İsmail KÜÇÜKKILINÇ
Alman Parlamentosu’nun -bir iki istisnayla- ittifakla aldığı kararla 1915 Ermeni Tehciri’ni “soykırım” olarak tanıması beklenen bir neticeydi. Yahudilere yapılanlardan dolayı “soykırım” suçundan “mahkûm olmak” sadece Almanya’nın değil, tüm Avrupa’nın ve Hristiyanların taşımakta zorlandıkları bir yüktü. Her ne kadar Almanya’nın “soykırım”la mahkûmiyeti Alman devletinin ve milletinin Avrupa ve dünya nezdinde itibarını ciddî mânâda zedelemiyorsa da “biriciklik”ten, “tekillik”ten kurtulmak da az bir şey değildir.
Ermeni Tehciri ile Yahudi Holokostu/Soykırımı arasında bir ayniyet ya da benzerlik arama çabası, eli kanlı olanların “yalnızlıktan kurtulma”, kendilerine ortak, hatta “rehber-örnek” arama temennisinden; Alman meclisinin aldığı karar da bunun gerçekleşebileceği tesellîsinden başka bir şey değildir.
Ermeni Tehciri kararı, İTC idaresinin ve Talat Paşa’nın Türk Milleti’nin yok oluşuna hiçbir surette izin vermeme azminin neticesi aldıkları yerli, millî ve hayatî bir “beka-karar”dır. Türk Milleti’nin ve memleketinin mevcudiyetini muhafaza ve müdafaa kararı, bu kararın hayatiyet ve katiyet kesbettiğini iliklerine kadar hisseden Müslüman İttihadçı bir ekibin işidir ve bunun şerefini Almanlara tevdi etmek hiç kimsenin haddi ve hakkı değildir.
Tehcir, bir ıztırar haliydi ve müracaat edilmemesi halinde bugün ne Türk Milleti’nden ne de Türkiye’den söz edilebilecekti.
Tehcir kararı; inancımız odur ki ne salt bir askerî gerekliliğin, ne Ruslarla hareket ve onlara yardım eden Ermeni komitacıların faaliyetlerine karşı meşru müdafaa düşüncesinin ne de ikmal hatlarını garantiye alma endişesinin neticesidir. Tehcir, zikredilenlerin de az veya çok tesirinin olduğu, ancak bunları da aşan daha büyük bir tehlikenin, korkunun tacil ve tevlit ettiği bir karardır.
Tehcir kararını alan İttihadçıların Rumeli kökenli-bağlantılı oluşları ve bahusus 93 Harbi ve Balkan Harbi esnasında yaşananları unutmamaları dikkate alınmayıp tehcirin sıradanlaştırılarak askerî bir tedbir derekesine tenzili, karar vericisinin de Almanlar olduğu iddiasıyla mesuliyetin Almanlara tahmil ve tevdii, travmatik bir aşağılık kompleksinin tezahürü olsa gerektir.
93 Harbi ve Balkan Harbi, hedef alınanın sadece Osmanlı Devleti ve onun hüküm ve idaresindeki topraklar olmadığını, aynı zamanda Müslüman nüfusun da olduğunu gösterdi. Her iki harpte, bilhassa Balkan Harbi’nde yaşanan vahşet aslında yok oluşa bedel bir ağırlıktaydı.
Osmanlı’nın 5 asırda canına kıydığı Hristiyan nüfusu, Balkan İttifakı’nın üç ayda katlettiği Müslüman nüfustan kat be kat daha azdı. Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar vahşette hiçbir hudut tanımadılar. Türk Milleti’nin namusu dünya tarihinde var olduğu günden Balkan Harbi’nin başladığı güne kadar maruz kalmadığı oranda bir tecavüze 3 ay içinde maruz kalmıştır.
Kavala, Drama, Serez, Gümülcine, Langaza başta olmak üzere etnik Türklerin de yoğun bulunduğu hemen her yerde Müslümanlar, kadınlar kelimelerle ifade edilemeyecek iğrençlikte kirletildiler. Bu süre zarfında Müslüman kadınların yaşadığı tecavüz aslında Osmanlı Devleti’nin de Türk Milleti’nin de yok oluşu demekti. 93 Harbi’nde de Balkan Harbi’nde de Müslüman namusunun kirletilmesinde rekor kırılmıştır.
93 Harbi ve Balkan Savaşı, hedefin sadece Osmanlı ve idaresindeki topraklar olmadığını, aynı zamanda Müslüman nüfusun da olduğunu gösterdi.
Rumeli’de sadece toprak kaybedilse, Müslüman nüfus katliam ve tehcirden masun kalabilseydi bugün çok daha farklı şeyler konuşuyor olabilirdik. Rumeli’de yaşananların Anadolu’da da yaşanmaması için artık hiçbir sebep kalmamıştı.
Bir Fransız’ın Osmanlı Devleti’ndeki alacağının tahsili için donanma gönderen, Berlin Anlaşması gereği Karadağ’a bırakılan Müslüman topraklarının teslimine karşı çıkan Arnavutları tedip için donanma gönderen, Balkan Harbi esnasında güya İstanbul’da askerin gayrimüslimleri kesmesine mani olmak için donanma gönderen, bir yerde 40-50 gayrimüslim komitacı tenkil edildi diye donanma gösterisi yapan, şayet Müslümanlar Balkan İttifakı’nın yaptığı katliamın çok azını yapsa en güçlü donanmayı göndermesi muhakkak olan Avrupa, Müslümanların maruz kaldığı inanılmaz vahşete karşı değil donanma, bir kınama mesajı bile göndermemiştir.
Balkan hezimetiyle Rumeli topraklarında artık hiçbir hak iddia edemeyeceğimiz netleşmişken bile Avrupa hiç olmazsa tecavüz ve katliamların devamına mani olabilirdi, olmadı. Balkan Harbi’ne, hezimetine yoğunlaşmadan sonraki hiçbir hadiseyi izah edemeyiz. Talat Paşa ve İttihadçılar, Balkan Harbi’nin mesajını çok iyi anladılar. Artık ne Türk Milleti’ne hayat hakkı tanınacak, ne de onların üzerinde yaşayacakları bir toprak parçasının onlara aidiyeti kabul edilecekti. Benzer bir durumda Ege’de Rumlar, Doğu’da da Ermeniler, Rumeli’deki dindaşlarından daha merhametli olmayacaklardı. Talat ve İttihadçılar, Şubat 1914’teki Yeniköy Anlaşması ile mesajın hiçbir şüpheye yer vermeyecek netliğe kavuştuğunu gördüler. Talat’ın içki ve kumar masasındaki arkadaşları olan Ermeni liderlere yalvarması-yakarması da fayda etmedi. Talat, eline bir imkân ve fırsat geçtiğinde 1913’te Ege’de Rumlara yaptığı ve bir iki istisna hariç kimsenin burnunun kanamadığı göçürtmeyi Ermenilere de yapacaktı.
Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak yapıp I. Dünya Harbi’ne girmese, tarafsız kalsa, malî ve askerî açıdan yardımsız kalacak, Anadolu topraklarını işgal edecek Ruslarla birlikte harekete hazır Ermeni komitacılar, 93 Harbi’nde ve Balkan Harbi’nde ne yapıldıysa aynısını hatta belki daha da fazlasını yapmaktan kaçınmayacaklardı.
Talat, bir bölgede isterse Müslümanlar çoğunluğu teşkil etsinler, az bir gayrimüslimin varlığının o yerin Müslümanlardan alınması için yeter sebep kabul edildiğini yaşayarak görmüştü. O, zaten böyle bir neticeye mani olmak için Ege’de belli bir orandaki Rum göçürtmesine “yol vermişti”. O ve arkadaşları Almanya ile ittifak yaptıysa, Almanya safında harbe girdiyse bunu Almanya’nın menfaati için değil kendi bekaları için yaptılar. Almanya bu ittifakla neyi amaçlamış olursa olsun, İttihadçılar sadece kendi bekalarını hedeflemişlerdi. Elbette müttefikler birbirine yardım etmiştir. Elbette bazı askerî kararların inisiyatif, tatbik ve icrası Almanlara bırakılmıştır. Ancak hiçbir şey bizim beka kaygısıyla hareket ettiğimiz gerçeğini değiştiremez.
Tehcir, bir ıztırar haliydi ve müracaat edilmemesi halinde bugün ne Türk Milleti’nden ne de Türkiye’den söz edilebilecekti.
Tehcir, Ermeni nüfusunun yok edilmesini değil, Müslüman nüfusunun homojenliğini ve bekasını hedef alıyordu. Ermeniler, mevcut nüfuslarıyla meskûn ama azınlık oldukları toprakların kendilerine verilmesinin normal ve meşru kabul edildiği bir çağda yaşadıklarını, yapacakları tek şeyin ortam müsait olduğunda Balkanlı Hristiyanların yaptığı gibi Müslümanları katletmek, yok etmek, en iyi ihtimal tehcir etmek olduğunu biliyorlardı. Osmanlı Devleti içinse homojenliği sağlamanın tek yolu yok etme değildi, bunun için tehcire müracaat edilmiştir.
Türk Milleti’nin ve memleketinin bekasını temin eden tehcir kararının şerefini Almanlara tevdi etmek onmaz bir aşağılık kompleksinin tezahürüdür. Bu kompleksle malul olanlar aslında bilinç ya da dilaltlarında tehciri “soykırım” suçuyla özdeşleştiren, tehcir kararını Almanlar aldı diyerek dolaylı olarak kabul ettikleri “soykırım” suçunun da esas sorumlusunun Almanlar olduğunu ispatladıklarını ve böylelikle büyük bir yükten kurtulduklarını zanneden gariplerdir. Allah akıl-fikir-basiret versin.
Kendisinin “soykırım” uyguladığını kabul eden bir devletin tanımayacağı “soykırım”(!) mı var ki?
Not: Yollarda vuku bulan ve bir Müslüman’ın asla ve kat’a kabul edemeyeceği denaet ve şenaate imza atan her kim olursa olsun katildir, zalimdir; İslam’dan bî-behre ve bî-nasiptir.
—————————————————–
11.06.2016, http://www.karar.com/gorusler/tehcir-turk-milletinin-beka-tapusudur-154562#