ABD bir yandan RF’dan sonra başat tehdit olarak gördüğü Türkiye’yi çevrelemek için elinden geleni ardına koymazken, öte yandan Karadeniz’e yerleşmeyi RF’ni çevreleme politikası bakımından hayati görmektedir. Bu bir anlamda NATO maskesi altında Montrö gibi köklü bir anlaşmayı delme girişimidir. ABD’nin kafasına göre Karadeniz’de ‘Karadeniz Deniz Görev Kuvveti’(BLACKSEAFOR) adı altında yüzer birlikler konuşlandırma operasyonudur. Efendim meraklar buyurmayınız, Türkiye Cumhuriyeti, Türk Boğazları üzerinde Birleşmiş Milletlerin bir yed-di emini olarak üretmiş olduğu akil ve millî politikalar ile bu durumu geçiştirmesini de bilebilecektir. ABD kafayı fena halde Profesör Spykman’ın ‘Kenar Kuşak Kuramı (Rimland) ’na tekrardan takmış bulunmaktadır. ABD’nin esas hedefi, adını ne koyarsanız koyun, ÇHC de dahil dünyayı eski ve yeni dünya olmak üzere dünyayı ikiye ayırmaya çalışmaktır. Demans bir kafa ile bunlar nasıl olacaktır, esas yanıtlanması gereken husus budur. ABD’nin düşlediği tekrardan hegemonik güç olabilmektir. Ancak ABD’nin akil insanları “ABD’nin savaş çıkaran tutumunun eve dönme zamanının geldi” (America’s Forever Wars Have Come Back Home) ‘ğini kamuoyunda dillendirmeye başlamışlardır. Unutmamak lazım ki, atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiştir. Maalesef eski dünya adası Afro-Avrasya eskisi gibi değildir, boynuz kulağı çoktan geçmiştir. Filmin sonu ‘Monreo Doktrini’ gereğince ABD’nin Afro-Avrasya ülkelerine eşit mesafede durmayı öğrenmesi ve kendi kabuğuna çekilmesi, kendi kıtasına dönmesiyle sonuçlanacaktır. Bundan hiç kimsenin şüphesi bulunmamalıdır. Ama unutmayın, esas ‘Pandomino’ işte o zaman kopacaktır. Esas o zaman ‘Vehbi’nin kerrakesi’ ortaya çıkacak ve ABD kendi içişleriyle uğraşmaktan bir daha kafasını kaldıramayacaktır. Belki de dünya uygarlığını yok etmek için aldatma güçleriyle donatılmış bu Efrasiyab’tan, çirkin Amerikalıdan dünya kurtulmuş olabilecektir.
Efendim, kendi paradigmamızdan, kendi penceremizden bakılınca manzara-yı umumiye, genel durum bu. Dünya öyle bir hale geldi ki, ABD dayatmalarına karşı devamlı teyakkuz içerisinde bulunmayı gerekli kılmaktadır. Çünkü sağlıksız bir kafadan sonra şimdi de tüm dünya demans bir kafanın üretileriyle karşı karşıyadır. İşte bu nedenle 24 Nisan’a doğru ABD’nin Ermeni Soykırım dayatmasına karşı yapılması gerekli önemli bir hususu huzurlarınıza getirmek istiyorum. Malum, geçen haftaki makalemizde bu konuya enine boyuna dikkat çekmiş, Paris’te dikilen ‘Gomidas Heykeli’nden bahsetmiştik. Bu hafta da bir başka heykelden, yüreğimiz sızlayarak Erivan’daki seçimle iş başına gelen ilk Başbakan Talat Paşa’nın Katili Teilerian’ın Heykelinden bahsedeceğiz. Ermenistan’ın başkenti Erivan’da bundan yirmi ay önce Ağustos 2019 tarihinde bir anlamda Kars’ta ellerimizle yıktığımız bizim ‘İnsanlık Anıtı’mıza karşı bu heykel dikilmiştir. Heykel, ‘Soğoman Teilerian’ı sembolize etmektedir, ayağının altında ise Berlin’de suikast düzenlediği Osmanlı’nın Anıtkabir’i Çağlayan’da Hürriyet-i Ebediye tepesinde yatan Sadrazamı Talat Paşa’nın kesik başı yer almaktadır. Saygısızlığa bakar mısınız? Revan, Türk hanlığına başkentlik yapmış olan kadim bir Türk kentidir. 1828 yılında Eçmiyazin Kilisesinin önderliği ile büyük bir Türk katliamı sonrası maalesef Erivan’a dönüştürülmüştür. Erivan’da yapılan bu heykelin ayak ucunda Osmanlı Devleti’nin son sadrazamlarından Talat Paşa’nın kesik başı simgelenerek bir saygısızlığa imza atılmıştır. Teilerian, Talat Paşa’ya Berlin’de suikast düzenlemesinden dolayı Ermeniler tarafından ‘sözde kahraman’ olarak anılmaktadır. Tam burada, Almanya’ya da bir parantez açmak gerekmektedir. Birinci Dünya Savaşındaki en büyük müttefiki Osmanlı Devleti’nin ilk seçilmiş Başbakanı Talat Paşa’yı kendi başkentinde koruyamamış, katilini yargılamada açıkça taraf olmuş, katilini beraat ettirerek neredeyse ikinci kez yargısız infaza gitmiştir. Ama Allah onların yanına bunu koymuş mudur? Na-mümkün. Yüce Allah 2020 yılında 44 günde Karabağ’da Ermenilere gerekli cezayı vermiştir. Aynen ‘Ebabil Kuşları’ gibi Türk SİHA’ları Ermeni Ordusuna gereken cezayı kesmişlerdir, sevgili okurlar. Kur’an’da yazdığı gibi Ebabil Kuşları, Kâbe’yi yıkmak için gelen; dönemin en acımasız ve İslam düşmanlığı yapan Ebrehe ve kalabalık fil ordusunu gagalarıyla taşıdıkları taşları atarak yenilmelerine sebep oldukları gibi, Türk SİHA’ları da Ermeni tanklarını, top ve füze ateş mevzilerini yerle yeksan etmişlerdir.
Evet sevgili okurlar, Erivan’da dikilen bu insanlıktan nasibini almamış Teilerian Heykeline karşı samimi tepkilerimizi bir çığ gibi en üst seviyeye taşımalıyız. Unutmayalım, Çarlık Rus Ordusunun 1878’de Yeşilköy (Ayastefanos), Şenlikköy (Galitaria)’de dikmiş olduğu ucube heykel nasıl havaya uçurulduysa, bu çağdışı düşünce mahsulü, bu ucube heykel de aynen Rus Zafer Anıtı gibi insanlık dünyasıyla birlikte yıkılmasına çalışılmalıdır. Rus zaferini simgeleyen 93 Harbi sonrası ‘Rus Zafer Anıtı’, savaş tazminatı olarak Osmanlı Hükümeti tarafından yaptırılmıştır. Gözlerinizi şimdi şöyle bir kapatın, yaşanılan ve yaşattırılan onursuzluğu görebiliyor musunuz, ya da düşünebiliyor musunuz? Osmanlı devletinin İttifak Devletleri’nin yanında yer almasının kesinleşmesiyle ‘Ayastefanos Rus Abidesi’nin yıkılması ‘Millî Dava’ haline gelmiştir. Anıtın yıkılmasında da Türk insanî hareketi görülmeye değer nitelikte olmuştur. I. Dünya Savaşının ilan edildiği tarihlerde Başbakan Mahmut Şevket Paşa, bu anıtın bir utanç kaynağı olduğunu düşünüyordu. Düşünmekte de yerden göğe haklıydı. Millî Mücadelede Büyük Taarruz sonrası Karşıyaka’da yere serilen bir Yunan Bayrağını özenle kaldırtan Mustafa Kemal Paşa gibi, Başbakan Mahmut Şevket Paşa da anıt yıkılırken, önce çanı indirtip, askeri müzeye göndertmiş, daha sonra da eşyaları toparlatıp polis müdürlüğüne teslim etmiştir. Savaşın resmen ilan edilmesinden 13 gün sonra 14 Kasım 1914 tarihinde saat 08.30’da abide bütün halkın gözünün önünde havaya uçurulmuştur. (1)
Erivan’da dikilen bu heykel de aynen ’Rus Ayastefanos Abidesi’ gibi Türk milletini fazlasıyla rencide etmektedir, küçük düşürmektedir ve bu durum açıkça bir insanlık suçudur. Bu konu üzerinde yoğunlaşmalıyız. Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde bu konuda kapı gibi üç tane AİHM kararı bulunmaktadır. Bu konuda AİHM Büyük Mahkeme (Grand Chamber)’inin 9 Temmuz 1915 tarihinde vermiş olduğu nihai kararı yolumuzu aydınlatmaktadır.
Ama insan düşünmeden edemiyor, bütün bu insanlık dışı, insanlıktan nasibini almayan Hocalı Soykırımcıları Ermenilerin heykel fetişizmine karşı tam zamanında bir yanıt olacaktı, Kars’ta yıkılan ‘İnsanlık Anıtı’. Bu yüzden içimiz buruluyor, yüreklerimiz dağlanıyor sevgili okurlar. Bundan 16 sene önce bu sinerjiden nasibini almış bir kişi olarak, o ne güzel, ne büyük yerel bir sinerji idi. Görülmeğe, yaşanmağa değerdi. 7 Kasım 2005 tarihinde Kars Belediye Meclisi oy birliğiyle ‘Ermenistan’daki Soykırım Anıtı’na karşı Sukapı Mahallesi’nde ‘İnsanlık Anıtı’ yaptırılması kararı alınmıştı. Bu durum tam anlamıyla bir yerel karşı koyma refleksinin bir tezahürüydü. 2006 yılında dönemin Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu ile heykeltıraş Mehmet Aksoy arasında bir sözleşme imzalanmış ve Heykeltraş Mehmet Aksoy 24,5 metre yüksekliğindeki heykelin yapımına hemen başlamıştı. Dönemin AKP’li Kars Belediyesi’nin kararı doğrultusunda kendisini yakinen tanıdığım yapım aşamalarında birçok kez Kars’a gidip gelirken, dost olduğum Heykeltraş Mehmet Aksoy tarafından, 2006’da kenti kuşbakışı gören Üçler Tepesi’ne son derece anlamlı, Ermeni ve Türk ulusunun ortak acısını üç boyutlu hale getirmesinin heyecanı içindeydi. Anıtın yapılma zamanlaması Fransa’da aynı yıl açılan ‘Gomidas Heykeli’ne ve Ermenistan’daki ‘Soykırım Anıtı’na karşı son derece anlamlı bir şekilde seçilmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında toplumlararası çatışmaları betimleyen sonsuzlukla bütünleşen ‘İnsanlık Anıtı’nın kaba inşaatı2011 yılı başlarında neredeyse bitirilmek üzereydi. Anıtın tematik olgusunun, daha sonra yapılacak olan Teilerian heykeli gibi insanlık dışı toplumsal bellek çalışmalarını da engelleyebileceği düşünülüyordu. Böyle bir üç boyutlu düşüncenin yıkılması, hem de merkezi hükümetin baskısıyla olması gönülleri yaralamıştır. Evet sevgili okurlar, bu anıtın kendi elimizle yıkılması, tek kelime ile yazık olmuştur. Bu hareket yerel karşı koymaları, yerel refleksleri de bir anlamda bitirilmesine neden olmuştur. Anıtın anlamı o günkü konjonktürde neden anlaşılamamıştı, anlamak mümkün değil. Mehmet Aksoy’un tasarladığı ‘İnsanlık Anıtı’, Kars’ı, İsa heykeline sahip olan Rio de Janeiro ya da ‘Özgürlük Heykeli’nin bulunduğu New York’la aynı düzleme bile getirebilecekti. Kars’ı belki de bir marka şehir yapabilecekti. Projeye önayak olanlar tek bir tarihsel olaya adanmış bir anıt yapmaktan özenle kaçınmaya çalışmış olsa da maalesef bu büyük ölçüde Ermeni-Türk çatışmasına adanmış bir anıt olarak algılanmıştır. Neden? Anlamak mümkün değildir. Tartışmaların içinde bulunduğumdan açıkça söyleyebilirim ki, anıttaki soyut sembolizm, bu duruma siyasi tartışmadan uzak durma stratejisi gözüyle özellikle bakılmıştır. ‘İnsanlık Anıtı’ adı verilen bu heykelle amaçlanan şey, savaş ve barış gibi kavramları simgeleştirmekti, yapılan üç boyutlu dev bir insanlık anıtıydı. ‘Savaşlar insanı insana düşman eder, kardeşi kardeşe düşman eder, kendini kendine düşman eder.’ İnsanlığın bu fikirlerden uzaklaştırılması özellikle benimsenmişti. Bu konuda Kars’ta aydınlar arasında tam bir mutabakat olduğu görülüyordu. Ana fikir, buydu. Eser hümanizm, insan sevgisi ve evrenselliği simgeliyordu. Kısaca Kars’ın simgesi olacak anıtın tematik olgusu, Kafkasya’daki çelişkileri bertaraf edecek kardeşlik ve barışın simgesi olmak üzere, büyük acıların hatırlanması adına anlamlı, ancak halklar arasında kan davasını körükleyen bölgedeki ve dünyadaki tüm soykırım anıtlarına “karşı-anıt” olmak üzere tasarlanmıştı. Bu durum tam da gelmiş olduğumuz durumu göstermiyor mu? Tepenin doğal yüksekliğinin üzerinde 10,5 metrelik bir kaideden 24,5 metre yükselecek anıtı “toplumsal belleği sembolize eden ikiye bölünmüş insan ve vicdanı sembolize eden kanayan bir göz” olarak betimlenmişti. (2) Aslında aynı insan ikiye bölünmüş, karşı karşıya konulmuş, birbirine düşman edilmişliği simgeliyordu. Bu iki karşı karşıya getirilmiş figüratif olguya karşı yere düşmüş olmasına karşın bilinçlenmiş bir el vicdanı sembolleştiriyordu. Elin etrafındaki her şey mekanik, put gibi, duvar gibi durması onları insanlığa daveti simgelemesinden kaynaklanıyordu. Bana kalırsa ‘İnsanlık Anıtı’ gerçekten çok anlamlıydı, ama maalesef bir türlü kendini anlatamadı. Kapalı kapılar arkasında ‘İnsanlık Anıtı’nın ölüm fermanı verilmişti, bir kere.
Acılar acıyı getirmişti. 26 Nisan 2011 tarihinde heykelin yıkımına hem de ihale açılarak başlanmıştı. Oldukça mücadeleci karakteri olan Heykeltraş Mehmet Aksoy, eserine, evladına karşı yapılanı içine sindirmesi mümkün değildi, bu onun onur mücadelesi idi. Yıkıma karşı yargı yolunun tükenmesi üzerine 2014 yılında Aksoy, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştu. Beş yıllık bir beklemeden sonra, 11 Temmuz 2019 tarihinde toplanan Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, heykelin yıkılması nedeniyle Aksoy’un ifade ve sanat özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vererek, tazminat ödenmesine hükmetti. Bu bir zaferdi. ‘İnsanlık Anıtı’ aklanmıştı, zaten doğru olan da buydu. Bu anlamlı karar üzerine, eserine, evladına, bir anlamda insanlığa karşı büyük bir onur mücadelesi veren Heykeltraş Mehmet Aksoy şöyle demekten de kendini alamamıştı:
“İnsanlık Anıtı’nı tekrar yerine koyacağım. Bu kez heykelin yaşadıklarını da kaydederek inşa edeceğim”
İnsanlık anıtının aklanması, sanat ve ifade özgürlüğünün bir göstergesidir. Bu betimlenme 2006 yılında Paris’te açılan Gomidas heykeline ve 2019 Ağustos ayında Erivan’da dikilen Talat Paşa’nın kesik başını ayakları altına alan Katil Teilerian heykeline ve benzer heykellere karşı bıçak gibi cevap niteliğindedir.
Şimdi gelelim Osmanlı Devleti’nin ilk seçilmiş başbakanı Talat Paşa’nın yargısız infazına giden olaylar zincirinin irdelenmesine. Malum, I. Dünya Savaşında İngiliz, Fransız, Rus, İtalyan ve Yunan işgaline maruz kalan Osmanlı Devleti’nin yönetim kadrosunda bulunanlardan bir bölümü savaştan sonra işgal güçleri tarafından Almanya ile iş birliğinde bulundukları gerekçesiyle suçlanmışlardı, ‘Malta Sürgünleri’ olayı bu sakat düşüncenin bir tezahürüydü. Ancak elde delil yoktu, hukuk maddî delil isterdi. Belge isterdi, bulgular ile sonuç almak mümkün değildi. Uzun lafın kısası, Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra Almanya’dan sığınma talebinde bulunan Talat Paşa Berlin’de yaşamını sürdürmeye başlamıştı. Talat Paşayı takibe alan Ermeni Terör Örgütü Nemesis, Soghomon Teilerian adlı teröristi Talat Paşa’yı katletmekle görevlendirmiş ve Teilerian 15 Mart 1921 tarihinde Berlin’de sokak ortasında Talat Paşa’yı başından vurarak katletmiş ve yoldan geçen Almanlar tarafından yakalanarak Alman polisine teslim edilmişti.
Berlin mahkemesinde göstermelik bir yargılamada katil Teilerian savunmasında; “Almanya’ya sadece Talât Paşa’yı öldürmeye geldim. Ailem Ermeni zorunlu göçünde öldü, ben tesadüf eseri ölümden döndüm. Daha o zaman Talât Paşa’yı öldürmeye ant içtim. Ermeni asıllı bazı vatandaşlar bana Talât Paşa’yı öldürmem için para verdi. Epeydir Berlin’deyim.” demiştir. (3)
Berlin’de 2 Haziran 1921 tarihinde başlayan Talât Paşa Davası duruşmasına yüksek ceza hâkimi Dr. Lehmberg başkanlık, yardımcılıklarını ise, ceza hâkimleri Bathe ve Dr. Lachs yapmıştır. (4) Mahkemede olayla hiçbir ilgisi olmayan birçok kişiye ve hatta Manchester’dan getirilen papazlara bile katil lehine tanıklık yaptırılırken Talat Paşa’nın eşine ve Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Silahlı Kuvvetlerinin Genelkurmay Başkanı olan dolayısıyla zorunlu göç sürecini çok iyi bilen General Bronsart von Schellendorf’a tanık listesinde oldukları halde tanıklık yaptırılmamış ve katil Teilerian Alman mahkemesi tarafından beraat ettirilmiştir. Beraat kararının anlamı açıktır. Berlin’deki Mahkeme salonunu Talat Paşa’nın katili yerine cinayetin mağduru olan Talat Paşa’nın ve temsil ettiği Türk Devleti’nin yargılandığı bir tiyatro sahnesine çeviren Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Ordusunu ellerine teslim ettiğimiz Almanya’nın o dönemde işlediği tam anlamıyla dört dörtlük bir hukuk cinayetidir. Yargısız infazlara davetiye çıkartmaktır. Bu nedenle, Almanya birinci derecede suçludur.
Cinayeti müteakip Teilerian’ın serbest bırakılması, işlenen cinayetlerin karşılıksız kaldığını gören Ermenileri cesaretlendirmiş ve diğer Osmanlı yöneticilerinin de peş peşe katledilmelerine zemin hazırlamıştır. 6 Aralık 1921 tarihinde eski sadrazam Sait Halim Paşa Roma’da, 17 Nisan 1922’de siyaset adamı Prof. Bahattin Şakir ve eski Trabzon valisi Cemal Azmi benzer şekilde Berlin’de sokak ortasında vurulmuşlardır. Bu cinayetleri 25 Temmuz 1922’de Cemal Paşa’nın Tiflis’te katledilmesi izlemiş ve zorunlu göç sırasında Osmanlı yönetiminde görev yapan devlet adamlarının neredeyse tamamı bir yıl içinde ortadan kaldırılmıştır. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, Osmanlı Devletini Birnci Dünya Savaşında yöneten kadrosu Nemesis Ermeni Terör Örgütü tarafından yargısız infaza tabii tutulmuşlardır.
Katil Teilerian başta olmak üzere Ermeni teröristlerin cinayetlerinin cezasız kalması ileriki yıllarda Türk diplomatlarına karşı girişilen suikastlar için bir ilham kaynağı olmuş ve 1973’ten günümüze kadar 31 Türk diplomatı Ermeni teröristler tarafından katledilmiştir. Ermeniler masum insanları alçakça katletmekle de yetinmemiş ve katillerin heykellerini de dikmeye başlamıştır. Bu kapsamda Soghomon Teilerian başta olmak üzere birçok Ermeni teröristin Ermenistan’da ve çeşitli ülkelerde heykelleri dikilmiş ve en son olarak da 2019 Ağustos ayında da Ermenistan’da Talat Paşa’nın kesik başını katil Teilerian’ın ayakları altında gösteren heykeli yapılmıştır.
Şimdi soru şu: Ermenilerin iddia ettikleri gibi Teilerian gerçekten de bir savaş mağduru mudur? Bunun cevabı ise Soghomon Teilerian’ın oğlunun kamuoyuna sunduğu gerçeklerdir. Soghomon Teilerian’ın oğlu Talat Paşa cinayetinden 95 yıl sonra San Francisco’da Almanya’nın Süddeutsche Zeitung gazetesine bir açıklama yaparak, babasının bir katil ve yalancı olduğunu, babasının mahkemede verdiği ifadesinin gerçekleri yansıtmadığını, babasının hiç kız kardeşi olmadığını, zorunlu göçe de tabi tutulmadığını, daha savaş çıkmadan önce para kazanmak için Sırbistan’a, oradan da Rusya’ya gittiğini, dolayısıyla Soghomon Teilerian’ın annesinin ve babasının zorunlu göç sırasında katledildiğine ilişkin ifadenin de yalan olduğunu açıklamıştır.(5)
Soghomon Teilerian’ın oğlu daha da ileri giderek, Ermenistan Devleti’nin ve Ermenistan dışındaki tuzu kuru Ermenilerin kendisine zarar vermesinden korktuğu için kimliğinin gizli tutulmasını istemiş, bir katil ve yalancı olan babasının Ermenistan tarafından kahraman olarak kabul edilmesini de anlayamadığını belirtmiş ve şunları söylemiştir:
“Günümüzde katili kutsamaya devam eden Ermenistan Devleti ile Ermeni Diasporasının ve onları destekleyen ülkelerin seslerini biraz olsun kısmalarına vesile olacağını ümit etmek istiyorum. Tabii biraz olsun utanma duyguları kalmışsa.”
Evet sevgili okurlar, dün önemli bir tarihin 10.yılıydı. 14 Ekim 1922 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla ‘Milli Şehit’ ilan edilen Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey’in şahadetinin 100. yılıydı. Bu anmanın geniş kitlelerle anlamlı bir şekilde anımsandığını düşünenlerden değilim. Milli Şehit Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey İstanbul’un Kadıköy İlçesi’nde bulunan kabri başında düzenlenen törende anıldı, anılmasına ama gençlere, halkımıza bunu yeterince anlatabildik mi? Maalesef 23 Nisan’a doğru Millî Egemenliğe son derece hassas olduğumuz şu günlerde Millî Şehidimize ne kadar sahip çıkabildik? Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey Ermeni ayrılıkçılara ve onlarla bir olan Batılı devletlere yaranmak için düzenlenen tertibin kurbanı olarak, Nemrut Mustafa Paşa’nın başkanlığında Balyoz, Ergenekon gibi işbirlikçilerin kurduğu Harp Divanı (Quisling Military Court)‘nda (6) alelacele yargılanmıştır. Kemal Bey, hiçbir inandırıcılığı olmayan işbirlikçi vatan hainlerinden oluşturulan bu düzmece mahkemenin usulsüz kararıyla 10 Nisan 1919 tarihinde herkes görsün, korku yaratılsın diye akşam üstü saat 17.20’de Beyazıt Meydanı’nda idam edilmiştir. Şehidimize İstanbul Üniversitesinin gençleri sahip çıkmıştır.
Bütün bunlardan sonra demem odur ki, ‘Milli Şehit’ Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey’in şahadetinin 100. Yılında, Erivan’daki Türk milletini küçük düşüren, rencide eden, Osmanlı Devletinin ilk seçilmiş Başbakanı Talat Paşa’yı katleden ucube Teilerian heykelininin yıkılmasına yönelik gayretlerimizi birleştirmeli, bir çığ gibi büyük bir sinerji ile sivil toplum örgütlerimizde, belediye meclislerimizde bu konuda kararlar alınmalı her türlü dayatmalara karşı bir güç gösterisini örgütlemek durumundayız, sevgili okurlar.
Dipnotlar:
(1) Tarihi Olaylar, “Ayastefanos Rus Abidesi”, https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/ayastefanos-rus-abidesi-181/Erişim tarihi 11.04.2021/
(2) Zeynep Aktüre, “Minareye Kılıf: İnsanlık Anıtı Nasıl Yıkıldı?”,
Mimarlık Dergisi, Sa. 409, İstanbul, Eylül-Aralık 2019, http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=423&RecID=4823/Erişim Tarihi 06.04.2021/
(3) Hasan Babacan, “Talat Paşa’nın Öldürülmesi ve Katilin Yargılama Süreci” Marmara Üniversitesi Tarih Boyunca Türk-Ermeni İlişkileri, Türkler ve Ermeniler, https://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/talat-pasanin-oldurulmesi-ve-katilin-yargilama-sureci/Erişim süreci 09.04.201/
(4) Dilek Zaptçıoğlu, “Talât Paşa Davası”, Cumhuriyet Gazetesi, 23 Nisan 1993, s. 14.
(5) Talat Paşa ve Berlin’de bir Duruşma: Talat Paşa Davası ve Talat Paşa Yargılaması, https://www.youtube.com/watch?v=o5dsZDWZwOc&ab_channel=CyprusScienceUniversity/Eerişim Tarihi 10.04.2021/
(6) Bu ifade ABD Kongresi Temsilciler Meclisi Araştırma Alt Komitesine Louisville Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Justin McCarthy tarafından sunulan raporda aynen kullanılmıştır.