Elimde değil: Hayatım boyu merak etmekten ve ‘daha doğrusu’ arayışından kendimi kurtaramadım.
Dönem dönem ‘doğru’ sandıklarımı, daha sonra ‘daha doğru’ sandıklarımla değiştirdim. Her değişim, arayış motivasyonumu daha da kamçıladı.
Zamanla (konu ne olursa olsun) insan denen varlığı -iyice- tanımanın ‘ön şart’ olduğu kanısına vardım. Neyse ki, doktor olmam nedeniyle -bu anlamda- kısmen avantajlıydım.
Ancak insanı layıkıyla anlayabilmek istiyorsam, canlılar dünyasını anlamam gerektiğini fark etmem için uzun süre geçmesi gerekmedi.
Canlıları daha iyi anlayabilme çabası ise, beni önce kimya, sonra fiziğe götürdü. Zamanında yüksek notlar alan bir öğrenci olmama rağmen, kimya ve fiziği ‘anlamaktan’ çok, ezberlediğimi fark edip, yeniden ‘temel bilimlere’ yöneldim.
Bu çabalarım sırasında, bir zamanlar (burnumuzun dibinde bunca sorun varken “Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim, Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzârinde!” diyen Ziya Paşa’ya hak verip;) uzak evren ve uzak zamanlara mesafeli dururken, kendimi kozmolojinin içinde buluverdim.
İyi de oldu. Big Bang’in (yani Büyük Patlama’nın), galaksileri, gezegenleri ortaya çıkarmanın ötesinde (ve ondan daha çok), -aşkla peşinden koştuğum- bilginin kaynağı olduğunu gördüm. O, atom altı parçacıklardan devasa gökadalara, maddeden enerjiye kadar her ölçekteki varlığın, uzay ve zamanın ve tüm doğa yasalarının başladığı yerdi.
Kafamdaki karmaşık sorunlar yumağını çözmeye yetmese de, ipin ucunu yakalayabildiğim hissi, benim için heyecan verici bir deneyim oldu.
***
Yazıdan asıl amacım, zihinsel serüvenimi paylaşmak değil.
Amacım; bu yolculuğun sonunda -daha fazla– farkına vardığım, sağlam temel bilimlere dayanmayan her düşüncenin iğretiliğini vurgulamak ve bilimlerin hiyerarşisine daha fazla saygı duymaya davettir…
Hangi alanda olursa olsun, temel bilimleri yeterince kavramayan birinde, bir şeylerin eksik kalacağına inanıyorum.
Aslında temel bilimler, -adıyla uyumlu şekilde, uygulamalı bilimlerin de temelidir. Ancak, o temel sayesinde, insanlığın yararına pratik ve teknolojiler geliştirilebilir; yaşamı kolaylaştıracak mal ve hizmetler üretilebilir.
Temel bilimleri ağaca, uygulamalı bilimleri o ağacın meyvelerine benzetebiliriz. Ağaç yoksa ve/veya yeni meyveler vermiyorsa ‘meyve yiyemezsiniz!’
Demem o ki, temel bilimler> Uygulamacı bilimler> İnsanlığın yararına mal ve hizmetler şeklindeki dizgenin kesintisiz sürebilmesi için, olmazsa olmaz temel bilimlerdeki gelişimin sürmesidir.
İlk bakışta sorun yok gibidir: Günümüzde, teknoloji ve hizmetlerdeki ilerlemeler ivmelenerek sürmekte ve yaşamımızı âdeta her yıl dönüştürmektedir.
Ne var ki, bu ilerleme ve inanılmaz değişimi, çok büyük ölçüde uygulamacı bilimlere borçluyuz. Temel bilimlerse bu hızlı gelişime ayak uydurmaktan uzaktır.
Bu uyumsuzluğun gerisinde, bir parça ‘miyopi’ (yahut uzağı görememe) ama daha çok ‘bencillik’ vardır: Birileri toplumun ‘uzun dönem’ çıkarlarını, sonucunu hemen alabilecekleri ‘kısa dönem’ çıkarlarına kurban etmekte bir sakınca görmemektedirler.
Bunlardan ilki siyasilerdir: Onlar için önemli olan iktidar dönemleri ve bir sonraki seçimlerdir.
Diğeri girişimcilerdir: Onların motivasyonu, en az yatırımla, en kısa zamanda, en yüksek kârı elde edebilmektir.
Dünyayı ve ülkeleri yönetme gücü büyük ölçüde bu iki grubun elindedir ve -genellikle- uyum içinde el eledirler.
Sonuç verip vermeyeceği belirsiz, verse bile ne zaman vereceği belli olmayan temel bilimlere yatırım yapmaktansa (>ağaç dikmektense), halihazırdaki temel bilimlerin yardımıyla hızla ürün ve hizmete dönüştürülebilecek uygulamacı bilimlere yatırımı (>mevcut meyveleri toplamayı) yeğlerler.
Alabildiğine tükettirmeye dayalı kapitalist ekonominin dünyayı küresel bir pazara dönüştürmeyi başardığı 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra bu eğilimin güç kazandığını görüyoruz.
Gerçekten de temel bilimlerin en parlak zamanının 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başları olduğu söylenebilir.
Her üç yılda bir düzenlenen ve fizik ve kimya alanlarında çözümlenememiş konuların tartışıldığı Solvay konferanslarının katılımcıları ve ortaya çıkan fikirler, temel bilimlerin gidişatının göstergesi gibidir: Yazıyla birlikte paylaştığım 1927’deki konferansın katılımcıları işaretlenmiş resmine dikkatle bakınız. (Resimdekileri tanımayanlar için bir rehber: The Golden Age ofTheoretical Physics) Daha sonraki konferansların hiçbirinde, (günümüz temel bilimlerinin geçerli savlarına damga vuran) bu kadar çok sayıda dâhiyi bir arada göremedik. Acı gerçek; insanlığın o günden bugüne temel bilimlerde çok az mesafe kat edebildiğidir.
O dönemde bilginin şirket duvarları ve sınırların arkasına saklanmadığını, aralarında tatlı rekabet ve çekişmeler olsa da, bilim insanlarının dostça yan yana gelip fikir alışverişi yaptıklarını, böylelikle daha hızlı yol kat ettiklerini de not etmek gerekir.
***
Temel bilimlerin durumu ülkemizde daha da kötüdür. Ülkede itibar, -doktorluk ve mühendislik gibi- uygulamalı alanlaradır.
Az gelişmiş veya (kulağa daha hoş gelen ifadeyle) ‘gelişmekte olan’ bir ülke olarak, kıt kaynaklarımızı temel bilimleri geliştirmek yerine uygulamacı bilimlere yönlendirmek bir parça mazur görülebilir.
Ama temel bilimlerin halihazır haline de hak ettiği değeri vermeyişin savunulacak tarafı yoktur. Temel bilimler, düşük puan alan öğrencilerin, -hiç olmazsa- öğretmen olabilme umuduyla, seçtikleri alandır. Temel bilim eğitimi alanların öğretmenlik dışında istihdamının olmayışı vahimdir. Evrim yüzünden biyolojiye âdeta savaş açılmış gibidir: Ders saatleri budanmış, TÜBİTAK geçmişte basılan evrim konulu kitapları hasıraltı etmiştir.
Hoş, “bilime değer veriyor muyuz ki, temel bilimlere değer verilmeyişinden yakınıyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim. Artık bilimin, ‘mürşitliğini’ duvar vecizesi olarak görebilmek bile bir mucize!