Tebliğ, temsilin sermayesidir. Tebliğ edilecek bir dizge yoksa temsilin de varlığının sorgulanması çaresizdir. Tebliğin itibarını tayin eden şey ise maalesef temsildir. İnsan, tabi olmayı düşündüğü, aidiyet hissetmek arzusunda olduğu tebliğ ile evvela temsilde karşılaşır, onu temsil vasıtasıyla tanır. Temsil makamı, tebliğin muhtevasına sadık kalmak ve vakıf olmak suretiyle görevini son derece başarılı bir şekilde yürütebilir. Makam ve görev kelimelerini aynı cümlede kullanmış olmamız okuyucuyu şaşırtmış olabilir fakat biz inanıyoruz ki; makam, onur veya şeref değil, görevdir. Değilse temsilcinin zamanını bulunduğu mevkide harcamasının -bize göre heba etmesinin- getireceği tek sonuç, ancak ve ancak temsiline çalışılan tebliğe çalınacak kara bir lekeden ibaret olacaktır. Yani doğru olsun, eğri olsun onun ihtiva ettiklerine zarardır. Temsilde hata yahut eksiklik varsa, temsilci, tebliğle donanmadıysa, tebliğin her zerresini nakış nakış ruhuna ve bedenine işlemediyse, hayatını tebliğ üzere şekillendiremediyse, kendisine tanınan yeterli sürede mevzu hedef kitle üzerinde beklenen akseptansı geliştiremediyse, tebliğ kusursuz dahi olsa tüm bu menfi gelişmeler ışığında doğal olarak muhataplar tarafından kusurlu bulunur. Kusur aramanın günümüzün rağbet gören gayriresmi mesleklerinden olduğu hatırlanacak olursa temsil hadisesini gerçekleştirmesi istenilen mümessillerin liyakat ve uzluk sahibi olmalarının önemi de ufak çaplı bir beyin jimnastiği ile hızla kavranacaktır.
Dünya nüfusu yürek burkan onca toplu ölüme rağmen hızla artmaktadır. Bu da herhangi bir sosyal zeminde temsil misyonunu üstlenebilecek fertlerin nicelik bakımından artış göstermesi demektir. Ne yazık ki niceliğin artması, temsil misyonu için alternatifleri bollaştırırken, bu alternatifler arasından temsil işini gerçekleştirecek doğru kişinin ya da kişilerin, seçilmesini zorlaştırmaktadır. Şöyle ki; makama görev heyecanı ve sorumluluk bilinci ile teslim alınan bayrağı bir adım ileri taşıma, topluma faydalı olma, ardında eser bırakma ve en önemlisi “… kubbede bir hoş sada…” bırakabilmek gibi halis dilekler taşıyan temsilci adaylarının yerine, makam boş kalmasın, ben doldurmazsam bir başkası dolduracak, benden iyi mi yapacaklar, özgeçmişime yazarım, ileride torunlarıma anlatırken kabarırım, bu merdiven itibara tırmandırır, belki kaymağını da yerim, söz sahibi olurum, alaka görürüm, protokolde anılmak ön sıralara konuşlanmak, önde yürümek beni memnun eder… gibi fani heva ve heveslerin peşine fazlasıyla düşen, temsil makamının ağırlığını ömrünün hiçbir baharında kaldıramayacak temsilci adaylarının gelmesi ve bu zevatın, bulunduğu makamın gerektirdiği üzere basamak olup inanılanı yükseltmek varken, inanılanı basamak edip yükselme gayesi taşımasından mütevellit tebliğ, hedef kitleye doğru aktarılmayacak, umulan etkiyi yaratmayacak ve hatta evvelce de ifade ettiğimiz gibi üzerine kara leke çalınacaktır.
Yalnızlık, insanın vitrinidir. Vicdan terazisinin ne denli hassas tarttığı ancak insan yalnızken anlaşılabilir. Topluluk önünde icra edilen göstermelik işlerin, atılan doğrucu nutukların samimiyet bağlamında hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Elbette kınanmak istemeyen fert, toplum içinde, toplum önünde, ahlakın gerektirdiği gibi davranacak, kendisini buna göre sergileyecektir. Örneğin muhtelif kanatlardan politikacıların neredeyse tümü eline mikrofonu aldığında daima doğruyu zikreder ama doğrunun tatbikine çalışanların sayısı üç elin parmağını geçmez. Yanlışı haykırsa kınanacaktır fakat yanlışı icra ettiğinde elinde algı yönetimi gibi bir koz vardır ve buna güvenmektedir. Algı yönetimi ise çoğu zaman işi kotarmaktadır. “Pekala, bunun konumuzla ilgisi ne?” sualini zihninden geçirenlere cevabımızı ilişkiyi kurarak vermeye çalışalım. Az önce saydığımız heva ve hevesleri had safhada olan adayların, göreve -kendilerince makama, yani onur, şeref ve ikbale- talip olurken sergiledikleri gölge kişilikler, paydaşları nazarında onların bu işe layık olduğu düşüncesini oluşturmaktadır. Politikacı örneğinde de olduğu gibi bu gölge kişilikler insanın kendini satmasının, kendini pazarlamasının son teknoloji çıktılarıdır. Üzülerek müşahede ediyoruz ki mukaddes diye anılan davaların dahi temsilinde, tebliğin muhtevasına aykırı, Kiramen Katibin’in dahi kaydederken hicabından kalemini titreten yığınla kayıt bulunmaktadır.
Fransız düşünür Lucien Romier: “Tebaayı hükümdara bağlayan sadakat adlı tabii devlet perçini ortadan kalkınca, millet kendi şuurunu işletip vecde getirmek, kaderini aydınlatmak için, ideolojiye sarıldı.” demiştir fakat sanıyoruz ki müellif, günümüzü tetkik ve tahlil edebilme şansına erişmiş olsaydı bu satırları kaleme alma iştiyakını kendinde göremezdi. Bir zamanlar kurtuluş kapısının anahtarı olarak görülüp kuramsallaştırılan, kitleleri peşinde sürükleyen ideolojilerin bugünkü temsilcilerinin, savunduğunu iddia ettikleri ideolojinin muhtevasına vukufiyeti hayli düşüktür. Uğruna yükses sesle antlar içtiği ideolojisinin yemin metninde geçen mefhumlara dahi yabancıdır ve buna bağlı olarak da temsil makamını işgal eden bu şahıslar netice itibariyle ne ideolojilerin ne de ideallerin gerekliliklerine sadık kalmaktadır. Aksini, yani varsa müstesnaları elbette tenzih ediyoruz. Dileğimiz odur ki iş bilene, kılıç kuşanana verilsin.
Orada olmak var, oraya layık olmak var vesselam…
(Temmet)