Evet; ibâdetin zirvesi Allah korkusudur. İslâm’da Allah korkusu, bâzı kötü niyetlilerin dedikleri gibi, zâlim ve ezici bir güçten korkma anlamında değil, sevgi ve saygıdan dolayı çekinme ve sakınma anlamındadır. İşte Kur’ân terminoljisinde bunun adı “takvâ”dır. İbâdetler ancak takvâ ile kemâle erer. Takvâ şöyle de îzah ediliyor:
Kur’ân’ın hakîkati hidâyet, tabiatı hidâyet, varlığı hidâyet ve mâhiyeti hidâyettir. Fakat kimlere? Bu Kitab (Kur’ân) kimler için hidâyettir? Kimler için aydınlıktır? Kimler için îkaz, yol gösteren apaçık bir kılavuzdur?
Muttakîler için. Bu kitaptan kalbe faydalanma aşkı veren takvâdır. Kalbin kilitlerini açan takvâ, o nûrun kalbe girerek vazîfelerini yapmasını sağlar.
Faydalı her şeyi tutup kaldırabilmeye, karşılayıp hoşnut tutmaya ve hayra çağrıldığında kabul etmeye kalbi hazırlayan takvâdır.
Kur’ân’da hidâyeti bulmak isteyen kimsenin, ona sağlam kalb ile ve iyi niyetle yönelmesi zarûrîdir. Daha sonra Kur’ân’a; korkan, korunan, dalâlete düşmekten yâhut herhangi bir sapıklık tarafından avlanmaktan çekinen bir kalb ile yaklaşması lâzım gelir. İşte o vakit Kur’ân, sır ve nurlarını açar. Korku ve hassâsiyetle donanmış olarak bu sır ve nurları kabûle gelen kalbe aktarır.
Ömer b. Hattab (r.a), Übey b. Kâb’e: “Takvâ nedir?” diye sorduğunda Ubeyy: “Dikenli yolda hiç yürümedin mi?” dedi. Hz. Ömer (r.a): “Yürüdüm” deyince: “O zaman ne yaptın?” dedi. “Paçalarımı sıvayıp, dikenler batmasın diye gayret sarfettim” cevâbını aldıktan sonra: “İşte takvâ odur” dedi.
Budur işte takvâ… Duygulu vicdan, şuurda berraklık, devamlı korku, dâimî sakınma, yolun dikenlerinden korunma. Hayat yolunun, şehvetlerin ve çeşitli arzuların dikenlerinin sardığı yol. Korku ve vehim dikenlerinin sardığı yol. Boş ümitlerin bağlandığı dikenli yol. Fayda ve zarardan âciz kimselerin boş korkularının sardığı dikenli yol. Ve daha yüzlerce korkular.
Sonra Allah Teâlâ muttakîlerin sıfatlarını beyâna başlıyor. Bu sıfatlar Medîne’deki ilk mü’minlerin sıfatları olduğu gibi, bütün devirlerde bu ümmetin hâs ve hâlis mü’minlerinin sıfatlarıdır:
“(O takvâ sâhipleri= Allah’dan korkanlar ki), onlar gayba îman ederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Onlar (o kimselerdir ki), sana indirilen Kitab’a da, senden önce indirilenlere de inanırlar. Âhirete de kesin olarak inanırlar.” (Bakara,2/3-4)
Muttakîlerin ilk vasfı yapıcı ve hareketli şuur birliğine sâhip olmalarıdır. Bu şuur birliği hepsinin kalbinde gayba inanmayı, bütün peygamberlere ve âhiret gününe îman etmeyi sağladığı gibi, farzları edâ etmekte de onları bir araya getirir. İşte İslâm inancının ve bu inanca bağlanan mü’minlerin kazandığı yüksek meziyet, bu olgunluğun eseridir. Allah (c.c) tarafından gelen bu son inanç sisteminin bütün insanları hâkimiyeti altına alması, bütün insanların bu inançta birleşmesi; gölgesinde nizâmı, îmânı, fikri ve çalışmayı bir araya getirip programlı ve şuurlu bir hayat yaşayabilmesi, ancak bu olgunluk ve tekâmülün mevcûdiyeti ile mümkün olur.
Muttakîlerin bu ilk vasıflarının detayları tahlil edilecek olursa, bu vasfın bütün beşer hayâtının temel kıymetlerini teşkil ettiği görülür.
“… Gayba îman ederler…”
Muttakîlerin ruhlarıyla, bütün mevcûdâtın yaratıcısı ve kuvvetlerin en büyüğü olan Hz. Allah Teâlâ arasına hissî hiçbir engel giremez. Böyle bir engelin, kendi ruhları ile duygu sınırlarının ötesindeki kuvvetler, gerçekler ve varlıklar arasına girmesi de bahis konusu olamaz.
Gayba îman, insanoğlunun yükselme yolundaki ilk adımıdır. Ancak, hislerinin tercümanlığını yapabileceği hayvanlık mertebesinden bu adımla kurtulur. Ve insanlık mertebesine intikâl eder. Kâinâtın hislerle veya bir takım araçlarla bilinen belli varlıklardan ibâret olmadığını, aslında, görünen şeklinden çok daha büyük ve kapsamlı olduğunu insanoğluna bu mertebe öğretir.
İnsan düşüncesinin görüş ufukları bu mertebe açılır. Ve bütün kâinâtın hakîkatini, kendi varlığındaki olağanüstü durumları; kâniâtın vâr edilişindeki muazzam kuvveti, mevcûdâttaki ve mevcûdât ötesi varlıklardaki kudret ve güçleri bu mertebede görmeye başlar. Bu mertebenin, insanoğlunun dünyâ hayâtında da büyük tesirleri görülür.
Büyük mânevî âlemin sırrına ve azametine vâkıf olup o âlemin ilhamlarını, akislerini ve gerçeklerini, heyecanlarını kendi derinliklerinde yaşayan insan ile, küçük bir âlemde hissî duygularının sınırlarını aşamayan insan elbette ki bir değildir, bir olmaz… (S. Kutup Külliyâtı, s.233,248,329)