Din ve kültür târihimizin en etkili ve renkli alanlarından biri de tasavvuf ve tarîkatlarla ilgilidir. En kısa târifiyle tasavvuf ahlâktır, gönül terbîyesidir, ruh temizliğidir. İnsanın iç dünyâsının güzelleşmesi ve netîcede Allâh’a âşık olmasıdır. Bu noktaya yükselebilmek için gönül adamlarının buldukları çârelere, gösterdikleri yollara da tarikat adı verilmektedir. Çünkü Allâh’a âşık olmanın yolları sonsuzdur. Çünkü insanın yaratılış modelleri, mîzaç ve tabiatları, sonsuzdur. Herkesin kendi özellikleriyle Hakka ulaşabilmesi için değişik usûl ve yolların olması gerekir, bu da tarîkatdır. Tasavvufda ana cadde bellidir, temel hedef ortadadır; iyi bir mü’min olmak. Bunun için kullanılan araçlar ise farklıdır. Tarîkatların çokluğu bu gerçekle ilgilidir.
Sırrî (k.s) hazretleri şöyle dedi: Peygamberimiz (s.a.v)’i rüyamda gördüm ve kendisine şöyle sordum. “Ya Resûlallah (s.a.v) tasavvuf nedir?” Cevâben şöyle buyurdular: “Dâvâyı terketmek; mânâyı fehmetmektir.”
Erbâb-ı tasavvufa vâcib olan dâvâyı terketmek, mânâyı da fehmetmekdir. “Sudûr-ül-ebrâr, Kubûr-ul-esrâr.”, “İyilerin gönülleri, sırların kabirleridir” fehvâsınca bütün büyüklerimiz, ehil olmayanlardan ve ağyârdan (câhillerden) Hakk’ın sırlarını saklamışlar, setretmişlerdir. Ve sanki ondan habersizmişcesine bilgisiz gibi davranmışlardır. İşte bunlar (câhiller) ağyâr-ı beşeriyyetin hazzını aşamayanlardır. Erbâb-ı tasavvuf ise, beşer üstü mânevî hazlara sâhib olanlardır.
Hem öyle zevk ki, bu mertebede olan kimse, Hak’tan başkasını görmez. İşte hakîkatde tasavvuf: İnsanın her şeyiyle, hem zâhiren, hem de bâtınen Allah ile olan bağlantısını kurmasıdır. Bir âşık, zâhirî ve bâtınî olarak rü’yet-i halkı iskât eylese yâni, halkı görmeyi terk etse, Hakk’ın sırrına lâyık olur. Ve nûr-u ilâhîde fenâ bulur. Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) Hazretlerine tasavvufun ne olduğunu sordular, o da cevâben: “Tasavvuf; nefsin, Allâh’ın vahdetinde fenâ bulmasıdır” buyurdu. Sâhib-i tasavvuf, bu fenâya erdikten sonra hakîkî mutasavvıf olur.
Ebû Muhammed el-Harîrî (k.s): “Tasavvuf, yaratılmış olan şeylerin alçaklığından kurtulup, Allâh’ın övdüğü şeylerin dâiresi içerisine girmektir” buyuruyor. (İsmâil Ankaravî, Minhâcul- Fukarâ,s-260)
Tasavvuf; her dînin veya her felsefî düşüncenin ideale yöneliş esâsını teşkil eder. Kâli hâle tebdîl, şekliyle ifâde edilen tasavvuf, İslâm dîninin ihtivâ ettiği bilgi sisteminin kuvveden fiile, yâni kâlden-hâle, nazariyeden- ameliyyeye dönüşüdür.
Mes’eleye bu açıdan baktığımız zaman, tasavvufa bir menşe’ aramak yerine, her dînin kendi bünyesinden neş’et eden bir tasavvuf anlayışının mevcûdîyetini düşünebiliriz.
Tasavvufun sâbit esaslarını iyi tesbit etmek yerinde bir davranış olur. Bu esaslar İslâm tasavvufunda Kitap ve Sünnet istikâmetinde gerçekleşmiştir. Tasavvuf aynı zamanda sosyal bir hâdisedir. Bu yüzden onu fikrî ve şeklî bir tarzda düşünmek lâzımdır.
Peygamber (s.a.v) Efendimiz zamânında İslâmî ilimlerin esasları bizzat mevcut olmakla berâber, ihtiyaç hissedilmediği için tedvin edilmemiştir. Yâni, fıkıh ilmi, kelam ilmi, tefsir ilmi ve hadîs ilmi ismiyle müdevvin ilimler yoktu; fakat fıkıh, kelâm, tefsir ve hadîs bizzat mevcuttu. Bu ilimler asr-ı saadetten sonra ihtiyâca göre zamanla tedvîn edilmişti.
Tasavvufun müstakil bir meslek olarak ortaya çıkışı, yaşanan İslâmî hayâtın, zaman geçtikçe eski gücünü kaybetmesinin, zühdî hayâtın zayıflamasının bir neticesidir. İslâm tasavvufunun zühdî hayâta verdiği önem, bu ilmin temel esâsının “mâsivâ” ile kalbî alâkanın kesilmesi tarzında gerçekleşmesini sağlamıştır. Allâh’ın gayri manâsına gelen“mâsivâ” kelimesi, tasavvufun en önemli ıstılâhıdır. “Mâsivallah” (Allah’dan başka her şey) insanı Hak’tan uzaklaştıran, rûha karşı nefsi besleyen bir puttur. Tasavvufta Allâh’a kul olmak âzâdeliktir, hürriyettir.
“Dil esirin olduğu günden beri âzâdedir.
Masîvâya bağlanır mı bağlanan vicdan sana” (Muallim Nâci)
Hakk’a kul olmanın gerçekleşmesi (Seyr ü sülûk) “mânevi yolculuk” ile mümkündür. Mânevî olgunluğa ermek için bâzı prensiplere riâyet etmek şarttır. Hiçbir şey kendiliğinden meydana gelmez. “Okunmadan âlim, gezmeden seyyah” olunmadığı gibi mücâdelesiz ve murâkabesiz de sûfî olunamaz.
İnsanlar meşreplerine, fıtrî yapılarına ve karakterlerine göre üç tarzda bu yolculuğu gerçekleştirebilirler. Tasavvuf Istılâhında bu yollara “Tarik-i-ahyâr”, “Tarik-i- ebrâr”, “Tarik-i-Şuttâr” ismi verilmiştir.
Tarik-i ahyâr; namaz, oruç, Kur’ân tilâveti, hac, cihad gibi ibâdetlere müdâvemetle meydana gelen bir mânevi yolculuk şeklidir. Bu meşrebde olanların gâyeye ulaşmaları diğerlerine nisbetle uzundur.
Tarik-i ebrâr; mücâhede ve riyâzet ashâbının yoludur. Ahlâk-ı zemîmeyi, ahlâk-i hamîdiye tebdile cehd etmek için mücâhede etmektir.
Tarîk-i Şuttâr; şevk, iştiyâk, zikir, fikir ve şükür yoludur. Bu yolun sâlikleri nefsi tezkiye ve rûhu tasfiye ile meşgul olur. Bu tarîkin usûlü “usûl-i aşere” (on usûl) tarzındadır. Bu on esâsa riâyet ile mü’min (yolcu) vasıl olur, ulaşır. Bu on esas kısaca şunlardır.
- Tevbe: Ölüm vaktinde olduğu gibi, mâsivâyı terktir. Ölmeden önce ölmektir. Buna Tasavvuf ıstılâhında “mevt-i irâdî” denir.
- Zühd: Dünyâ ve içindekileri insanın ölüm ânında terk ettiği gibi bırakıp, onlardan yüz çevirmesidir.
- Tevekkül: Zâhirî sebepleri insanın son nefesinde terk ettiği gibi terk etmesidir.
- Kanâat: Nefsâni olan şehvetleri ve istekleri, insanın ölüm ânında terk ettiği gibi, hayatta iken terk etmesidir.
- Uzlet: Ölüm zamânında kişinin, insanlarla alâkasının kesilmesi gibi, yârdan ve ağyârdan kalben uzaklaşmaktır.
- Allâh’a teveccüh: Ölüm ânında olduğu gibi, Allâh’ın gayrinden yüz çevirmektir.
- Sabır: Kişinin ölüm ânında mücâhedesiz terk edeceği nefsâni hazları, mücâhede ile terk etmektir.
- Rızâ: İnsanın kendisini ezelî hükme teslîm edip, Hakk’ın hoşnutluğuna nâil olma kasdıyla, nefsinin rızâsını terk etmesidir.
- Zikir: Ölüm vaktinde olduğu gibi, yaşarken Allâh’ın gayrinin zikrini terktir. (Allah’dan başkasını anmayı terktir.)
- Murâkabe: İnsanın ölürken terk ettiği gücünü, ölmeden önce terk etmesi; güç ve kuvvetin sâdece Allâh’a âid olduğuna inanmasıdır.
Tasavvufun temel esâsının, nefse haz veren şeylerden uzaklaşmak ve rûhunu rehine verip, cesediyle yaşayan insan durumuna düşmemek olduğunu ifâde edebiliriz. Bu temel esas üzerinden hareket edilerek mücerred bâzı prensiplerin zaman süreci içinde gelişerek bugüne kadar geldiği açıktır.