Prof.Dr. Abdulkadir İLGEN[i]
Suriye
“İnsanoğlunun sayılıdır günleri
Yapıp ettikleri bir yel esintisidir ancak”[ii]¹
Gılgamış Destanı
En eski Sümer destanı Gılgamış, “Sedir ağaçları dağını… tanrıların ikametgâhı” olarak gösterir. “Gölgesi hoş ve rahatlatıcı” gelir destan kahramanı Gılgamış’a. Ve göz alabildiğine yemyeşildir dalları sedir ormanının. Antik Sümer ve Babil kenti Lagaş’ın rahip kralı, Gudea kentinin tapınaklarını inşa etmek için koca baltasıyla ağaçları kestikçe, iri gövdeler “dev yılanlar gibi” kayarlar suyun içine.[iii]
Bu tasvir tam da destanlar çağına özgüdür özgü olmasına ama ağaç ve taşın bu kadar kıt olduğu bir memlekette her ağaç tanrıların kutsal koruluğundan alınmış kutsal bir şey gibi muamele görür. Gılgamış destanı da öyledir.
Gılgamış ağaçları keserken
Enikodu işaret koyuyordu kütüklere
Enkidu ağız açıp konuştu, dedi ki Gılgamış’a:
“Kardeş, ulu bir ağacı devirdik,
ucu göğü deliyordu, o kadar yüksek…”
Gerçekten de ahşabın antik Mısır ve Mezopotamya’daki önemi emsalsizdi. Tevrat bile Süleyman Mabedi’nin inşasını anlatırken, Sur Kralı Hiram’a Hz. Süleyman’ın taleplerini ayrıntılı bir şekilde anlatma gereği duyar:
“Ve şimdi, Libnan’dan bana erz ağaçları kessinler diye emret; ve kullarım senin kullarınla beraber olacaklar; ve söyleyeceğin her şeye göre kulların için sana ücret veririm; çünkü bilirsin ki, aramızda Saydalılar gibi kereste kesmek bilen yoktur (Eski Ahit, Krallar-I: Bap 5/6).
Tarihi kayıtlar göstermiştir ki Hz. Süleyman, Sur Kralı Hiram’a gösterdiği sadakat ve yaptığı hizmetlere karşılık olarak Celile’den (Galilee) birkaç kent armağan etse de Celile’yi gören Hiram, bu kentler yerine her yıl bir miktar buğday ve zeytinyağı göndermesini tercih eder. Demek ki sahil halkının ülkesi inanılamayacak derecede dar ve tarıma elverişsizdir. O yüzden de buralar karaya, ticarete ve sanayiye bağımlıdırlar. Dolayısıyla hepsinde de dokumacılardan, demircilerden, kuyumculardan, gemi yapımcılarından oluşan faal bir zümre doğmuştur (Braudel, 2007: 232-233).
Anlaşılan o ki, o çağın jeopolitiği yer üstü kaynaklar ve bunlara bağlı ekonomilerdi. Fakat ekonomi ve siyasal bağlılıklar da mit, kutsallar ve sembollerden bağımsız değil, bilakis mitik bir örgü ve tasarımla iç içe, kutsal bir ambalajla ambalajlanmış olarak sunuluyordu.
İslâm Çağı
Antik dönemlerden sonra bölge tarihi bu sefer hemen hemen aynı yerde iki ayrı kritik savaşla ebediyen belirlenmiş oldu. Her iki savaş da iki ayrı dünya ve iki ayrı inanç kesiminin sonsuza kadar ayrıştığı iki ayrı savaştı.
Bunlardan biri, 636’da Taberiye Gölü’nün hemen kuzey batısında, Golan Tepeleri!nin güney eteklerinde, Yermük Nehri’ne bakan uçurumların kenarında; diğeri de bundan 551 yıl sonra, 1187’de, bu sefer de Taberiye Gölünün batısında. Birinde İslam ordularının başında Halid b. Velid, diğerinde ise Selahattin Eyyûbî vardı.
Birincisinin akabinde İslam orduları bir hamlede Asi Nehir Vadisi’ne kadar ulaştılar ve Hristiyan Suriye ebediyen o dünyadan koptu. Heraklius, Suriye’yi terk ederken, “Elveda Suriye” diyecekti hüzünle. İkincisinde de ehl-i Sâlib aynı şekilde ebediyen bu topraklara elveda diyecekti büyük bir hayal kırıklığıyla. Fakat bu hayal kırıklığı, kültürel bir tortu olarak kolektif belleğin bilinç dışını sürekli olarak belirlemeye devam edecekti.
Bir de İslam’ın ilk zafer yıllarından sonra, iktidar ve sermayenin yönetimi konusunda yeterli araçları geliştiremeyen İslam medeniyetinin kendi içinde karşılaştığı bir meydan okumalar çağı yaşanmıştı. Bu meydan okumaların politik alandaki birinci yansıması Emeviliğe karşı Abbasi muhalefeti olarak sonuçlanmıştı. Fakat kültürel kanama bununla da durmamış; bu ikincilerin iktidara gelişinden sonra ilk başta bir İran İmparatorluğu şeklinde çok muazzam gelişmelere imza atan bu uygarlık da içten içe çürümeye başlamıştı.
İçeriden gelen bu ikinci meydan okuma Antik Yunan, Eski Ön Asya Uygarlıkları, Avesta ve Mahayama’ya kadar birçok uygarlık yanında daha çok ekonomik ve politik temelli eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı ideolojik bir başkaldırı şeklinde gelişti. İslamî literatür, bütün bu hareketleri zenâdıka (zındıklıklar) olarak nitelemiştir.
O gün isimleri İsmailiyye, Karmatîyye, Batınîyye, Ravendiye, Hurremiyye, Berkukîye, Cenahîyye, Saidîyye, Mubanziyye, Talimiyye vs. şeklinde tadat edilen bu hareketler, genel olarak Şia ve Gulat-ı Şia olarak isimlendirilirken, bunların en kapsamlıları, İslam ilkeleri ve sosyal adalet patentiyle ortaya çıkan Karmatilik ve İsmailiyye hareketleriydi.[iv]
Ali Şeriati gibi isimler bu dönemin ideolojisini “dine karşı din” diye özetlerken gayet isabetli bir görüşe yer verirler. Gerçekte de durum tam olarak böyleydi. Çünkü o dönemde “memalik-i İslamiye” içinde gayr-i İslamî görüşlerin açıkça savunulması mümkün olmadığı için, İslam’a karşı muhalefet de İslamî bir patentle yapılmak durumundaydı. Öyle de oldu.
Selçuklu Çağı
960 yıllarına doğru Karluklar Sünnî İslam’ı benimserken, hemen hemen aynı tarihlerde Hazar denizinin güneyindeki dağlık bölgede İsmailîlerin etkisiyle Şiiliği benimseyen ve daha sonra Büveyhîler adını alacak olan Deylemîler, sonraki yüzyılların kaderini de ebediyen belirleyecek olan bir gerilimin, eski İran-Turan geriliminin bir devamı olarak bütün bir tarihsel süreci etkileyen bir sürecin aktörleri olacaklarının muhtemelen farkında değillerdi.
Selçuklular sahaya indiğinde İran’da Büveyhîler, Suriye’de İsmailîler (Büveyhîler de bunların bir koluydu) hâkimdi. Büveyhîlerin bir kolu Gazneli Mahmut tarafından ortadan kaldırılsa da diğer kolu Bağdat, Basra ve Suriye’de hâkimdi. Basra ve Yemen ise Karmatî hareketi ve Zeydiyye etkisi altındaydı. Şia İran ve Suriye’de elde ettiği zaferlerden sonra 969’ta Fatımîlerin Mısır’ı ele geçirmesiyle İslam’ın diğer önemli merkezinde duruma hâki olmuş oluyordu.
Tuğrul Bey, 1055’te Bağdat’a Sünni İslam’ın ve halifenin muhafızı olarak işte bu şartlar altında şehre girmişti. Bağdat artık Şiîleşmiş bir şehirdi. Yahya Kemal, Tuğrul Bey’in Bağdat’a girişini anlatırken, halifenin, “Gelenler belki vahşidir” diye mahzene saklandığını zikreder. Çok diplomat olan ve durumu fark eden Tuğrul Bey’in “(Gidip) Halifenin elini öpelim. Bizim halifemiz” diyerek durumu kurtardığı rivayet edilir.[v]
Tuğrul Bey oraya geldiğinde sünni halife ve halk, Şii Büveyhîlerden nefret ederken, Türklerden de korkmakta, çekinmektedir. Tuğrul Bey ve halefleri, halife ve halkı tedirgin etmeden işlere vaziyet ederken hem mahallede sultan muamelesi görme başarısını elde etmiş hem de bölgeyi Haçlı taarruzları ile Moğol istilasına karşı korumuşlardır. Böylece Eski İran’ın varisi dağlı Deylemîler, eski Turanîlerin varisi Selçuklular tarafından kenara itilmişti.
Arkadan gelen Selahattin de benzerini yaptı. O da bir Türk emiri olan Nureddin Zengî’nin seçme bir emiri olarak Mısır’ın fethine memur edilmiş ve gereğini yapmıştı. Selahaddin de Nureddin gibi Sünni idi ve Şii Fatımîlerin elindeki Mısır’a girmişti. Selahaddin bir gecede Şiiliği yasakladı ve itiraz edenleri astı. Arkasından da eline aldığı Mısır’ın zenginlikleri ve emrindeki orduyla Hıttin’de Haçlıları Kudüs’ten söküp attı.
Bugün
Bugün, Osmanlı sonrası Suriye’si, Tuğrul Bey ve Selahattin’in kurduğu statüko ve bu statükoyu asırlardır devam ettiren kültürel zemin üzerine kurulan politik ve ideolojik kamplaşmaların bütün izlerini üzerinde taşıyan bir Suriye’dir. Buraya dışarıdan müdahale eden aktörler de (İran ve Türkiye) neredeyse değişmeden devam etmektedir. Hatta çok gerilere gidilirse, içeride tarımsal alanlar, sahil kesiminde ise içeriyle ilişkisi keskin dağ kesitleri ve ormanlık alanlarla kesilen bir Suriye vardır ve bu farklı Suriyeler, eskiden olduğu gibi bugün de en eski zamanlardan beri devam eden bu etkileri bir veri olarak üzerlerinde hissetmektedirler.
Selçuklular ve onun bir sürümü olan Selahattin’in mirası, ürkek ve tereddütlü de olsa Suriye halkı üzerinde hâlâ etkili olsa da Deylemî İran’ın varisi olan Şii jeopolitiği de bölgede hâlâ etkilidir. Tıpkı binlerce yıl önce Bağdat’ta yaşayan Sünnilerin Şii nefreti ve Türklere karşı duyduğu tereddüt neyse, bugün de Suriye’de yaşayan ana kitlenin Nusayrî nefreti ve Türk tereddüdü de aynıdır. O gün, Tuğrul Bey ve ahfadı, bu süreci taraflar arasında taraf olarak değil hakem olarak çözme yoluna giderken, Tuğrul Bey’in torunlarına da başka bir tercih yolu görünmüyor.
Tarih eteklerimizden yapışıyor ve bizi belli bir istikamete çekiyor.
Yeni durum sadece Suriyeli Arapları değil, Suriyeli Türkmen ve Kürtleri de içine alacak kapsayıcı çözümlerle ancak bir çıkış yolu ve yeni imkânlar sağlasa da aynı verili durum, farklı çözüm ve önerilerle çok daha farklı risk ve tehlikeleri de beraberinde getirecek zincirleme reaksiyonlara da neden olabilir.
Türkler, tarihi süreçte bölgede taraf değil hakem olmuşlardı.
Bugün de bizi aynı misyon ve sorumluluklarla daha fazlası bekliyor.
Kaynaklar;
¹Gılgamış Destanı, (Eylül 2021), Gılgamış Destanı, (çev) Sait Maden, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 22.
²Braudel, F. (2007), Bellek ve Akdeniz, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, Metis Yayınları, İstanbul, s. 87.
³Abdulaziz Durî, (Ekim 1991), İslâm İktisat Tarihine Giriş, (çev) Sabri Orman, Endülüs Yayınları, İstanbul, s.101-102.
⁴Ünver, A.S. (2017), Yahya Kemal’in Dünyası, İşaret Yayınları, İstanbul, s. 35.
————————————–
Kaynak:
https://www.perspektif.online/tarihin-aynasinda-suriye-imkan-ve-riskler/
[i] Abdulkadir İLGEN; Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Akademisinden 1988 yılında mezun oldu. 1994 yılında Dumlupınar Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü İktisat Tarihi Bilim Dalına araştırma görevlisi olarak atandı. 1998 yılında Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsünde doktora programını tamamladı. Çeşitli akademik ve idari görevlerde bulunan Prof. Dr. Abdülkadir İlgen, 2017 yılında emekli oldu. Akademik çalışmalarında “iktisadî zihniyet” üzerinde yoğunlaştı. XIX. Yüzyıldan günümüze “devlet dışı modernleşme”, tarihte Asya ekonomileri ve Türkistan iktisat tarihi üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Aynı zamanda Türk Yurdu ve Türkiye Günlüğü gibi dergilerde yazılar yazmakta olan İlgen’in “Türk Modernleşmesi: İktisat, Tarih, Zihniyet”, “1921 Sanayi sayımları” ve “Gelenek ve Modernleşme Arasında Bir Kavram: Milliyetçilik” isimli üç de kitabı yayımlanmıştır.
[ii] Gılgamış Destanı, (Eylül 2021), Gılgamış Destanı, (çev) Sait Maden, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 22.
[iii] Braudel, F. (2007), Bellek ve Akdeniz, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, Metis Yayınları, İstanbul, s. 87.
[iv] Abdulaziz Durî, (Ekim 1991), İslâm İktisat Tarihine Giriş, (çev) Sabri Orman, Endülüs Yayınları, İstanbul, s.101-102.
[v] Ünver, A.S. (2017), Yahya Kemal’in Dünyası, İşaret Yayınları, İstanbul, s. 35.