Mehmet MAKSUDOĞLU
Herhangi bir mahkemede, davacı veya davalının vekîli olarak bir arzuhalci kabûl edilir mi? Edilmediğini herkes bilir. Adama, “mahkemede bir diyeceğin varsa, davacı veya davalıyı savunacaksan, düzenli bir hukuk nosyonuna sâhip olman, Hukuk Fakültesi’nden diploma almış olman gerekir” derler. O adam, Ziraat Fakültesini bitirmiş, o alanda profesör olmuş da olsa, durum değişmez.
Bir vatandaş, tıpla ilgili bâzı kitaplar okumuş olsa, gazetelerde yayınlanmış birçok bilgiyi öğrenmiş olsa, o “bilgili” vatandaşı, hastanede hekim diye görevlendirmezler. Temel tıp nosyonuna sâhip olması, insan anatomisini biliyor olması, insan bedeninin nasıl çalıştığını öğrenmiş olması, Tıp Fakültesi’ni bitirmiş olması istenir. Hele hele, öyle hevesli bir kişiyi, bir tıp fakültesinde profesör olarak görevlendirmezler, tıpla ilgili bir sempozyuma, “dinleyici olarak” belki kabul ederler.
Bu iki örnekteki hevesli vatandaşlar, -olacak şey değil ya, diyelim ki, bâzı ilişkiler yoluyla- mahkemede avukat veya hastanede, tıp fakültesinde profesör olarak görevlendirilsin: bu vatandaşların millete vereceği zarar, yapacağı tahrîbât, o yöreyle sınırlı kalır. Hâkim “bu adamı niye mahkemeye bu yetkiyle soktunuz? Benim sabrımı mı ölçmek istiyorsunuz?” der, onu kovar. Hastalar, heveslinin mârifetini, hayatlarıyla öderler veya sakat kalırlar.
Dîn, çok ciddî bir konudur. Heveskârların at oynatacağı bir saha değildir. “Yarım doktor candan, yarım hoca îmândan eder” derler ki, çok doğrudur.
İslâm, insanın bütün hayâtını ilgilendiren en mühimkonudur. İslâm’a göre, hayâtın doğumla ölüm arasındaki bölümü “el Hayâtud Dunyâ” (yakınhayat), ölümden sonraki, sonsuzluğa uzanan bölümü ise “el Hayâtul Âkhire” (âhiret hayâtı, sonrakihayât) olarak adlandırılır.
Arapça’da “son” için, bu bağlamda iki kelime kullanılır : akhîr ve âkhir.
Akhîr: el yewmul akhîr : “son gün” ama, şöyle bir son gün: Elektrik veya su faturanızı ödemeniz için, diyelim ki 27 Şubat 2019 Çarşamba, son gündür. Ama, daha sonra, Perşembe, Cuma … günleri vardır.
Âkhir ise, “kendinden donrası olmayan son, final” demektir. Âkhiret kelimesindeki, Âkjir’in sonuna eklenmiş olan t, hem tekliği anlatır, hem abartma bildirir. Yâni, Âkiret kelimesiyle, Son Gün, Sonrası olmayan, çok güzel ifâde edilmiştir.
Sonsuzluğu anlamamız için bir misâl verilmiştir :
Dünyânın her yeri, ovalar, denizlerin, okyanusların yatakları, buğday yığını ile dolu olsa; bir kuş gelip o yığınlardan bir tânealıp gitse, bin yıl sonra yine bir kuş gelip bir tâne alıp gitse, ve böyle devâm etse … bütün o yığınların tükenmesi için çooooooook uzun zaman geçmesi gerekir. Ama, ne kadar çooooooook uzun zaman gerekirse gereksin, o tâneler sayılı, mahdûd olduğu için, bir vakit gelir, tâneler tükenir.
Sonsuzluk ise, böyle değildir; sonu yoktur.
Şimdi … böylesine mühim bir konuda söz söyleyecek, görüş beyân edecek kişilerin çok dikkatle seçilmesi gerekmez mi?
Yapılacak tahrîbâtın büyüklüğünü görebiliyor muyuz?
Önce moderatörün bu konuda oldukça bilgili olması gerekmez mi? Yabancı dil (revaçtaki gâvurcalardan biri veya birkaçını/İslâmla ilgisi olmayan dili) biliyor diye televizyonda görevlendirilmiş kişilerin, “halkın ilgisini çekiyor” diye bu çok mühim konuda moderatörlüğe cür’et etmeleri, bâzı heveskârların da, oraya zıplayarak, üstelik iştigal sâhâsı İslâm olan hocalarla tartışmaya girmesi, üstüne üstlük, prof. ünvanını taşıyorum diye ukalâca tavırlarla mârifet sergilemeleri, bize “özel” çağımız olayları olsa gerek!
Adam, bilmem ne profesörü, ucundan kenarından islâmla ilgili bir konuda sonradan doktora yapmış, Arapça bilmese de olur! Profesör ya! Her şeyi bilir, Arapça bilmese de olur. Hz. Muhammed A.S.ın, mev‘ûde (Câhiliyye Araplarının, diri diri toprağa gömdüğü kız çocuğu) ye lânet ettiğini iddia edip Sünnet’e şüphe uyandırmağa yeltenir, dayandığı tercümeyi yapanın, oradaki cer harfini atladığından, lânet edilenin, ‘mev‘ûde’ sâhibi olduğunu BİLMEZ, öğretilince de ÖZÜR DİLEMEK, UTANMAK hatırına bile gelmez!
Diğer bir profesör, elleri kolları havada, çok mühim bir şeyler söylediği havasıyla, Oxford’da şeytan oryantalistlerin ustaca tadlîliyle ayağı kayan, kültür şoku kurbanının söylediklerini tekrarlar, yapılan indî yorumla, âyet-i kerîmeleri kudsî hadisle karıştırdığının farkında olmaksızın, bir imam – hatip öğrencisini bile güldürecek cümleyi, büyük ciddiyetle haykırır, moderatör de, ciddiyetle, takdirle dinler! “o dediğinize ‘kudsî hadîs derler’ demez!
Türkiye bu sahnelere lâyık değildir.
17 Şubat 2019