Mehmet Niyazi ÖZDEMİR
Türkiye’ye doktora çalışması için gelen Muhammed Harb isminde bir Arap profesörünün ilk geldiği zamandaki ve araştırmalarından sonraki Osmanlı’ya bakışı ve sonrasında da söylediği çok ilginçtir. Baascıydı, Arap ırkçısıydı, koyu Osmanlı düşmanıydı. Yavuz’un Mısır Seferi’ni doktora konusu almıştı. O doktora konusunu bitirdiği zaman “sıfır numara Osmanlıcı” olmuştu.
Arap dergilerinde devamlı, Osmanlıyı anlatan makaleler yazardı. Onun dediğine göre, Arap Dışişleri Bakanları bir araya gelmiş ve demişler ki, “Biz Osmanlılara, Türklere çok kötülükler yaptık, biraz şu mekteplerde okuttuğumuz tarihleri yumuşatmamız lâzım. Bunu yapsa yapsa Muhammed Harb yapar.” Bu görevi ona vermişler. O da Türkiye’ye gelmiş, bütün tarihleri taramış; “Yahu, bizim tarihler Türk ve Osmanlı düşmanı, ama sizin tarihler de “farklı değil”, daha kötü” dedi bana. “Bir tek Ziya abinin (Ziya Nur Aksın) -o zaman Osmanlı Tarihi yayınlanmamıştı galiba- “Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin dipnotlarını yazdığı şeyleri değer buldum, acaba Ziya Bey’e gidebilir miyiz, bu izni alabilir miyiz?” dedi. Ondan istifade ederek bir tarih yazmak istiyordu. Sağ olsun Halil Bey’le birlikte gittik yanına, Ziya abiyle tanıştık, izin aldık. Misafirimizin kendisiyle de aynı otelde kalıyoruz; “Ahh Niyazi, bu Arap çocuklarına Osmanlıyı bir anlatsak bu mesele bitecek” dedi. “Vallahi, biz Türk çocuklarına anlatamadık ama sen Arap çocuklarına anlatmayı dene bakalım, inşallah bir noktaya varırız.” dedim.
Bizim tarihimizi, üç ana bölüme ayırdığımız zaman, eski tarihimiz Almanların De Groot; Hunlar, daha yukarıya doğru Göktürklerin başlangıcı zamanına kadar… Orta dönem tarihimizi yine Yahudi asıllı Ulischtein yazmıştır. Osmanlı Dönemi’ni yazan da hepimizin bildiği gibi Hammer’dir. Değerli arkadaşlar tarih korkunç bir silahtır, daha biz bunu milletçe keşfetmiş değiliz. Şimdi İlk Çağ’ın bittiği Orta Çağ’ın başladığı tarih, Roma’nın ikiye bölünmesi veya Batı Roma’nın yıkılması… Bir dünya düşünün, televizyon yok, radyo yok, gazete yok, hiç bir şey yok. Roma’nın varlığından Çinli bir adamın, Hindistan’daki bir adamın, Afrikalı bir adamın haberi var mıdır? Elbette yok. Orta Çağ’ın bitmesi ise, İstanbul’un Fethi, Amerika’nın Keşfi veya Ümit Burnu’nun keşfi diye alınabilir. Bu tarihlere baktığımız zaman, bunların hepsi Avrupa Tarihi bakımından önemli noktalardır. Orta Çağ’ı da buradan başlatırlar. Orta Çağ’ın bitmesinden Çin’in, Hindistan’ın, Afgan’ın hiç haberi yok.
Ama bunlar iddia… “İlk Çağ’ın sona ermesi, Orta Çağ’ın başlaması” diye bütün dünyaya mal ederler(!) Yani Avrupa’nın tarihini bütün insanlığın tarihi haline getirirler ve biz çağları bölerken maalesef Avrupa’yı esas alarak böleriz. Bir insanın, bir milletin geleceğini ipotek altına almak istiyorsanız, ilk yapacağınız şey hafızasını ipotek altına almaktır. İlk defa bizim tarihimizde millî bir tarih olarak Ziya Nur Aksın’ın “Osmanlı Tarihi” yazılmıştır. Montesqui’nun İran Mektupları’na baktığınız zaman, 82. mektup şöyle başlar: -Ey Usbec, dünyada bir millet var, bu millet Türklerdir. Sanki diğer milletleri Rabbü’l Alemin bunların şanını yaysın, övsün diye yaratmıştır.” Ondan sonra da bizden bahseder; “Cengiz’in İmparatorluğu’yla İskender’in imparatorluğunu karşılaştırmak için şu mümkün müdür, bu mümkün müdür? Amma, ne yazık ki bu millet destanını yazacak tarihçi yetiştirememiştir, en büyük eksiklikleri budur” der. Mektup böyle biter. Bu mektup 1715 tarihinde yazılmıştır.
Goethe Enstitüsü’nde okuyoruz, o sırada üçüncü kurstan sonra hoca, konuyu sınıfa getirir, bizim konuşmamızı düzeltmeye çalışırdı. Orada Alexander diye bir Rum var, Kıbrıs meselesinin de çok alevli olduğu bir zaman… Arada bir ne yapacaklarını bilemiyorlar Kıbrıs’ta… O söylüyor, ben söylüyorum, şu cümleyi şöyle değil, şu kelimeyi böyle kullanmak lazım diye hocamız ve biz birbirimizi düzeltiyoruz. Arjantinli bir profesördü hocamız, Montesquieu’un İran Mektuplarını getirmişti; biraz önce bahsettiğim sayfayı açtı ve okudu… “Türklerin Tarihçisi yoktur” deyince oradan fırladı Alexander; “Evet, tarih yazmak bir medeniyet meselesidir, Türkler kan, gözyaşı, vahşetten başka bir şey bilmezler. Onlar kim tarih yazmak kim, tarih yazmak medeniyet unsurudur.” dedi. Açtı ağzını yumdu gözünü… Sıra bana geldi, hoca “Ne diyorsun?” dedi. Dedim ki, “Alexander doğru söylüyor, dünyada hiçbir peygamber hatırat yazmamıştır, hiçbir büyük kumandan da hatırat yazmamıştır. Tarih de milletlerin hatıratıdır. Büyükler yaparlar, ufaklar yazarlar, tarih yaparlar. Alexander’ın görevi de Osmanlı’nın yaptığı tarihi yazmaktır, yani biz tarih yapacağız bunlar yazacak.”
Büyük olduğunuz zaman, tarihe fazla ihtiyacınız kalmıyor, ama düştüğünüz zaman, nereden niçin düştüğünüzü bilmek için, tarihi çok iyi bilmek lâzım. Ama bizde maalesef bazı profesör ağabeylerimiz, dostlarımız beni affetsinler; Türkiye’de tarih -üniversite için söylüyorum, halk için demiyorum- bir hotonto kadar yabancıdır. Hiçbir kaynağa Türkiye’de güvenemezsin… Mesela Türkiye’de ansiklopediyi açın bakın; 1904 tarihinde Yemen’de büyük bir isyan olmuş, bu isyanı oradaki kuvvetlerimiz bastıramamış. Ahmet Fevzi tırnak içerisinde “Çakmak” gitti, bu isyanının bastırılmasında önemli rol oynadı, diye yazılmaktadır.
Daha yıl 1904, Ahmet Fevzi nerede, daha mareşal olmamış, onun Fevzi Çakmak değil, Tatar Ahmet Fevzi Paşa olduğunu sağır sultan biliyor. Bizim tarihin üç tane Kazım’ı var; Kazım İnanç, Kazım Özalp, Kazım Karabekir. Üç tane de Mustafa’sı var; Mustafa Kemal, Mustafa İsmet, Mustafa Fevzi (Çakmak). Yani bunu, bu nesil nasıl düzeltsin, yeni nesiller de bu yanlışları alıyorlar, kitaplarında kullanıyorlar. Bu defa da yanlış, yanlış üzerine binip bu milleti çökertiyorlar. Şimdi bizim Osmanlı Tarihimizde, tüm tarihimizde çok enteresan bir el dolaşmaktadır. Mesela bir iki örnek vereyim, İstanbul’un fethini Fatih Sultan Mehmet nasıl yapmıştır; Macar Urban’ın dökmüş olduğu toplarla yapmıştır(!). Bunun manası nedir, demek ki Macar Urban bu topları dökmeseydi Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethedemezdi… Ziya abinin tarihine biraz eğilince, oradan başka kaynaklara ulaşınca, bir de görüyorsunuz ki, fukara Macar Urban işsiz kalmış, Osmanlıya müracaat etmiş, Tophane’de iş bulmuş, fukara bir tane topun dökülmesinde yardımcı olmuş, o topun da başındayken deneme atışında top parçalanmış, Macar Urban da orada ölmüş. Şimdi bu nasıl iştir? Biraz daha bakıyorsun, bu topları döken Sarıca Muhittin diye meşhur bir ustamız, âlimimiz… Ama biz Sarıca Muhittin’i anlatmayız, yaptığına sahiplenmeyiz, o orada kalır, ondan sonra biz her şeyi Macar Urban ve Macar Urbanlara malederiz ve devam ederiz. Ondan sonra talebe de gelir bana, “Hocam, niye bizim milletimiz bilim adamı yetiştirmiyor?” diye sormaya başlar. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün…
Tarihin dilini çözmek son derece zor. Hele bizim gibi milletlerin tarihini yazmak hemen hemen çok zordur. Niçin? Bizde yapan yaptığını anlatmaz, yapmayan yaptığını anlatır ve ortaya bir kargaşa çıkar. Bir örnek vereceğim, son dönem tarihimizden… Hepimizin bildiği gibi Çanakkale’de 18 Mart’ta müttefikler büyük bir hücum başlatırlar. O bölgenin kumandanı Arapgirli Cevat Paşa’dır, müstahkem mevki kumandanıdır, sonradan Genel Kurmay Başkanımız olmuştur. O da o gün Gelibolu’ya gelen 3. kolordu komutanı Esat Paşa’yı karşılamaya gitmiştir. O gün de düşman büyük taarruza kalkmıştır ve savaşı sabah sekizle onbiri on geçeye kadar Selahattin Adil Bey çok büyük bir dirayetle yönetmiştir. Cevat Paşa gelince komutayı ele almıştır. Gel zaman git zaman, Selahattin Adil Bey emekli olmuş, rahmetli Menderes de bunu İzmit’ten milletvekili yapmış… On üç ay milletvekilliğinden sonra; “Ben Adnan Menderes’e, Bayar’a karşı değilim fakat onlar ne söylüyorsa biz ‘evet’ diyoruz. Dolayısıyla da almış olduğum maaşı da hak ettiğime kani değilim” diyerek on üç aylık maaşını hazineye iade ediyor ve milletvekilliğinden istifa ediyor. O arada İstanbul Üniversitesi “Çanakkale’yi Anma Günü” yapıyor. Demekki birkaç defa davet etmişler ki, Selahattin Adil Beyde gelmemiş, o nedenle Celal Bayar Cumhurbaşkanı olarak araya girince, -bizde devlet başkanına “hayır” denemez, saygıdan dolayı- Selahattin Adil Bey İstanbul Üniversitesi’nde Çanakkale’yi Anma toplantısına iştirak etmiş. Oğlu da orada doçent ve babasının Çanakkale’de harp ettiğini, önemli rol oynadığını ancak orada öğreniyor. Şimdi biz böyle bir milletin evladıyız. Bunları bulup çıkarmak bizim görevimiz… Ve en önemlisi de hakikati bulmak… Geçenlerde birisi diyor, “tarih dikiz aynası gibi.” Doğrudur ama o ayna doğru gösteriyorsa faydalıdır, yoksa seni bir yere toslatır. Şimdi bizim hadisemiz de böyle…
Geçen gün bir tane televizyon bana geldi, “Hocam” dedi, “Biz ne zaman adam oluruz?” “Ne zaman mı!” dedim; “Ne zaman haine ‘hain’ diyebilirsen işte o zaman adam olmaya başlarsın.” Mesela bir örnek vereyim size.. Hürriyet kahramanımız Mahmut Şevket Paşa ile alakalı bir hatıra anlatmak istiyorum. Okul kitaplarını açtığımız zaman karşımıza “Kahraman-ı Hürriyet” diye koca bir komutan çıkar. İki tane sağcının yaşadığı bir hatıradır bu. -Ben buraya siyaset yapmaya gelmedim, kaçak yaşıyorlarmış 1982 senesinde, bunlara Hayrullah Cengiz bey şahittir, tanıyor.- Bir gece bir metruk köşkte kalırken – Rabbü’l Alemin’in bir hikmetidir; tarihi bir kenarda saklayan da olsa, o gelip birisinin eline geçiyor mutlaka- çok soğuk olmuş, tutmuşlar sofanın döşemesini sökmüşler, alttan bir döşeme daha çıkmış…
İkinci akşam tekrar soğuk olunca ikinci döşemeyi de sökmüşler, oradan büyük bir çuval çıkmış. Çuvalın içerisinde bir yığın resmi evrak, içerisindekiler Almanca, Alman Genelkurmayının antetli mektupları var, okudum… Alman Genelkurmay Başkanı yazıyor Mahmut Şevket paşa’ya; “Sen bizden sadrazamlık bekliyorsun, biz seninle görüştüğümüz zaman seni sadrazam yapacağız demedik mi? Dedik ama seni sıraya koyduk, sen sıranı bekleyeceksin.” Şimdi, tarih ne zaman faydalı olabilir? “Ahmet Şevket geldi, Mehmet Şevket gitti, geldi Gülsüm gitti gülsüm”le yazılan tarih faydalı olmaz. Gülsüm nasıl geldi, nasıl gitti? Bunu derinliğine anlatırsanız, gülsüm kim idi… İşte o zaman tarihin bir manası olur. Bunları ilk defa bizim kendi idrakimizle anlatan tarihimiz, Ziya abinin Osmanlı Tarihi’dir. Bir milletin tarihi evvela vicdanıdır.
Bir milleti hareket ettiren iki unsur vardır.
Bir vicdan, iki idrak. Bunları da tam olarak birbirinden koparamazsınız. Bir ferdin, bir milletin vicdanını anlamanız için evvelâ onun dinini bileceksin. Hayatın iki kaynağı vardır; birisi metafizik, diğeri ilimdir. Metafizik bizde vicdan oluşturur, vicdan bize başkasını düşündürür. İlim bizde beyin oluşturur, beyin bize kuvvet verir, kendimizi düşündürür. Teferruata girmeyeyim. Metafizik, kültür oluşturur; ilim, medeniyet oluşturur. Eğer siz tarih yazmak istiyorsanız o milletin dinini, meşrebini, mezhebini derinliğine bileceksiniz. Hiçbir Türk tarihçisi daha devşirmeyi çözememiştir. Neden? Çünkü İmam Şafi Hazretleri’nin içtihatlarını derinliğine bilmiyor da ondan. Osmanlı bütün o ulemayı, anlattıklarıyla hayatın içinde ihya etmeyi biliyor, nerede hangisinden istifade edeceğini gayet iyi değerlendiriyordu. Aksi halde çözmesi mümkün değil, çünkü bizim dinimizi bilmeden çözemezsin… Hammer, 1529 senesinde Kanunî Viyana’yı kuşattığı zaman ona karşı savunan albayın torununun elinde büyümüştür, koyu bir Katolik’tir, koyu bir Cermendir. Şimdi ikinci olarak tarihimizi bilmek için o dili bütün safahatıyla iyi bilmemiz lazım. Mesela eğer siz “oğlan” kelimesinin safahatını, geçirdiği tekâmülü bilmezseniz, karşılaştığınız bütün evrakları yanlış anlarsınız. “Sultan oğlanlarla beraber yaylaya gidiyordu.” cümlesi…
Mesela Yavuz Sultan Selim’in kızı Fatma Sultan babasına bir mektup yazıyor ve eşinden dert yanıyor; “İşi gücü oğlanlarla düşüp kalkmaktır.” diyor. “Vay anasını be, Osmanlı bak neymiş” diyorsun. Hâlbuki orada oğlan kelimesinin bir başka manası var. Meselâ “kız oğlan kız” deriz, (kadınlarla beraber demek istiyoruz) eğer siz o kelimenin bütün tekâmülünü bilmezseniz, yazacağınız tarihin hiç bir manası olmaz, kâğıt yığınından başka, SEKA’ya hizmet kapısı açmaktan başka hiçbir önemi yoktur. İlk defa kendi kaynağımızdan, kendi değerlerimizden ve dinimizi, bütünüyle Osmanlının o hassasiyetini bilerek… Mesela Mahmut Nedim Paşaya neden Nedimof dendiğini Ziya abinin tarihinden başka hiçbir tarihte bulamazsınız. Osmanlı Devletini anlatan tarihleri açın, bakın bütün tarihlere… Efendim, “Osman Gazi okuryazar değil, Orhan Bey hüdavendigâr değil(!).” Profesör bunu televizyonda söylüyor 4. padişah okuryazarmış ancak… Bartol, Rus Profesörü, o bizi tarihimizi iyi bilir ama onun tarihine baktığınız zaman Timur da okuryazar değil. Hâlbuki Timur yedi yaşında hafız adam… Bunu bilmiyorlar…
Osman Gazi uç beyinin oğlu olduğu için, uç beyliğe geleceği için, biraz da o günün şartlarında uç beyi isyan etmesin diye merkezî hükümette Amasya’da sarayda büyütülmüştür. Bir uç beyi olacak birine o sarayda ne öğretilir, bir şey öğretilmez mi? Osman Gazi oğlu Alaaddin’e Bilecik’in yönetimini bırakacak, onu okutması için Şeyh Edibali’ye medrese yapıyor. Devleti bırakacağı Orhan Gazi’yi nasıl cahil bırakır? Yani bizim tarihimize mantıkla girdiğiniz zaman bir yere varma şansınız yok… Niçin bunları uyduruyorlar? “Türk Devletlerini kuranlar haydut insanlardır, bunların kuracağı devletten ne olur!” demek istiyorlar. Eğer Osman Gazi’yi tanımak istiyorsanız, Orhan Gazi’yi, Murat Hüdevandigâr’ı; Ziya abinin tarihini okuduğunuz zaman; orada Murat Hüdevendigâr’ın savaştan önce bir dua etmesi ve okuduğu bir şiiri var ki… Nasıl bir cahil adam, okuma yazma bilmeyen bir insan bunları bilebilir? Okuduğu Kur’ân var, Kur’ân’ı ezberliyor, okuryazar olamıyor(!), böyle bir şey olabilir mi aziz arkadaşlarım?.. Yani bizim gençlerimiz eğer tarihe inanmıyorlarsa, tarih dersini sevmiyorlarsa, onların kesinlikle hiçbir suçu yok. Evet, Ziya abinin tarihi deyince çok şey söylemek mümkündür. Ben tabi sözü bırakayım, burada kendisini tanıyan çok arkadaş var, onlar da konuşmak isteyebilirler. Hepinize saygılar sunuyorum… (*)
(*) Ziya Nur Aksın’ı Anma Toplantısı’nda yapılan konuşmadır.
Tarih: 12.02.2010
Kaynak :
http://www.feyzdergisi.com/icerik/1771/tarih-bir-milletin-hafizasidir-mehmet-niyazi-ozdemir.html