Çağrı Bey’in Anadolu’yu keşfetmeye yönelik seferi; zamânı da, zemîni de aklaştıran bir görklü yürüyüş idi. Oğuz alp-erenlerinin ayak bastığı her karış toprak, kirinden arınıp “vatan” ulvîyetine terfî ediyordu.
On birinci asrın şafağında, Cihân târîhinin en mühim buluşması gerçekleşiyor, Türk’le Anadolu’nun nikâhı kıyılıyordu. Daha Malazgird muştusu gelmeden, o ulu zafer haberinden en az elli sene evvel, Doğu Anadolu “türkü” söylemeye başlıyordu.
Harran Ovası’na kadar uzanan bu “kopuz” tınlamaları, Ermeni asıllı târîhçi Urfalı Matheos’un kulağına da uğrayacak ve ona, Çağrı Bey serenadları yazdıracaktı. Çağrı Bey’in ve emrindeki Türk bahâdırlarının saçlarıyla, Türk atlarının yelelerini, adâletin ve insanca yaşamanın alâmeti sayan Matheos, bin yıl öncesinden gelen basîretli bir ses idi.
Türk’ün Anadolu’da göründüğü ilk ândan bugüne, bu topraklardaki serencâmını, öyle yalan ve dolanla sıkıştırılmış yarım atımlık barut, siler mi zannediyorsunuz? O zaman, veyl Türk’ü tanımayanlara…
Feryâd edenin murâdı, sesinin duyulması, derdine çâre bulunması mıdır, yoksa ortalığı velveleye vermek mi? Dünyâ harîtasında, bilhassa Türk’ün kulaklarına yakın yerlerde yükselen figânın, rengi ve kokusu hakkında muhtelif rivâyetler dolaşıyor.
“Mazlûm”un hüviyetine dâir tereddüd bulutları, vicdân ülkesini sarmalamış durumda. Bu vaziyet, şiddetli ağrı ve travmalara yol açıyor. Bunda, mağdûriyete abanmış sû-i istimâl bedenlerinin mühim payı bulunuyor. “Yardım” hâlet-i rûhîyesi üzerine kurulmuş iştah sofraları, sâdece bugünümüzü değil, mâzî ve istikbâle dönük bünyeleri de pusulasız kılıyor. Art arda gelen feryâd katarları, hızı kesilmeyen yardım kampanyalarına sebep olurken, niyet şampiyonasına yapıştırılan “şike” damgalarını âşikâr eyledi.
Türk-İslâm yaşayışının temel taşlarından biri, elbette, yardımlaşma harcı ile karılmış. Lâkin yardım havuzunu bulandıran, şüyûu vukûundan beter lâf kalabalığı, bizi en nâzik yerimizden yaralıyor.
Mes’ele, yalnız kötü niyetlilerin tesbît ve teşhîri ile halledilebilseydi, iş kolay olurdu. Esas sıkıntı, bu teşhîre vesile “kem-zâd”lar yüzünden, hakikî ihtiyaç sâhiplerinin yardım alamamasıdır. Cemiyet hayâtımızın altına, kocaman bir çukur açıldı.
“Fevrî” duruş ve davranışların makbûl, hattâ mecbûrî olduğu ânlar, yerler vardır. O esnâda bu fevrîliği gösteremeyenlere, sonraki demlerinde, ancak hayıflanmak düşer. Fakat aynı düz mantıkla, fevrîlikten sür’atle ve kat’îyetle kaçınılacak zamanları, mekânları da göz ardı etmemeli. Mes’elenin nezâketi, bu sınırı koyup uygulayabilmekte yatıyor.
En olmadık toplantıda, seyiricisi bol kalabalık içinde ve en ciddî vaziyet alışlarda sarf edilen sözlerle takınılan tavırlardaki fevrîlik, sâhibini teğet geçse de, temsîl ettiği milletle devleti ucuz bahâya pazarlar.
“Devlet adamlığı”nın okulu yok. Hoş, olsa bile, bu iş okulda değil, dimâğda ve damarda öğrenilir. Bunun hakkını verenler, ağızlarından çıkan her harfi, hassas kuyumcu terâzilerinde tartarak kullanırlar. Zîrâ, devlet adamının hatâya düşme hakkı, lüksü, gasp edilmiştir.
Karacaoğlan’ın meşhûr mısrâında dillendirdiği gibi, “taş, düştüğü yerde ağır”dır…En azından, buna inanmak ihtiyâcındayız…