Süleyman Nazîf’in o meşhûr Dâü’s-sıla şiiri:
“Bu şeb de cûşîş-i yâdınla ağladım durdum,
Gel ey kerîme-i târîh olan güzel yurdum.”
mısrâlarıyla başlar. Malta sürgününde kaleme alınan bu şiirde, adına yaraşır harârette bir vatan hasreti tüter. En çok da, “kerîme-i târîh” terkîbine teksîf edilmiş “güzel yurt” hasletleri ön plâna çıkar. Bugünkü dille “Târîhin Kızı” demek olan “kerîme-i târîh”, şâirâne olduğu kadar, hakîkate de uygun düşen bir kelime grubudur. Çünkü Türk’ün yurdu, itirâz kabûl etmeyecek bir sarahatle, “Târîhin Kızı”dır.
Bu isim tamlamasında geçen “kız” kelimesi, Türkçedeki güzellik, tâzelik, el değmemişlik, nâmus temizliği, ahlâk düzgünlüğü gibi, daha da uzatılabilecek müsbet sıfat ve fiillerin karşılığıdır. Süleyman Nazîf, bu evsâfdaki kızın babası olarak “târîh”i gösteriyor.
Türk milletinin şanlı geçmişinde iki esaslı yurdu, yâni vatanı olmuştur: Türkistan ve Türkiye. Rahmetli Atsız’ın ömür boyu tekrarladığı Türk İli, aslında her iki Türk ana vatanı için de isim olacak asâlettedir.
Merkezî Asya ile Anadolu etrâfında, asırlara göre genişleyip daralan, ama aslîyetini ve özünü aslâ kaybetmeyen Türk yurdu, târîh denilen insan geçmişi hazînesinin en mühim bölümünü teşkîl etmiştir. Dünyâ târîhinin sahîfelerinden Türk yurdunu çıkarın, geriye posa bile olmayan, lüzûmsuz ve de kırıntı tarzında hurda mâlûmât kalacaktır.
Kaba-saba konuşan, el şakalarıyla daha çok hayvan nesline yakınlık gösteren, medeniyetin epeyi uzağında kalmış nâdânların arasına birdenbire hâl, hareket ve duruşuyla nâzik, kibâr, vakûr, genç, nazlı bir kız giriverse, muhakkak o topluluğun bütün tavırları değişir. Enderûnlu Vâsıf’ın dizi dibine oturup, hepsi birden:
“O gül endâm bir âl şâle bürünsün yürüsün,
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün…”
diye serenâda başlamazlar mı? Türk yurdunun Dünyâ târîh sahnesine girişi, böyle bir genç kız salınışıdır.
Bizim kız yetiştirme an’anemizde, mânevî yönelişler kadar, maddî tasarrufların da önemli yeri vardır. Çeyiz ve gelin sandığı âdetlerimiz, el’ân devâm etmektedir. Türk yurdunun, târîh boyunca düşman iştâhı kabartmasının, böyle bir gelin sandığına, çeyiz câzibesine, hattâ mahremiyetine uzanan sebepleri görülmüştür.
Türkistan, Türkiye veyâ – her ikisini birden kastederek – Türk İli, en küçük hâlinde de, kıt’alar boyunca serpilmiş en geniş görünüşünde de, hep kıskanılan, hased duyulan, üstüne siyâsî ve dinî koalisyonları çeken bir coğrafya olmuştur. Bu düşmanlığın kalabalık sebepleri arasında, Türk yurdunun stratejik mevkii ile dayanılmaz güzelliği, dâimâ önde durmuştur.
Târîhde, insan mârifetiyle yapılmış ve yine insanlığın hizmetine sunulmuş yolların belli-başlıcaları, hep Türk yurdunun sınırları içinde kalmış ve Türklerin kontrolünde geçit vermiştir. Nice savaş ve çatışmanın, başka hiçbir ön duruşu, yol kadar mühim addedilmemiştir. İpek Yolu, Bahârât Yolu gibi Orta, Yeni ve Yakın çağlara çadır kurmuş transit geçiş sâhaları yanında, Kral Yolu diye bilinen antik, arkaik güzergâh da Türk yurdunun dekor unsurları içine dâhil olmuştur.
Süleyman Nazîf’e “kerîme-i târîh” ilhâmı veren Türk yurdu, yirminci asrın başında Malta’dan görünen vatan manzaramızdır. Mütâreke günleri dediğimiz o zaman dilimi, Türk topraklarının evlek evlek düşmana kaptırıldığı tâlihsiz bir döneme işâretler gönderir. Anadolu büyüklüğünde nice vatan parçasını, Avrupa ve Afrika’da âdetâ “batan geminin malları” anlayışıyla sağa sola dağıttıktan sonra, öncelikli vatanımız olan Anadolu’yu da Mondros tezgâhına peşkeş çekmeye niyetlenen hacâlet ehli, târîh önünde, “kararma”nın her tonuna bürünüyordu.
Mondros ile onu mâsûma çıkaran Sevr mezbeleliği, “Târîhin Kızı”na sorulmadan, onun fikri alınmadan bir oldu-bittiye getirilmek istenmiş; Ermeni, Rûm ve haddini bilmez bir sürü küfrân-ı nîmetin nümâyiş ve âlâyişine çanak tutulmuştur. Dünyâ’nın gözü önünde, adı rezâlet olan bir oyun, sahte zafer sarhoşlukları ile sahneye konmak istenmiştir.
Evdeki hesâbın çarşıya uymadığı, daha ilk adımda anlaşılmış, Türk yurduna göz dikmenin bedeli göz sâhiplerine çok yüksek fiyatlarla ödetilmiştir. Anadolu ile Trakya denilen minik Rûmeli toprağı, ebedîyen Türk kalacağını, Kâinât’ın ve târîhin huzûrunda ilân ile sözlü bir mukâvele de akdetmiştir.
“Anadolu” söyleyişinin içine bağdaş kurup oturan “ana”lar, Türk yurdunun Târîhin Kızı olduğunu ân-be-ân söylemiyor mu? Bakmayın siz Anatolia mahreçli Frenk îzâhlarına. Bu Cennet bahçesi güzelliğindeki Türk yurdu, vaktiyle hepsi de târîhin hakikî kızı olmuş analarımızın diyârıdır. Dolayısıyla, Türk yurdu demek, ana yurt, ana vatan ve gâyet tabiî Anadolu demektir. Yurdumuz aleyhine ve zarârına atılacak her adım, söylenecek her kelime, evvelâ analarımızı incitir.
En mütevâzı hesaplamayla bile 2.500 yıllık târîhi olan Türk milletinin, başkaları tarafından da tesbît ve ifâde edilmiş meziyetleri arasında sâdelik ve vakar liste başını tutar. Lüzûmsuz tefâhürü hayâtından silen bu asîl milleti, zaman zaman kolay lokma zannedip de yurduna çullanmak isteyenler, dizi dizi hüsrân defterleri yazdılar.
Bugünlerde, yine böyle densizlik plânları yapılmaya, tezgâhlar kurulmaya çalışılıyor. Milletlerarası bir şer ittifâkı, Târîhin Kızı’nın şu ânki kırpılmış büyüklüğünden de rahatsızlık duyuyor, yaldızlı birtakım lâf kalabalıklarıyla yeni Sevr müsveddeleri hazırlıyor. Bütün bu Türk’e mezar kazma işgüzârlığına, seçim, referandum, demokrasi, insan hakları vs. tarzında cilâlı kılıflar biçiliyor, gözler alabildiğine ustalıkla boyanıyor.
Hayretlere vesîle bir çaba da, vatanımızı ve milletimizi kadük etme gayretlerine, Osmanlı’dan emsâl gösterme dalâletidir. Ortada, doğru ve sıhhatli bilgi kıtlığından kaynaklanan bir cehâlet olsa, sâdece esef eder geçersiniz. Fakat görünen manzara cehâlete rahmet okutacak seviyede ihânet ve kasıt karartmalarıyla dolu. Târîhinde def’alarca millî mücâdeleye girişmiş ve bunların ezici çoğunluğunda muvaffak olmuş bir millete, yeniden bu yolda dâvetiye çıkartmak, aslâ tehdîdden sayılmaz.
Bir kere, şunu bilen-bilmeyen herkese haykırmak lâzım ki, Osmanlı Cihân Devleti’nin, tereddî ve yıkılış sebepleri sayılırken pek kaale alınmayan dışarıdan mürekkepli ıslâhât hareketlerinin, sanıldığından çok daha fazla tahrîb gücü olmuştur. 18. asrın ilk yarısında başlayan ve Tanzîmât’la iyice geri dönülmez noktalara taşınan bu ıslâhât programları, İngiltere, Almanya, Fransa ile Rusya’nın dayatmalarıydı. Islâhât adımlarının her biri, Osmanlı’dan birkaç devletlik toprak kopardı ve bugünkü Balkan, Ortadoğu ve Kafkasya fotoğraflarına ulaşıldı.
Tarafsız, akademik bir bakış açısıyla, hiçbir milletin demokratik haklarının, vatanından daha kıymetli olduğu söylenemez. Zîrâ bahsedilen hakların yaşanıp kullanılabileceği yegâne mekân, vatandır. Vatan üstünde tehlike bulutları dolaşırken, demokrasi havâriliğine soyunmanın te’vil götürür bir yanı gösterilemez.
Sultan İkinci Abdülhamîd’in, Türk temsîlcilerin sayıca az olmasından duyduğu endîşe ile fesh ettiği Meclis-i Meb’ûsân’ın dayandığı Kaanûn-ı Esâsî’de dahî, hem meclisde, hem de bütün resmî dâirelerde Türkçe konuşma mecbûriyetini âmir hüküm var idi. Nasıl oluyor da, 21. asır Türkiyesinde, hemen her gün ikinci dil ve ikinci bayrak istekleri fütûrsuzca sokağa dökülüyor? Bu azîz millet, vaktiyle benzer demokrasi nutukları atılarak arka arkaya tuzağa düşürülmüştü. Vatansız bir demokrasi, Dünyâ’nın neresinde yaşanmış ki, bize teklîf ediliyor?
Güney ve güneydoğumuzdaki devletlerin harîtadaki sınır çizgilerine bir bakarsanız, hepsinin cetvelle çizilmiş gibi düzgün hatlar olduğunu görürsünüz. “Gibi”si fazla, o sınırlar, masa başında İngiliz’in cetveliyle, hiçbir endîşe gözetilmeden ve herhangi bir etnik, lengüistik kıstasa bakılmadan çekilmiştir. Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, Arabistan, Yemen, Umman ve daha küçük bir sürü emîrlik, sırf İngiliz’in canı öyle istedi diye devlet olmuş, yine aynı irâde ile mevcut sınırların içine konulmuştur.
Osmanlı’dan alınacağı farz edilen icâzet, alanları pişmân edecek gaflet ve felâketleri taşımaktadır. Osmanlı, o ıslâhâtları yapmasaydı, aslâ yıkılmayacaktı. Osmanlı’nın insan nesline hediye ettiği esas ıslâhât, kuruluş ve îtilâ dönemlerinde gösterdiği “fetih” ferahlığıdır. Fetih fiilinin hem mânâsında, hem de maddesinde, âdemoğlunun muhtâc olduğu her çeşit inşirâha vesîle teşkîl edecek devâ vardır.
29 Mayıs 1453 günü, Ayasofya’yı dolduran Bizans artığı kalabalığa, beyaz atının üzerindeki Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın:
“Gazab-ı şâhânemden hazer etmen!. Şimden gerü, dininiz, hayâtınız, malınız, canınız benim devletimin sâye-i vâsîsi altına alınmıştır. Herkes istediği gibi ibâdet etmekte hürdür!..”
diye gürleyen sesi, yepyeni ve ışıl ışıl bir zamânın başladığını müjdeliyordu. Bu mübârek hitâbın kelime ve satır aralarında, ikinci bir dil, ikinci bir bayrak serbestîsi bulunabilir mi? Aslâ ve kat’â!
Târîh boyunca Yunan’la tanışmamış ve hiçbir zaman Yunan’ın olmamış Girit Adası, hangi ıslâhât aldatmacalarıyla elimizden çıktı, hatırlayan var mı? Aldığımız fiyata, yâni “uğruna döktüğümüz kanların bedeline satarız.” dediğimiz Girit’i, – hem de 1897’deki o meşhûr Yunan’ı hezîmete uğrattığımız zaferden sonra – Palikarya’ya verişimizin arkasında ne vardı zannediyorsunuz? Allayıp pullayıp önümüze koydukları ıslâhât!.. İbret alınmayan târîh, tekerrür etmesin de ne yapsın?
Bir vakitler, uzaktan gönderilen selâmımızla Dünyâ’ya nizâm veriyorduk. Şimdi, bize uzaklardan, direktifler gönderiliyor. Gıkımız çıkmadan, ne deniyorsa yapıyoruz. Vatan toprağını pazarlamanın, bu maksatla bezirgânlık yapmanın maskesini, demokrasi galerilerinde gösterip, – sözüm ona – millî irâde böyle istiyor, demeye getiriyorlar.
Millî irâdenin adresi, millet dediğimiz yüksek şuûr sâhibi, geçmişiyle geleceğini ideâlinde harmanlamış ve yek-vücûd olmuş kitledir. Demokrasi hîlelerine âlet edilen topluluk ise, millet olmanın çok ötesinde duruyor. Kendisi üzerinden, vatanının tehlikeye atıldığını idrâk edemeyen cumhûra, hiçbir sosyolog millet adını vermiyor. Bugün, kendini vatanına adamış her Türk, köşe-bucak milletini arıyor…