Türk aydınının Paris sevdasının kökleri çok derinlere iner. Genelde Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi ile başlatılan bu sevda hemen her dönemde kendisine yeni âşıklar bulmada zorlanmamıştır. Daha çok son yirmi yılda yayımlanmış Paris kitaplarına şöyle bir göz attığımda bu trendin günümüzde de irtifa kaybetmediğini görünce şaşırmadım desem yalan olur. Nedim Gürsel ile Melih Cevdet’in ayrı ayrı ama aynı isimle kaleme aldıkları Paris Yazıları, Hıfzı Topuz’un Elveda Afrika Hoşça Kal Paris, Halil Gökhan’ın (Timour Muhidine ile yazdığı) Türk Edebiyatında Paris, Cüneyt Ayral’ın Benim Paris’im, Barış Tut’un hazırladığı Paris Okulu ve Türk Ressamları bunların göze ilk çarpanlarından.
…
Geçen yıl bu vakitlerde Paris’teydim. Kırklı yaşların ortasına kadar hayallerimde emzirdiğim, kuş sütüyle, kuş tüyüyle büyüttüğüm Paris’i gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum, ayaklarımla çiğnedim. Elbette hayal kırıcı ve moral bozucuydu Paris’i böyle geç sayılabilecek bir yaşta ziyaret etmek. Bundan daha önemlisi yaşadıklarımı kayıt altına aldım, kelimelere naklettim, günlükler-seyahat yazıları olarak çıkınımda biriktirdim. Hiç ummadığım bir şey daha oldu, yazdığım günlükleri, seyahat yazılarını kısa bir süre önce kitap halinde Bosna Günlüğü ve Kendimi Kazdım isimleriyle yayımladım. Geçen bir yıla yakın zamanın ardından bugün, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Paris’ini yazma zamanı geldi, kapıma dayandı. Himmet kalemim.
1953 yılında, yarım asrı iki yıl geçmiş yaşıyla, araştırma ve incelemelerde bulunmak üzere vapurla Fransa’ya hareket eder Tanpınar. Bu seyahat, onun Avrupa’ya ilk gidişidir ve bu nedenle hayatının dönüm noktasıdır. Yazar, bu ilk Avrupa gezisinde, başta Paris olmak üzere, Belçika, Hollanda, İngiltere, İspanya ve İtalya’yı gezer. Bu gidişten sonra, değişik nedenlerle dört kere daha Avrupa’ya gidecektir Tanpınar.
…
Tanpınar’ın hayatında Paris’in izini sürmeye, yazarın Yaşadığım Gibi (Dergâh Yayınları, İstanbul 2000, s. 308) adlı kitabında, Yaşar Nabi’ye verdiği mülakatta, Paris günlüklerinin-yazılarının zeminini hazırlayan bir paragrafla başlayabiliriz:
“Hayatımda en çok üzüldüğüm şey, jurnal tutmamamdır. Gençlere verecek tek nasihatım, bir jurnal tutmalarıdır. İnsan her şeyi kendinden, hayatından çıkarır. Jurnal tutan adam, kendini gözünün önünden ayırmıyor demektir. Bundan büyük ekonomi olmaz.” (s. 308)
…
Geçmişe yolculuk yapıp çocukluk yıllarına geri döndüğümüzde, biraz ailemiz ve yakın çevremizden biraz da aldığımız eğitimden kaynaklanan nedenlerle günlük tutma fikrinin bir türlü hayatımızda yer tutmadığını görürüz. Daha kötüsü, günlük tutma yerine özdeyiş çözümler, atasözü açıklar, özlü söz tahlil ederiz. Bizden ve duygularımızdan izler taşımayan bu uğraşılar zamanla yazma ve düşünme edimiyle aramıza mesafeler girmesine neden olur. Bir gün gelir kalemimizin ucu körelir, bütün bu nedenler ortadan kalksa bile.
…
Edebiyatın sanat yönüyle uğraşan insanların, belli bir yaştan sonra, en çok hayıflandıkları konuların başında günlük tutma bahsi gelir. İnsanın kendi bireysel tarihini aydınlatan işaret fişekleri olarak düşünülebilir çocukluktan itibaren tutulacak olan günlükler. Tanpınar’ın, günlük tutma bahsiyle ilgili yukarıda söylediği sözler, bu durumun onun hayatında tuttuğu yeri, yaşadığı pişmanlığı göstermesi ve konuyu örneklemesi bağlamında mühimdir.
…
Şimdi, Paris’in Tanpınar’a düşen gölgesini takip etme zamanı.
Tanpınar’ın, Paris izlenimlerini merkeze aldığı yazılarının belki en dikkati çekici olanı “Paris’te İlk Günler” başlığını taşır. Daüssılanın, şairi yoklamaya başladığı bir zamandır. Yurt özleminin kendisini hissettirdiği böyle bir zamanda bir parka yolu düşen yazar normal durumlarda çok da dikkatini çekmeyecek çiçeklere farklı anlamlar yüklemeye başlar. “Bir gün yolunuzun üstündeki lâleleri sizin gibi gurbette bulacaksınız, ertesi gün Nedim’in ve Yahya Kemal’in olduğu kadar Ronsard’ın ve Mallermé’nin de malı olduğunu bildiğiniz gülün gurbetzedeliğine acıyacaksınız.”
Kültürümüzde derin ve mistik kökleri bulunan, biri Allah’ı (lâle) diğeri Peygamberi (gül) sembolize eden bu iki çiçek, Tanpınar’ın algı dünyasında farklı şekil ve kişiliklere bürünür. Zira çiçekler, yabancı bir memleket ve bahçede kendilerine hiç de aşina olmayan kimselere yüzlerini açmaktadırlar. Yer modernleşme tarihimizin başkenti Paris de olsa, yaban eldir burası. Dolayısıyla onun çiçeklerden, çiçeklerin ondan farkı yoktur ve böyle bir duygu dünyasının ortak teması da “gurbet”tir.
Tanpınar’ın lâle ve gülden hareketle içine düştüğü bu hüzünlü Paris atmosferini dağıtan nereden geldiği belli olmayan bir horoz sesi olur ki bu ses şairi aydınlık bir İstanbul sabahına taşır.
Güzin Dino’nun yazdıklarıyla tamamlanmazsa Tanpınar’ın bu söyledikleri okuyucunun zihninde belli bir yere oturmaz. Önemlidir, sarsıcıdır, çarpıcıdır, ama biraz havada kalır bu söylenenler, çünkü hangi minval üzere söylendikleri pek anlaşılmaz. Bu karanlık, Güzin Dino’nun bahisle ilgili söylediklerinden sonra dağılır:
“Ahmet Hamdi Tanpınar’la Paris’te buluşmamız, İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’nde başlayan dostluğumuzu perçinledi…
Quartier Latin’deki Luxemburg Bahçesi’nde, bir banka oturup çene çalarken, bir yandan da koca parkın ihtişamına hayranlığının nedenini anlatır, on yedinci ünlü bahçe mimarı Le Notre’un bahçeler ve parklar düzenini nasıl dengeli ve ölçülü bir biçimde cartésien bölümlere yerleştirdiğini, yeşillikleri, ağaçları, ara yolları büyük havuzun çevresine dağıttığını anlatmaya başlar; bu akılcı park kavramının Versailles Sarayı’nın ünlü parkında da görüldüğünü söyler; heykeller, fıskiyeler düzenini, üçümüz birden incelemeye başlardık. Bir bahar günü yine Luxemburg Bahçesi’nin banklarından birinde otururken, önümüzdeki yuvarlak çiçek bölümüne dikilmiş kırmızı, sarı, beyaz lâleleri göstererek, ‘Bak Güzin’ dedi, ‘bunlar burada sürgün, gurbette.’ Az kalsın neden diye soracaktım. Neyse ki aklıma hemen bizim ‘Lâle Devri’ geldi ve ‘Evet haklısınız’ dedim.” (Güzin Dino, Gel Zaman Git Zaman, Can Yayınları, İstanbul 1991, s. 194-195)
Anavatanı Orta Asya olan ve daha sonra Anadolu’ya gelen lâlenin, yaban çiçeği olmaktan çıkıp -başka bir ifadeyle terbiye edilip- gurbete uğurlandığı bir diğer mekân da İstanbul’dur. Lâle ile mukayese edildiğinde gül daha çok şehirde arz-ı endam eden bir çiçek olarak karşımıza çıkar.
Medeniyet toprağımızın biri taşralı diğeri şehirli iki çiçeğini Luxemburg Bahçesi’nde yan yana gören Tanpınar’ın bu duruma verdiği tepki sadece Güzin Dino’yu değil bugünün insanını da şaşırtacak kadar şairanedir.
…
Paris demek biraz da kafe demek, kahve demek. Bu dinlenme, soluklanma, dostlarla buluşma mekânlarının hem ruhu var burada hem de tarihi. Elbette birçok kahvesi, kafesi var Paris’in ama bizi en çok ilgilendireni Türkçe karşılığı “Leylak Bahçesi” olan “La Closerie des Lilas”. 1847’de açılan bu mekânda kimler kahve içmemiş ki… Lenin, Troçki, Sartre, Jean Moréas, Hemingway, Oscar Wilde, Andre Gide, Paul Valéry, Gerard de Nerval bunların ilk akla gelenlerinden. “Bize ne bütün bunlardan?” cümlesi daha zihninizden geçmeden bütün bu isimleri niçin sıraladığımızı hemen söyleyelim: Burası Yahya Kemal’in Paris’te en çok uğradığı kafelerden biri de ondan. Kahvelere müşteri/turist çekmeyi, ruh ve kimlik kazandırmayı, tarihsel bir değer atfetmeyi çok iyi bilen Fransızlar buradaki bir masaya belki de Yahya Kemal’in bu mekâna gelmesinin ana sebebi olan Jean Moréas’la birlikte adının yer aldığı bir plâka çivilerler. Kahveler sanat ve sanatçılarla her zaman içli dışlı olmuştur Paris’te. O halde Tanpınar’ın kahvelerle ilgili söylediklerine ayrı bir paragraf açmanın tam zamanı.
“La Closerie des Lilas”ya Yahya Kemal plâkasının henüz konulmadığı bir zamanda uğramıştır Tanpınar. Durumu eleştirir ve o güne kadar bu işe samimi olarak eğilmeyen dostlarını da ayıplar.
Moréas’ın çıktığı bir başka kahve olan Vachette’e Yahya Kemal’in sık sık uğradığını yine hocasının sözlerinden hareketle yazılarına geçirir Tanpınar. Ayrıca dostlarıyla birlikte, La Coupole, Select, Les Deux Magots ve Flore gibi kahvelere uğramayı da ihmal etmez.
Ve bir gün, Tanpınar’ın eline bir reklam tutuştururlar. Bu reklamda Paris’in ilk kahvesi Procepe’un yeniden açıldığı yazmaktadır. Başta Diderot ve Voltaire olmak üzere bütün ansiklopedistlerin sık sık uğradıkları bu kahveye bir şekilde yolunu düşüren Tanpınar ve arkadaşlarına Voltaire’in masası denk gelir. Bu tesadüf şaire garip duygularla birlikte “huzura çıkma hissi” de yaşatır. Kiliseye veya ulu bir camiye girer gibi girer buraya.
İki asır sonra yeniden açılan bu kahvenin adının yaşatılması için gösterilen çaba da Tanpınar’ın gözünden kaçmaz. İki asır önce olduğu gibi Paris’te yaşayanların yine oraya kahve içmeye gitmelerini “hayatı zenginleştiren ve insanı destekleyen” bir unsur olarak görür ve sözün bu noktasında birçok yazısında olduğu gibi kendisine “ya bizde olsaydı nasıl olurdu?” sorusunu sorar. Cevap ilginçtir: “Bizde olsaydı evvelâ kahvelikten çıkardı, berber, muhallebici dükkânı, bugünlerde banka şubesi yapar, daha sonra da bir çaresini bulur, belki de Voltaire’in ve arkadaşlarının hâtırasına saygı göstermek için yıkardık.” (“Paris Tesadüfleri”, Yaşadığım Gibi, s. 276)
“Banka şubesi” yerine “alışveriş merkezi” veya “AVM” yazdık mı metni güncellemiş, bugüne uyarlamış oluruz. İroninle bin yaşa Tanpınar.
…
Tanpınar, bilim ve sanatta her şeyden önce “dikkat”in geldiğine inanır. Çünkü ona göre; “az kudretle ve küçük dikkatle” gerçek anlamda sanat yapılamaz. O halde Paris’le ilgili bir başka Tanpınar dikkatiyle yazımıza devam edelim.
Başta, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dıranas, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Attila İlhan gibi isimler olmak üzere modernleşme sürecinde Türk şairlerini en fazla etkileyen Batılı yazarların başında -Tanpınar’ı da etkilediğini bildiğimiz- Baudelaire (1821-1867) gelir. Nesil ve zaman bağlamında Türk edebiyatıyla birlikte düşünüldüğünde Baudelaire’in Tanzimat’ın birinci nesli ile hemen hemen nesildaş-zamandaş olduğu görülür.
Tanpınar, Yaşadığım Gibi’deki “Notre-Dame’da Başıboş Düşünceler” (s. 255-260) adlı yazısında sözü önce adı Paris’le özdeşleşen Baudelaire’e daha sonra bu yazardan hareketle Tanzimat’ın birinci nesline mensup sanatçılara getirir:
“Pek az şair, yaşadığı şehre Baudelaire kadar tasarruf etmiştir. Seine Nehri hâlâ onun anlattığı gibi akıyor, can sıkıntısı zaman zaman insanı onun duyduğu gibi yokluyor ve muzlim ufuklara çekiyor. Sabahları Paris onun mısralarında olduğu gibi uyanıyor, işe gidiyor, bazı akşamlar karanlık mahalle aralarına ondan kalan bir trajedi duygusuyla siniyor. Muhakkak ki keskin dikkatiyle şehri yakalamış ve ona kendi azabından bir şeyler geçirmiş. Şurası var ki, Paris’in ve insan şartlarının çok derinden değiştiği bir zamanda gelmişti ve nefsine karşı hiçbir muvazaayı kabul etmeyecek kadar zalimdi. Baudelaire’in öldüğü günlerde, bizim Tanzimatçılar, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa Paris’te idiler. Fakat hiç biri ondan bahsetmez. Zaten Tanzimat neden bahseder ki? Onlar Avrupa’yı başları sıkıldıkça uğranılan attar dükkânı gibi bir şey sanıyorlar, alacaklarını aldıktan sonra çabucak kapıyı kapatıyorlardı. Ne çıkar, hâlâ arada fazla değişen bir şey yoktur, hâlâ Garp’tan bahsetmeyi kendimize ihanet sayıyoruz. Hâlbuki o devirde Avrupa’dan bahseden bir tek kitap, bütün o üstünkörü terkip ve acele adaptasyonlardan ne kadar fazla yolumuzu kısaltırdı.”
Alıntıya dikkatle bakılırsa Tanpınar’ın önce Baudelaire’in şiirlerinde Paris’i nasıl ve hangi yönleriyle anlattığına vurgu yaptığı görülür. Bu bölümde yazar Baudelaire’in şiirlerindeki Paris’i kısaca özetler. Bu ifadelerde onun Baudelaire’in şiirlerine ne kadar hâkim olduğunu da görürüz. Bu kısım ayrıca Tanpınar’ın birikimini ve anlatım kudretini göstermesi bakımından önemlidir. Fakat bizi asıl ilgilendiren giriş sayılabilecek bu cümlelerden sonra Tanzimat dönemi edebiyatı ve sanatçılarıyla Baudelaire arasında kurulan bağdır. Bu ikinci kısımda Tanpınar’ın söylemek ve vurgulamak istediği olgu, zamanı ve zamanın öne çıkan değer ve şahsiyetlerini ıskaladığımız gerçeğidir. Durum böyle olunca, bilinçli olarak Baudelaire’i fark ediş daha çok Cumhuriyet dönemi sanatçılarına kalacaktır. (Ne gariptir ki Tanpınar da İkinci Yeni şiirini ıskalar.)
Toparlamak gerekirse, Tanpınar’ın Paris’le ilgili yazılarına bütüncül bir gözle bakıldığında, zamanı ve zamanın değerlerini idrak edememe durumunun temel nedenleri olarak gerçekleri göz ardı eden romantik bakış ile nitelikli dikkat eksikliğinin ön sıralarda yer aldığı fark edilir.
…
“Hayatımı idare eden kuvvetler bu seyahati bile (1953’teki Paris seyahatini kastediyor) her şeyin bende çürüdüğü, hiç bir yeni ve güzel, büyük, esaslı bir şeye başlamam imkânı kalmadığı zamanda olmasını istediler.” (Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Dergâh Yayınları, İstanbul 2007, s. 70) diyerek Paris’e çok geç yaşta gelmesini yazgısına sitem eden bir dille ifade eden Tanpınar, sanki milletçe geç kaldığımız bir maceradan bahseder gibidir.
Tanpınar’ın Paris’ini okuduktan sonra içimdeki “geç kalmadan bir kere daha Paris’e gitmen lâzım” sesini ne yapsam susturamıyorum. Bekle bizi Paris, sen beklemeyi iyi bilirsin.