“TARİHİN SESSİZ DİLİ DAMGALAR” ÜZERİNE Mustafa AKSOY ile Söyleşi
Söyleşi: Ahmet VURGUN
Kültür tarihimizde pek çok boşluk söz konusudur. Özellikle söz konusu etnografya eserleri olduğunda bu daha açık bir şekilde kendini gösterir. Bazen halılarda, resimlerde gördüğümüz, bazen evlerin dış cephelerinde karşılaştığımız maddi kültür unsurları olan işaretler, damgalar, motifler yani kısacası Türk kültür tarihinin etnografik eserleri hakkında, sosyolog Mustafa Aksoy tarafından kapsamlı bir çalışma hazırlandı. Mustafa Aksoy, Prof. Dr. Kemal Üçüncü’nün de belirttiği gibi, sosyoloji disiplininden gelen ve bütün akademik kariyerinde Z. Fahri Fındıkoğlu, Mehmet Eröz çizgisini takip eden, sahaya, kültüre bizatihi temas etmeye önem veren bir Türkolog ve akademisyen.
Mustafa Aksoy hocamızla, Türk kültür coğrafyasını karşı karış gezerek 18 yıllık bir emek sonucu ortaya koyduğu “Tarihin Sessiz Dili Damgalar” kitabı üzerine konuştuk. Bu eser, “Yeni Ufuklar Derneği” tarafından, “2014 Türk Kültürüne Hizmet Ödülü” ve ABD’de yaşayan Türklerin, Türk asıllı Amerikalıların ve Amerikalı Türk dostlarının oluşturduğu sivil toplum kuruluşu olan “Turkish Forum” tarafından “2014 Yılında Alanlarında İz Bırakmış En Başarılı Meslek İnsanları” ödülüne layık görüldü.
1-Sayın Hocam damgalar konusundaki araştırmalarınız nasıl başladı ve bu süreçte neler yaşadınız?
Fırat üniversitesinde sosyoloji okudum. Doktora tezimde saha çalışmalarını Elazığ ve Ağrının sosyal yapısı hakkında yaptım. Ancak öğrenciliğimden beri şahsen hiç karşılaşmadığım rahmetli sosyolog Prof. Dr. Mehmet Eröz’e özel bir hayranlığım vardır. Bu nedenle olabildiğince onun sosyoloji anlayışı takip etmeye çalışırım. Bu bağlamda doktora tezimi yaparken amatörcede olsa etnografya eserleri hakkında bilgiler topluyor, etnografya ve antropoloji eserleri okuyordum. Tezimin bitmesinden yaklaşık bir yıl sonra Nubihar Dergisi’nin Haziran 1996 sayısını gördüm. O kapak konunun önemini sanki kafama çakmıştı. Çünkü ben sosyologları sosyal grupların hekimi olarak düşünürüm.
Ekim 1996’da ise Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi adına araştırmalar yapmak üzere Kazakistan’ın Türkistan şehrine gitmek üzere İstanbul’dan uçağa bindim. Taşken havaalanından çıktıktan sonra Türkistan şehrine kadar gittiğim (yaklaşık 300 kilometre) yol boyunda çeşitli yerlerde söz konu derginin kapağındaki damganın benzerleriyle karşılaştım. Böylece akademik anlamda Ekim 1996’da damgalar hakkında çalışmam başlamış oldu ve halen çalışmalarıma devam ediyorum. Bu zamana kadar 14 ülke ve 11 özerk bölgede kendi imkânlarımla saha çalışmaları yaptım.
Araştırmaya başlamak kolay oldu ancak süreç hayli zordu. Çünkü saha araştırmalarının en büyük zorluğu, zaman ve maddi kaynak, ne yazık ki bunun ikisi de bende yoktu. O nedenle zaman zaman geceleri seyahat etmek gündüzleri ise araştırma yapmak, bazen de arazide yatmak zorunda kaldım. Diğer yandan biricik oğlum Mehmet Niyazi’ye babalık görevimi yerine getiremedim. Kitap Temmuz 2014’de basıldığında oğluma baktım boyu benden uzun 19 yaşında bir delikanlı olmuştu. Yani araştırma gözyaşları, hasret, kısaca maddi ve manevi acıların sonucu ortaya çıktı.
Bunlardan pişmansınız deseniz oğlumun hasreti hariç hiç birinden pişman değilim. Zaten pişman olmadığımdan dolayı kitabın basılmasından bir hafta sonra bankadan kredi çekerek Tataristan, Çuvaşistan, Başkurdistan, Mari El ve Komi özerk cumhuriyetlerine yani Urallara gittim.
2- Hocam, bildiğiniz gibi, halı-kilim, arkeoloji buluntuları gibi etnografya eserlerindeki şekiller “sembol, motif, im” gibi kavramlarla ifade ediliyor, ancak siz damga kavramını kullanıyorsunuz. Bu bağlamda damga nedir, hangi özellikleri taşır ve bizlere neyin mesajlarını verir?
Damgalar, geniş anlamda bir dilin alfabeleri sosyal grupların tarihî mirası ve soyut anlatılar biçiminde tanımlanabilir. Damgalar bir nesneyi ya da nesneleri ifade etmenin ötesinde, daha çok insanla ilgili soyut dünyayı ifade eder.
Damga kavramı Türk-Moğol halkları tarafından kullanılmakta olup, damgaların nasıl oluştuğu konusunda kesin bir hüküm yoktur. Ancak genel olarak, kayalardaki işaretlerin, resimlerin zamanla damgalara dönüştüğü genel kabul görmektedir.
Damgaların kullanılma amaçları, isimleri ve anlamları hakkında ayrı bir çalışma yaptığım için şimdilik şu kadarını söyleyebilirim. Damga kavramı Türkçe olup Ruslara da Türklerden geçmiştir. Diğer Hint-Avrupa halklarında damga kelimesi olmadığı gibi onlar eşyalarında damga kullanmamıştır. Türkler damgalarla ülke sınırlarını belli etmek, eşyalarını belirlemek, boylarının işreti olması amacıyla kullanmışlardır.
Burada belirtmeden geçmeyeceğim, 24 Oğuz damgası yakıştırmadan ibaret olup Türklerin 24 değil binlerce damgası olduğu gibi o damgalara Oğuz damgaları demek de yanlıştır; çünkü o damgalar diğer Türk boylarında da var. Bu nedenle ben damgaları genel anlamda Türk damgaları olarak isimlendiriyorum.
Türk damgalarının en büyük özelliklerinden biri de bu damgalardan bazılarının zamanla Türklerin kadim Türk alfabesi meydana getirmiş olmalarıdır. Diğer yandan damgaların dinî kökenleri de vardır. Çünkü bilinen ilk damgalar yüksek yerlerde ve dinî törenlerin yapıldığı yerlerde karşımıza çıkıyor.
3- Koçbaşı damgası ve mezarlardaki damgaların anlamı ve önemi hakkında bizlere neler söylemek istersiniz?
Damgaların anlamları ve mitolojik kökenleri hakkındaki çalışmalarım devam ettiği için koçbaşı damgasının anlamı hakkında kısaca şunları söyleyebilirim.
Türkiye’de yapılan çalışmalarda koçbaşının “yiğitlik, erkeklik, üretkenlik” anlamları taşıdığı Türkiye’deki yazılı eserlerde ifade edilmektedir. Ancak ben koç ve koçbaşının tarihi ve dini anlamında da olduğunu düşünüyorum. Çünkü Hunlar hakkında yazılan eserlerde Hunlarda tanrılara kurban edilen hayvanların arasında en makbul olanı koçtu. Ayrıca Türkler’de kurban hayvanlarından özellikle at ve koç mezar taşı olarak da kullanılmıştır.
Koçbaşı damgası, kadimliği göz önünde tutulduğunda, Türk kültürünün bir mührü gibi bugün halâ Altaylar’dan Ön Asya ve Balkanlara kadar uzanan coğrafyadaki çeşitli mezar taşlarında, halı ve kilimlerde varlığını sürdürmektedir. Ayrıca Anadolu’da ananevi anlayışa göre, dokunan halı ve kilimlerdeki hâkim damga koçbaşıdır. Mezar taşlarındaki koçbaşı damgası, özellikle Doğu Anadolu mezarlarında yaygın olarak kullanılmıştır. Bu bağlamda, koç heykelinin en son örneklerini de Tunceli ilindeki mezarlıklarda görmekteyiz.
Türk halı-kilimlerinin genel karakteristik özelliğini koçbaşı damgasının oluşturduğunu düşünüyoruz. Rásonyi’ye göre de, Yenisey boylarında ve bir müddet Moğolistan’da yaşayan Kırgızlar’ın keçe cinsinden halılarının üzerindeki damgalar da koçbaşı damgalarıydı. Bu nedenle koçbaşının ve çok yaygın olarak koçbaşı damgası adıyla bilinen damganın Türk tarihinde özel bir yeri var.
Yapmış olduğum araştırmalara göre koçbaşı damgası âdeta Türklerin ortak imzasıdır. Çünkü bugüne kadar yapmış olduğum araştırmalarda her yerde bu damga en azından isim olarak “koçbaşı” ya da “koç boynuzu” olarak ifade ediliyor. Diğer yandan koç-koyun heykelli mezar taşlarını sadece Türklerde görüyoruz. Bu mezar taşlarının olduğu bir yer görürseniz bilin ki orada Türkler yaşamıştır.
Bu konuda Altaylarda, özellikle Minusinsk müzesindeki koç heykelleri konusundaki çalışmalarıyla tanınan Borisenko ve Khudyakov, şöyle der: “İnsan ve hayvanların (koç, koyun, aslan, at) taştan yontulmuş heykelleri eski Türklerin ana eserlerindendir. Bunun gibi anıtlar ilk defa 1722’de, D. G. Messerschmidt ve F. I. Strahlenberg tarafından Minusinsk bölgesinde bulunmuştur. Ayrıca Strahlenberg bunların Minusinsk Tatarlarının kültü olduğunu ifade eder. Çin kaynakları da koç, koyun, at ve insan heykellerini M.Ö. 1000 ilâ M. S. 1000 yılları arasında tarihlendirerek bu eserlerin eski Türklere ait olduğunu belirtirler.”
Rus ve Çin kaynaklarındaki yukarıdaki bilgilerin aksine koçbaşlarının tarihî gerçekliğinden haberdar olmayan ya da ilmi siyasete alet eden Cemşit Bender şunları ifade eder: “Kürt yerleşim merkezlerinde bulunan mezarlıklarda tanrılara kurban olarak sunulan koyun ve koç mezar taşlarına rastlanılmıştır. Erciş, Van, Ahlat, Dersim kentleri ile dolaylarındaki mezarlarda bulunan bu eserlerin bazıları Van Müzesi’ne teslim edilmiş, bir bölümü de okul bahçelerine ya da resmî dairelerin giriş kapılarına yerleştirilmiştir. Bu tür mezar taşları ile ilgili olarak derinliğine bir inceleme yapılmamıştır. Dersim’in Ovacık ilçesi Kozluca köyü mezarlığında bulunan iki koç mezar taşında, koçların gövdelerinde Güneş tanrısı Şimig/Şamaş’a âit semboller vardır. Şimig, günümüzdeki Kürtlerin ataları olan Hurrilerin güneş tanrısıydı. Daha sonraki dönemlerde Şamaş adını almıştır. Mezar taşlarının üzerinde, güneş sembolünün yanı sıra kılıç, yay, balta, tüfek, kama, makas, ibrik, süvari, insan tasvirleri, at, geyik, keçi, koç ve koyun gibi hayvan motifleri de görülmektedir”.
4-Etnografya eserlerinin, tarih yazımı ve kültür araştırmalarındaki yeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Türkiye’deki etnografya eserlerindeki şekil ve damgaları Anadolu tarihi ve coğrafyasıyla izah etmek pek mümkün değildir. Örneğin, saha çalışması yapılarak ve konu hakkında önceden yapılan çalışmalardan hareketle hazırlanan Tarihî Kaynak Olarak Sibirya Halkları Motifleri adlı eserde, Türkiye’deki etnografya eserlerinde görülen neredeyse bütün damga, şekil ve süs örneklerini görmek mümkündür. Hatta bu eserde, bölgeler günümüzde dahi İslamiyet ile tam anlamıyla henüz tanışmamış oldukları halde, Türklerin İslam dinini kabul etmelerinden sonra oluşan, özellikle de Selçuklu sanat anlayışıyla bağlantılı açıklanan ve Rumî sanatı olarak ifade edilen süsleme örneklerinden buralarda bolca bulunduğu görülmektedir.
Burke’nin tarihçiler için söylediği şu sözler önemlidir: “Tarihçiler, imgelerden yararlandıklarında bile, bunları kitaplarında yorumsuz bir şekilde kullanır ve tasvirlere sadece birer resim olarak yaklaşırlar. İmgenin metin içinde ele alındığı durumlarda, bu kanıtlar yeni yanıtlar sunmak veya yeni sorular yöneltmekten ziyade, yazarın başka yolla zaten varmış olduğu çıkarımları göstermek amacıyla kullanılır”. Burke’nin tarihçiler için ifade ettiği bu görüşler, aslında sosyal bilimlerde hâkim olan genel anlayıştır. Bu bağlamda sanat tarihçilerinin dahi etnografya eserlerinden yeterince faydalandığını söylemek mümkün değildir. Bann, ise “…bir imgeyle karşı karşıya geldiğimizde tarih ile karşı karşıya geliriz”der. Burke de çeşitli araştırmacılara yaptığı atıftan hareketle, “Kiliselere resimler kitaptan okuyamayanlar duvarlara bakarak okuyabilsinler diye konur” der.
Kültür tarihçisi Rothacker’in “her milletin, her medeniyetin kendisine göre bir üslubu olup hepsi de kendi üslubuna kuvvetle bağlıdır” ifadesi etnografya eserlerinin değerlendirilmesinde bize önemli ipuçlarını verir.
Türkler, zaman zaman dillerini, alfabelerini, dinlerini, fiziki coğrafyalarını, devletlerini değiştirmişler, ancak damgalarını değiştirmemişlerdir. Fakat tarihi süreç içinde zamanla damgalarına yeni ilaveler yapmışlar. Mesela yeni aileler ve oymaklar meydana geldikçe, yeni damgalar da kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle Türk tarihini ve sosyal coğrafyasını damgaları takip ederek öğrenmek ve yazmak mümkündür.
Sonuç olarak, etnografik eserler üzerindeki damgalar sosyal grupların tarihini taşıyan şifreler niteliğindedir ve günlük hayatta konuşulan dilden bağımsızdırlar. Bu dil, damgalara dayalı ayrı bir anlatım dili ve ayrı bir iletişim aracıdır. Hatta damgaların dili, alfabe ile ilgili (yazıyla ilgili) olan dilden her zaman önce gelir.
5-Hocam damgaların geleceği konusunda ne düşünüyorsunuz?
Türkler dünya tarihinde var olduğu sürece damgaların da olacağına inanıyorum. Çünkü geleneklerin özelliği ve damganın tarihi seyri bize bu bilgiyi veriyor.
6-Damgalar Türk Dünyasının kültür birliğine nasıl bir katkı yapabilir?
İnsanlar arasındaki duygudaşlığın en belirgin özelliklerinden biri ortak değerler ile bunların farkında olmaktır. Dolayısıyla Türk dünyasının ortak değerlerinden biri olan damgalar atlasını yazabilir ve bunu insanlarımıza anlatabilirsek Türk dünyasının kültürel birliğine önemli katkı yapmış oluruz. Mesela saha çalışmalarımda gördüğüm etnografya eserlerinin kimlere ait olduğu öğrenmek için bu damgayı niçin kullanıyorsunuz sorusunu sorduğumda herkes bu bizim geleneğimiz, kültürümüz diyordu. Genel olarak insanlardan bu kültür unsurlarının kökeni ve tarihi seyri hakkında bilgi sahibi olması beklenmez. Ancak konu hakkında araştırma yapanların bilmesi gerekir.
Eğer etnografya, arkeoloji ve kaya resimleri gibi maddi kültür unsurları karşılaştırmalı çalışıldığında Türk Dünyası’nın kültür birliğinin temel unsurlarını ortaya konmuş oluruz. Mesela Tunceli’deki koçbaşlı heykel ve balbalların tarih sahnesinde ilk görüldüğü yerlerin Altaylar, Şırnak, Hakkâri, Van, Antalya, Edirne veya Balkanlarda çeşitli eşyalar üzerindeki işaret ve damgaların kökeninin, Altay kaya resimleri ise kadim Türklerin arkeolojik eserleri olduğunu bilip bunları kamuoyu ile paylaşırsak Türk Dünyası’nın kültürel beraberliği için önemli adımlar atmış oluruz.
7- Hocam sosyolojiye âşık olduğunuzu biliyorum. Ancak sizi genelde tarihçi sanıyorlar. Bu sorun nereden kaynaklanıyor? Uzmanlık alanınız hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
Lisansım Fırat Üniversitesi Sosyoloji, yüksek lisans ve doktoram İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsündedir. Doktora tezim “Kültür Sosyolojisi Açısından Elazığ ve Ağrı Köylerinde Aileye, Evliliğe ve Sosyal Hayata İlişkin Gelenekler” dir.
Bilindiği gibi sosyolojinin çeşitli alt dalları var. Ben ise 1990’dan beri sosyolojinin alt dallarından uygulamalı sosyoloji, kültür sosyolojisi ve tarih sosyolojisi alanında çalışmalar yapıyorum. Bu zamana kadar 14 ülke ve 11 özerk bölgede kendi imkânlarımla araştırmalar yaptım. Bu bağlamda ben insanların geleneksel kültür yapılarıyla ilgili çalışmalar yapıyorum. Dolayısıyla bunların tarihi köklerinden haberdar olmadan çalışmalar yapmak köksüz ağacı tanımlamak gibi olduğundan kitaplarımda ve makalelerimde tarihi bilgilere olabildiğince yer vermeye çalışıyorum.
Yapmış olduğum sosyoloji çalışmaları, aslında rahmetli sosyolog Prof. Dr. Mehmet Eröz’den sonra unutulduğu için yani Türkiye’de sosyoloji çalışmaları genelde siyaset sosyolojisi ve popüler sosyoloji anlamında yapıldığından çalışmalarımdaki farklılık sebebiyle beni tarihçi sanıyorlar. Benim anlayışıma göre sosyoloğun ayaklarından biri sosyoloji diğeri de tarih üzerinde olmalıdır. Bunun yanında araştırmasının özelliğine göre sosyal bilimlerin diğer alanlarında da gezmesi gerekir.
Özet olarak disiplinler arası sosyoloji çalışmaları yapıyorum, kültür tarihini seviyorum, fakat sosyoloji ilk ve son aşkımdır.
8- Kimseden maddi destek almadan 14 ülke ve 6 özerk bölgede saha araştırmaları yaparak hazırladığınız kitabınız Temmuz 2014’de “Tarihin Sessiz Dili Damgalar” adıyla 18 yıllık çalışma sonunda yayınlandı. Damgalar hakkındaki araştırmalarınız bu kitap ile tamamlandı mı, yoksa yeni çalışmalarınız var mı?
Bahsettiğiniz çalışma benim için bir bakıma giriş kitabıdır. Amacım Türk kültür ve siyasi coğrafyasının önemli merkezlerinde araştırmalar yaparak Saha Özerk Cumhuriyeti’nden (Yakutistan) Alaska’ya geçmektir. Birde damgaların çeşitli Türk coğrafyasındaki adlarını ve mitolojik anlamlarını karşılaştırmalı olarak ortaya koymaktır. Kısmet olur da bunları yapabilirsem damgalar konusundaki çalışmalarımı tamamlamış olacağım.
9-Hocam verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim. Ancak soramadığım, fakat söylemek istediğiniz konular varsa onları da öğrenmek isterim.
Ben de ilgi gösterip bu mülakatı yaptığınız için size teşekkür ederim. Temel olarak söylemek istediğim şu olabilir. Bir sosyal konuda araştırma yapıyor ve kalıcı eser bırakmak istiyorsanız mutlaka diplinler arası bir çalışma yapmanız gerekir. Uzmanlık alanınız ne ise bir ayağınız onun üzerinde, diğeri de tarih üzerinde olmalıdır. Diğer yandan her sosyal olay bir sosyal ortamda meydana geldiği için sosyolojiyi görmezden gelemezsiniz. Yani herkesin benim gibi sosyolojiye âşık olması şart değil ancak sosyolojiyi görmezden gelemezsiniz.