Hakan POYRAZ
Türkiye Günlüğü’nün 50. Sayısının (Mart- Nisan 1998) kapağında, milliyetçilik için kullanılan altbaşlık şöyleydi: “Telâffuzu kolay, grameri zor bir dil.”
Teşbihte hata olmaz (lâ teşbih bilâ temsil). Fakat milliyetçilik eğer dile benzetilecekse, gramerinden ziyade telâffuzunun sıkıntılı olduğu söylenmelidir. Zira bu dil, yani milliyetçilik, zaman zaman telâffuz hatasından kaynaklanan anlam kaymaları, kimi zaman şive bozuklukları, bazen de kelimeye yapılan yanlış vurgu ve eksik telâffuz sebebiyle yanlış okunmaktadır. Belki de telâffuz hatalarının en önemlisi, milliyetçilik ile eşsesli görünen fakat eşanlamlı olmayan ırkçılık, kavimcilik, kafatasçılık vb. gibi kelimelerdir.
Milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkelerinden olmasına rağmen, yakın tarihimizde Türk milliyetçileri, ‘ırkçı’, ‘turancı’, ‘kafatasçı’, ‘faşist’ gibi suçlamalar nedeniyle oldukça sıkıntılı bir dönem geçirmişler ve hâlen de aynı yaftaları taşımaya devam etmektedirler. Oysa dilbilimde eşsesli olan kelimelerin eşanlamlı olması gibi bir kural yoktur (sinonim olanlar homonim değildir) Buna rağmen diline bu kelime değdiğinde kendini çarpılmış gibi hisseden etnik, dinî ve ideolojik kompleksli kişiliklerin kelimeye yapmış oldukları duygusal tonlamalar nedeniyle telâffuz ve okuma hatalarından kurtulmak oldukça güç gibi görünmektedir. Gerçi milliyetçilerin bir çoğunda kendilerini ifadede yine bir takım telâffuz sıkıntıları bulunduğu da söylenebilir.
Yaşadığımız fikir coğrafyası, kavramların sorgulamasını şiddetle yaşamakta fakat1 tartışmadaki gürültü yoğunluğu, anlamdaki yoğunlukla ters orantılı olduğundan kavramın anlamıyla kavram arasında derin uçurumlar oluşa- bilmektedir. Bu tür bir ortamda o kavramın efradına cami, ağyarına mani bir tanımını yapmak oldukça hemen hemen imkânsız olmaktadır. Ö- zellikle dünyaya bakış biçimimizi ve temel duruşumuzu gösteren kavramlar ideolojik bir renge büründüğünden kavram, özü (mahiyeti) itibarıyla değil o kavramın bizde uyandırdığı emosyonlar (heyecan yüklü duygu bildirimleri) ile tarif edilmek istenmektedir. Böylece kavram ile kavramın medlûlü (delâlet ettiği, gösterdiği) arasında bir bağ kurmaktan ziyade kavram, kişinin duygularını açığa çıkartan bir anahtar rolü oynamaktadır. Bu duygusal tanımlamalar, “ikna gücü yüksek” ses tonlarında vıcık vıcık “ideolojik” bir renk kazanmaktadır. İşte “milliyetçilik” de, bir kavramı anlaşılır kılmaktan ziyade, o kavram karşısındaki tutumumuzu ifade etme eğilimimizden nasibini alan kavramlar dağarcığından bir kavramdır.
İdeolojinin at gözlüklerine hapis olduğumuzda, muhteva ile değil şekil ile, kavramlarla değil sloganlarla konuştuğumuz ve milliyetçiliği siyasi ve ideolojik bir jenerikle algıladığımız zaman, hayallerimizi ve vehimlerimi bu kelimeye yüklemiş olacağız. O zaman da ‘milliyetçi’ kelimesini duyan ideolojik at gözlüklü birisi, irreel korkularını bu kelimeye yükleyerek onu faşist, turancı, kafatasçı, kavimci (ve hatta mafya) gibi kelimelerle eşdeğer görecektir. Ya da sosyal-ekonomik-kültürel bakımdan millet gerçeğinden ve dünya konjuktüründen bîgâne, ütopik bir milliyetçi, ayakları yere değdiğinde nasıl bir şokla karşılaşacağını bilmeden gerçek üstü bir dünyada, -‘mış’lı bir masal aleminde yaşamaya devam edecektir.
Yine burada milliyetçilerin telâffuz hatalarından kurtulmak babında, diğerlerine göre bir şansı bulunmaktadır. Bu fikri yoğuran, ya da başka bir ifadeyle, milliyetçiliğin gramerini oluştururken onun imlâ kılavuzunu da hazırlayan Z. Gökâlp, Y. Akçura, H.Z. Ülken, N. Topçu, R. Oğuz Arık, O. Turan, E. Güngör, S.A. Arvasî, N. Köseoğlu, Y. Özakpınar ve onlar gibi bir çok milliyetçi aydının ideolojik zemine düşmeksizin milliyetçiliğin sadece ne olduğu değil aynı zamanda nasıl olması gerektiği yani milliyetçiliğin ahlâkî zemini hususunda da görüş beyan etmişlerdir. (meselâ, H. Ülken’ in “İnsanî Vatanseverlik”, N. Topçu’nun özellikle “İradenin Davası” ve “Ahlâk Nizamı”, O. Turan’ın “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi”, “S.A. Arvasî’nin “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz” gibi eserlerinde.)
Milliyetçilik kendisine atfettiğimiz anlamları açısından telâffuzu güç bir kelimeye benziyor demekten kastımız da bu idi. Yani milliyetçilik, arkasındaki psikolojik, toplumsal, tarihî ve kültürel mahiyet alanı gözden kaçırıldığı takdirde, ‘sözde’ bir konuşmaya yol açacağından hemen herkesin kolayca konuşabildiği bir kavram değil. Aslında bu durum kelimenin (milliyetçiliğin) çekirdek anlamı açısından değil fakat ‘anlam’ teriminin yan, sosyal, etkileyici, yansıtıcı, çağrışımsal ve tematik olmak üzere farklı kullanımlarından kaynaklanıyor. Oysa farklı kullanımlara rağmen anlam kavramının merkezini gerek dilbilim ve gerekse dil felsefe açısından çekirdek ya da asıl anlam olan bilgisel (bilgi sağlayıcı) ve kavramsal anlam oluşturur. Kavramsal anlam (meaning ya da sense): mantıksal, bilişsel veya anlam için kullanılır. Diğer anlam türleri, duygu değeri taşıyan çağrışımsal anlam ve asıl anlamı çevreleyen yan anlamlardır ve her halükârda anlam teriminin geniş anlamda değil, bilgisel anlamda incelenmesi, bilgisel olmayan duygusal anlamı konu dışında bırakmaktadır. Bu manâda ‘bilgisel anlam’a önermede rastlayabiliriz. Her dil ifadesinin her sembol ve işaretin bir anlamı vardır. Dilin en küçük anlamlı birimi olan kelime, hem bir şeyin (nesnenin, ismin, kavramın, vs) göstergesini, hem de o şeyin manâsını içinde barındırır. Dolayısıyla kavram, aynı zamanda bir muhtevaya sahiptir. Bu muhtevayı gerçekliğin tecrübesi oluşturur. Kavram bir gerçekliğe işaret eder ve bu işarete gösterge denilmektedir. Gösterge ise genellikle uzlaşımsaldır. Sözgelimi ‘masa’ kelimesi, Türk dilini kullananlar için anlam taşır. Masa, reel dünyada varolan bir nesneye işaret etmektedir. ‘Masa’ seslerini duyduğumuzda masayı düşünmekle beraber, göstergesinde anlaşsak da bazen bizim masa bazen bizim onun hakkındaki tasavvurumuz farklı farklı olabilir. Nasıl ki masa göstergesinde anlaşabiliyorsak ama buna rağmen onu yuvarlak, dörtköşe, tahtadan veya plastik olarak tasavvur edebiliyorsak, milliyetçilik kavramıyla aynı reel duruma işaret etsek de, tasavvurlarımız farklı olabilir. (Mesela Ziya Gökalp’in milliyetçilik anlayışıyla N. Topçu’nun idrak noktası farklıdır.) ‘Masa’ göstergesinin dört harfli bir kelime oluşu, sözgelimi İngilizcede ‘table’ kelimesine denk olması anlamında değildir, ‘table’ de, masa’ da bir cins isme gönderimde bulunurlar (delâlet ederler). Delâlet ettikleri nesne aynıdır.
Milliyetçiliğin delâleti neyedir? Milliyetçilik, farklı milletlerin kendi tarihlerinde muhteva kazanan farklı milliyetçilik tecrübesinden dolayı, tek bir muhtevaya indirgenemez. Aksi halde milliyetçilik kavramını yine ıskalayabiliriz. Zira her milletin milliyetçilik tecrübesi farklıdır, çünkü milletlerin tarih içindeki konumları ve bu konumdan kaynaklanan hareket tarzları farklı farklıdır. Nitekim modernizmin ürünü olarak Avrupa’da Fransız İhtilâli ve sanayileşme dönemlerinden sonra milletlerin kendi tarihî süreçlerinde aydınlanmanın soyut hümanizmine reaksiyon olarak oluşturdukları milliyetçilik anlayışlarının, aynı medeniyet dairesinde tezahür etmelerine karşılık birbirlerine benzemedikleri görülecektir.
Birazdan konu edileceği üzere kültür ve ırkı milliyetçiliğinin çıkış noktası alan Alman milliyetçiliğinin ırkçı bir karakter arzetmesi; milletin maddî refahını temel alan İngiliz milliyetçiliğinin pragmatist biçimi; dil ve kültüre göndermede bulunan Fransız milliyetçiliği ve onların delâlet ettiği anlam ile, manevî değerlerini kendisine temel alan, ırk yerine kültüre, tarihe ve hatta dinî değerler alanına vurgu yapan bir milliyetçiliğin anlamı aynı olmayacaktır.
Yine dil örneğinden devam edecek, olursak, milliyetçilik, kompleks görünümüne rağmen, yapısındaki öğeleri tahlil edildiğinde oldukça sağlam bir gramere sahiptir. Bu gramatik yapısı kompleks ama sağlam olan cümlenin tahlilinde, yüklemi millet, bileşenlerini ise toprak (coğrafya) tarih, dil, din, ırk, İktisadî yapı vs. oluşturduğunu söyleyebiliriz. Milliyet nedir, milliyetçi kimdir? .
Milliyetçilik : a-milliyet fikrinin toplumsal ve tarihî arka plânı, dar bölge milliyetçiliği (kavmiyetçilik) ile etnisite kavramıyla ifade edilen mikro milliyetçilik, ırkçılık gibi kavramlarla mesafesi, b-milliyet realitesini görmezlikten gelen ümmetçilik de dahil olmak üzere bütün enternasyonalist ideolojiler karşısındaki tavrı, c-millet ve bu olguyu temelinde milliyeti meydana getiren unsurların (tarih,dil, vatan vb) bir değer olarak ifadelendirmesi ve daha bir çok açılarından ele alınabilir.
Milliyetçiliğin mahiyeti hakkındaki bu ve buna benzer araştırmalar, öne sürülen fikirler ve açıklama modelleri, pratikte ne anlam ifade eder? Eğer milliyetçiliğin teorisini onun pratiği ile birleştirmediğimizde, bu fikrin nasıl bir ahlâkî kişiliği gerektirdiğini ihmal ettiğimizde milliyetçi olmak ne değer ifade eder? O zaman milliyetçilik içi kof, bir şekilden ibaret kalmaz mı? Bunun için milliyetçilik üzerine İlmî çalışmalar ve fikrî mülahazalar milliyetçilik şuurunu güçlendirmek ve bu şuur doğrultunda eylemek noktasında bir manâ taşıyacaktır. Milliyetçi, bu şuurla hem insanlığın hem de bir milletin üyesi ve aynı zamanda bir şahsiyet olarak kendi kimliğinin ve bu kimlikten beklenen rollerin farkında olmalıdır: Bu manâda milliyetçi olduğumuzu sadece dile getirmek kendi başına yeterli değildir. Hatta belki de bu, işin en zor kısmıdır, eğer dilde ifade bulan sözler aynı zamanda bu söze uygun hareket etmeyi de gerektiriyorsa…
“Milliyeti, ne geçmişe, ne toprağa, ne dile ne de buna benzer şeylere, hatta bunların bütüne bağlamak doğru değildir. Milliyeti bunlara dayanan bir bilince, bunların duyuluşu, hissedilişi hâline dayandırabiliriz”[1]
“Milliyet mefkuresi, ferdî hürriyetle beraber her türlü benzeyişlerden doğan birlik temeli ü- zerine kurulmuştur. Birliği kuran madde ile ruha bağlı unsurların hepsi birleşerek milleti meydana getirdiler.”[2] Bir mensubiyet duygusu olarak milliyet fikrinin tarihi kökenleri oldukça eski olsa da milliyetçilik, felsefî anlamda bir tarih şuuru olarak geçen asırda doğmuştur. Bu fikir; temel aidiyet duygusu olan millî ve tarihî bağlarından koparılmış, soyut bir hümanizm anlayışına karşı reaksiyon olarak doğmuştur. Bu reaksiyon neticesinde fikir, sanat ve siyasette romantizm hareketi bütün Avrupa’ya yayılmıştır: “Fransız inkılâbı “Beşer Hukuku Beyannamesi” nin mücerret, zihnî semalarında nurlu aydınlık (Lıımiere) felsefesine dayanıyordu (Rousseau müstesna). Bu asır, insanlıktaki büyük millî tezatları, his kaynağını göremeyen sırf zihinci felsefenin hâkimiyeti asrı idi. “Beşer Hukuku Beyannamesi” nin mücerret formülleri bu zihniyeti temsil ediyordu. Napoleon İmparatorluğu mücerret zihniyeti önce kurtarıcı, fakat hakikatte müstevlî ve tehlikeli bir şekilde bütün Garba yayıyordu. Bu istilâdan “Hürriyet”, “Demokrasi” bekleyenler az zamanda acı hakikatle karşılaşınca yese düştüler. Avrupa milletlerinde teker teker bu harekete karşı şiddetli reaksiyonlar uyandı. Almanya’da Fichte, İtalya’da Leopardi, İspanya’da Goya, Rusya’da yeni Romantik mektep. Bu surette her tarafta edebiyat ve fikirde romantizm cereyanı ile başlayan bu reaksiyon, tarihe, hisse, büyük kitleye, halka dönmek; mücerret mefhumlardan, kökünden ayrılmış münevverler fikriyatından kurtulmak; Tuba ağacı gibi yukarıdan aşağıya inecek yerde kökleri büyük millî kitlelerin içinde ve tabî bir şekilde inkişaf eden bir ağaç gibi aşağıdan yukarıya çıkmak gayelerini takip eden ve içinde türlü türlü cereyanların doğduğu milliyet hareketi idi”[3]
Gerçi milliyetçilik hareketlerinin bize tesiri önce aleyhimize; İmparatorluk çatısı altındaki milletlerin birer birer istiklâlini kazanması olarak ve sonra lehimize; emperyalist istilânın karşısında direnç oluşturmak biçiminde olduğu da bilinen bir gerçektir.
- Topçu’nun ifadesiyle, “Millette irade coğrafya ve tarihten meydana gelen millet vücuduna kendi özel hayatını verir, onun sonsuz cilveye sahip hareketlerini yaratır”[4] Yazar, millet ruhunun uyanışından önce istismara açık bir insan kütlesinin önce ölü bir coğrafya ve şuuru oluşmamış bir tarihten oluşan kaderin içinde gömülü kaldığını söylemekte ve bu çemberin içinden şuur ve irade ile milletin meydana çıktığını ifade etmektedir: Bu yaratma hamlesinin her millette -yukarıda da belirttiğimiz gibi farklı farklı olmuştur. Fransızlar dil ve kültürden, Almanlar ırktan, İngilizler ekonomiden bu yaratıcı hamleyi yapmışlar; bizde ise bu hayat hamlesi İslâm dininden ve onun aleme yayılma idealinden kaynaklanmıştır.
Gerçekten de bu irade olmadıktan sonra birliği meydana getiren unsurlar kupkuru kalacaktır. Bu birlik ise milleti oluşturan iradenin ahlâki kuvvetidir. Şüphesiz ki, bu fikrin ve duygunun ana zemini oluşturan kültürel saha (millî kültür) içinde yer aldığı tarihî medeniyet dünyasının değerler alanından beslenmektedir. O halde milliyetçilik bütün bunlar üzerine bir şuurdur. Milliyetçi de bu şuuru kendinde duyan şahsiyettir. Bu manada milliyetçilik bir tarih şuurudur.
Ben, bir fert olarak iyi ya da kötü belli geçmişe sahibim. Geçmişim benim hafızamda saklı. Bu günümü düzenleyebilmem ve kendi geleceğimi kurabilmem için, bu günümün ve geleceğimin başarılarını geçmişimle olan irtibatım sayesinde yapabilirim. Şuurumdaki kopukluk, yani hafıza kaybı benim dün ile olan irtibatımı keseceğinden, bu gün ve yarınım için ortada bir tehlike var demektir. Benim ferdî şuurum için söz konusu olan kollektif ya da millî şuur için de geçerlidir.
Milliyetçilik bir tarih şuuru ise tarih, milliyetçinin önündeki ayna olarak, bir millete ve milliyete mensup aynı zamanda insanlık ailesinin ferdi olarak, kendine ve gelecekteki kendi başarılarına bakış imkanı verebilecektir. Ve yine milliyetçi, tarihinin kendisine sağladığı kendini görme, kendini bilme ve kendinin farkına varma, kendindeki değerleri keşfetme, negatif yönlerini idrak etme imkânıyla, kültürünün dokusundaki muhtevayı yoğurup medeniyet ateşini yeniden yakmak şevk ve iradesini kendinde bulabilmelidir. Yoksa gözlerinin önünden hızla geçip giden ve kendisi için dönüştüremediği, sadece seyretmekle yetindiği bir çağa tanıklık edecektir.
MAKALENİN İLK YAYIMLANDIĞI YER: Türk Yurdu Dergisi, Mart-Nisan-Mayıs 1999, Sayı: 139-140-141, S. 154-157
[1] H. Ziya Ülken, İnsanî Vatanseverlik, (Ülken yay. 2. Baskı İstanbul, 1998) s. 188.
[2] N. Topçu, Yarınki Türkiye, (Dergah yay. İstanbul, 4.baskı. 1997) s. 128
[3] H. Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, (Dergah yay. İstanbul, 1976) s. 161-162.
[4] N. Topçu, A.g.e, s. 121.