2021 günkü haberlerde, İzmir’de, Çakı Bedesteni’nin harabelerine rastlandığı bildiriliyordu. Arada KENDİ eserimizin de arkeologlarımızca ortaya çıkarılması sevindirici. Prof. Ersoy’a teşekkürlerimi sunuyorum.

İki yanında dükkânlar bulunan koridorun taban taşları, yine TOPRAK ALTINDA korunacakmış. Mozayikler gibi, cam çerçeve altında korunması için çok büyük meblâğ mı gerekti, bilmiyorum.

 

23/06/2021

 

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen