Yarım asırdan buyana kan döken, tahayyül sınırlarını aşan ölçüde şiddet eylemleri gerçekleştiren bölücü terör örgütünün elebaşı, haftalardan buyana beklenen açıklamasını yaptı. Bölücü terör örgütünün siyâsî uzantısı olarak kabûl edilen DEM parti heyeti tarafından kamuoyuna duyurulan metne göre, Öcalan “pkk kendini tasfiye etmeli” dedi.
Kamuoyuna açıklanan metinde, mûnis bir üslûp kullanıldığı, kamuoyunun zihninde istifham yaratabilecek ve/veyâ tepkiye neden olabilecek ifâdelerden özenle kaçınıldığı, kamuoyunun geniş bir kesiminde rahatlamaya yol açabilecek bir üslûp kullanılmasına özel bir îtinâ gösterildiği müşâhede ediliyor. Uzun zamandır, İmralı sâkini ile devlet yetkililerinin, kısa, herkes tarafından anlaşılabilecek sâdelikte, zihin karışıklığına yol açmayacak, “bölücü terör örgütüne tâviz verildiği” şeklinde yorumlar yapılmasına meydan vermeyecek, bölücü terör örgütünün “silâh bırakmayı ve terör yapmaktan vazgeçtiğini, kendisini tasfiye edeceğini” -herhangi bir şarta bağlamadan- kesin bir dille açıklayacağı bir metin üzerinde çalışıldığı, muhtelif kanallardan kamuoyuna fısıldanmaktaydı. Bu şekilde, yapılacak muhayyel açıklama sürekli gündemde tutularak, kamuoyu, yapılacak açıklamanın mâhiyeti ve üslûbu konusunda hazırlandı; böylelikle, gerek terör örgütü yandaşlarında ve gerekse toplumun ezici çoğunluğunu teşkîl eden kesimde olumsuz tepkilerin ve aşırı beklentilerin oluşmasının önüne geçilmesinin amaçlandığı anlaşılıyor. Böylesine ayrıntıların dahi etraflıca düşünülmesi ve işin gereği olan hususların ciddiyetle uygulanması, mâhut açıklama öncesinde “mıntıka temizliği” yapılması, -tesâdüf müdür, bilinmez- “süreci baltalama” itiyâdında olan siyâsî kişiliklerin “etkinliğini” sıfır mertebesine indiren önlemlerin alınmış olması, henüz adı “resmen” konulmamış olan bu “yeni süreç”in arkasında ciddî bir aklın olduğunu düşündürüyor.
İmralı sâkininin açıklamasında “ulus-devletin korunması, ‘federasyon, idârî ve kültürel özerklik’ gibi taleplerde bulunulmaması” yönündeki ifâdeler bilhassa dikkat çekmekle birlikte, asıl üzerinde durulması gereken husus, toplantı sona ermişken, postacılık görevini ifâ edenlerden Sırrı Süreyya Önder’in “Öcalan’ın bir mesajı var” diyerek açıkladığı husustur.
Önder, toplantı sonunda şu eklemeyi yaptı; “Dört saat süren toplantıdan şu notu da paylaşmak istiyorum. “Bu perspektifi ortaya koyarken, şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nın kendini feshi, demokratik siyasetin ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” notunu da bizlere iletti. Onu da sizinle paylaşmış olayım.”.
Önder’in aktardığı bu not, aslında konumuzu teşkîl eden açıklamanın hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığını, bölücü örgüt elebaşının -her zaman yaptığı gibi- kelime oyunları yaparak, kendisine “geriye dönüş için” manevra alanı ve gerekçe yaratmaya çalıştığını ortaya koymuştur.
İmralı sâkininin notunu şöyle anlayabiliriz; Bu örgütü kurmamıza neden olan amaçlarımızdan vazgeçmiş değiliz. Yalnızca, yöntem değiştiriyoruz. Siláhla elde edeceğimiz amaçlarımıza ulaştık. Artık, silâha ihtiyâcımız kalmadı. Fakat, istediklerimiz yapılmazsa, yeniden silâhı elimize alabiliriz.”
Demek ki, terör örgütü elebaşı, kendisinden istenen açıklamanın yapılması karşılığında birtakım taleplerde bulunmuştur ve/veyâ kendisine birtakım taahhütlerde bulunulmuştur. Bunlar nedir, neden açıklanmıyor, biz bunları neden satır aralarından anlamaya çalışıyoruz? Asıl bu soruların cevaplanması gerekir.
Terör örgütünün “silah bıraktım, kendimi tasfiye ediyorum” şeklinde açıklama yapması yeterli değildir. Türkiye’nin bundan sonra Irak ve Suriye’de teröristlerin konuşlandığı bölgelere yapacağı operasyonların akıbeti, terör örgütü üyeleri için af çıkarılıp çıkarılmayacağı, PYD/YPG’nin silahlarını teslim edip etmeyeceği, yaşlı teröristlerin bundan sonra nerede barındırılacağı gibi hususların da açıklığa kavuşturulması gerekecektir. Ancak, ABD-İsrail ikilisinin, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasından itibâren, Ortadoğu’da müstakil bir Kürt yapılanması tesis etmek için ısrarlı, kararlı ve plânlı bir çaba içerisinde oldukları bilinmektedir. Dolayısıyla, yukarıda bahsedilen hususlar ikincil derecede öneme sâhiptir. Aslolan, Türkiye’nin, Suriye’de bağımsız ya da federe bir Kürt yapılanmasına izin verilmeyeceğini kararlı bir şekilde açıklaması, kararlılığını eylemleriyle ortaya koyması, aynı şekilde Irak’taki yapılanmanın Kerkük ve Musul gibi petrol bölgelerine doğru hâkimiyetini genişletme çabalarına izin verilmemesi, bu hususların Türkiye için bir varlık meselesi olarak görülmesidir. Biz, bu makalede, birdenbire gündeme getirilen “silâh bırakma” konusunun arka plânına dikkat çekmeye çalışacağız.
BÖLÜCÜ TERÖR ÖRGÜTÜNÜN AMACI NE İDİ?
Kürtçülük, yaklaşık 150 yıllık bir proje. Özellikle Cumhûriyetin ilk onbeş yılında, dış destekli bölücü isyanların, yeni yönetimin ülkeyi modernleştirme ve müreffeh kılma çabalarına nasıl engel olduğu bilinmektedir. İkinci Dünyâ Savaşı sonrasında oluşan uluslararası dengeler sebebiyle, Batı destekli bölücü siláhlı hareketler bir süre tavsamış görünse de, 1968 yılı sonrasında başlayan sol siyâsî hareketler, bölücüler için -deyim yerinde ise- kuluçka vazifesi görmüştür. Sol terör örgütlerinin içinde kendilerini kamufle ederek, gelecekte yapacakları silâhlı eylemler için tecrübe kazanmışlar, Marksist solun millet-milliyetçilik karşıtı söylemlerinden bilistifade, kendilerine ideolojik zemin oluşturmaya çalışmışlardır.
12 Eylül darbesi sonrasında kısa bir müddet uykuya yatırıldıktan sonra, 1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla yeniden hortlayan ve sonraki 40 yıl boyunca ülkemizi kan gölüne çeviren bölücü terörün amacını biliyoruz; Türk millî birliğinin bir parçası olan vatandaşlarımızın bir bölümünde ayrı bir kimlik bilinci yaratmak, Türkiye’yi meşgûl etmek, enerjisini/kaynaklarını ve zamânını “gelişmiş, müreffeh bir ülke” olma yolunda kullanmasını engellemek…
Bölücü terör örgütü, daha doğrusu, bu örgütü Türkiye’nin başına musallat edenler, yukarıda özetlenen amaçlarına büyük ölçüde ulaşmışlardır. Türkiye, bu süreçte onbinlerce insanını teröre kurban vermiş; bölücü terör nedeniyle, ülkenin kalkınması ve refahı için harcanması gereken yüzmilyarlarca dolar mertebesindeki kaynağı, güvenlik amacıyla harcamak zorunda kalmış, bölgede yapılan yatırımların mâliyeti artmış, terörün şiddetlendirdiği siyâsî-iktisâdî istikrarsızlığın da etkisiyle, dış kaynak temini güçleşmiş; bizimle aynı kulvarda yarışan Güney Kore ve Çin gibi ülkeler dünyânın en gelişmiş ekonomileri arasına girmeyi başarırken, dikkatini ve kaynaklarını büyük ölçüde terör ve istikrarsızlık gibi iç sorunlara hasretmek durumunda kalan ülkemiz bu yarışta çok gerilerde kalmıştır.
Bölücü örgüt, şiddeti, vatandaşlarımızı ayrıştırmak, devletine/milletine bağlı Kırmanç/Zaza kökenli vatandaşlarımızı sindirmek için bir vasıta olarak kullanmıştır. Alan hâkimiyeti tesis ettiği mıntıkalarda “ayrışmayı kabûl etmeyen” vatandaşlarımıza yaşama hakkı tanımayarak, meşum emeline büyük ölçüde vâsıl olmuştur. Terörle mücâdele döneminde, ordumuzun ve güvenlik güçlerimizin büyük kahramanlığı, terör örgütünü -askerî açıdan- defalarca bitme noktasına getirmesine ve terörün yoğun olarak yaşandığı bölgelerde devlet otoritesi ve düzen yeniden tesis edilmesine rağmen, özellikle siyâsî cenahın “terör örgütünün ve destekçilerinin nihâî emelleri konusunda” yeterli bilince ve gerekli dirâyete sâhip olmamasından kaynaklanan idârî/siyâsî zaafiyetler sebebiyle, kendisini yeniden toplamak için her defasında yeniden fırsat ve imkân bulmuştur.
Terör örgütü için, artık terör yoluyla Türkiye’de elde edebileceği bir kazanım olmadığı gibi, terörü devam ettirme imkânı da kalmamıştır.
Dış konjonktür, terör örgütünün -Türkiye’de- emellerine “demokrasi ve hukuk” gibi kavramları kullanarak -siláhsız bir şekilde- ulaşabilmeyi tasavvur edebilmesi için uygun hâle gelmiştir.
Bölücü örgüt ve destekçileri için, bundan sonraki merhalede amaç, Ulus inşası ve Türk ulus-devletinin tasfiyesinin sağlanması olacaktır.
İDEOLOJİK YANILGILAR TERÖRLE MÜCÂDELE KONUSUNDA DEVLETİMİZİ ZAAFA DÜŞÜRMEKTEDİR
Bölücü terörün en büyük gıdası, ulus-devlet düşmanlığıdır.
Cumhûriyeti kuran irâde, yeni yönetimi dört temel esas üzerine tesis etmişti; üniter, lâik, sosyal, hukuk devleti… Bu ilkelerden en önemlisi üniter yapı, yâni ulus-devlet ilkesidir. Zîrâ, diğer ilkelerin varlığı, ulus-devlete bağlıdır.
Ulus-devlet, vatandaşlarını “bütün” olarak kabûl eder (Bu vesileyle, Türkçe’de nation/millet kavramının karşılığının “budun” (günümüzdeki söyleyişle, bütün) olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.). Hak ve yükümlülükler bağlamında, vatandaşlar arasında eşitlik esastır, “pozitif ayrımcılık” hálleri gibi istisnâî durumlar hâricinde, inanç ya da köken itibariyle farklı uygulamalara gidilmez, gidilemez. Eğitim, sağlık ve adalet gibi kamu hizmetlerinden yararlanma, memuriyete kabûl, mülkiyet edinme, seçme ve seçilme haklarının kullanılması, meslek seçimi, işyeri açma, vergi ve askerlik gibi kamu hizmetlerinin ifâsı, yürürlükteki kanunlara uyulmaması hâlinde uygulanacak müeyyideler gibi konularda, vatandaşlar eşit muamele görür, hiç kimse inancı ya da kökeni sebebiyle dışlanmaz ya da kayırılmaz.
Türkiye’de, Tanzimat sonrasında, bütün vatandaşlarımızı kucaklayacak yeni bir vatandaşlık tanımı yapılmasına çalışılmış; kendilerini medeniyetin menbaı gibi görme ve gösterme çabasında olan Batılı ülkeler, sömürgeleştirdikleri toplumlara köle muamelesi yaparken, İmparatorluk Türkiyesi, “devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi “Osmanlı” kabûl ederek”, eşit vatandaşlık konusunda çok esaslı ve cüretkâr bir adım atmıştır. Ancak, Türk Devleti’nin, devleti kuran ve onu yaşatmak için yüzyıllarca her türlü fedakârlığa katlanan Türk unsurunu zaman zaman ikinci plâna itme pahasına uygulamaya çalıştığı bu vatandaşlık biçimi, yine de Batı desteğindeki ayrılıkçı çabalara engel olmaya yetmemiştir. Cumhûriyetin kurucu kadrosu, başta kurucu önder Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk olmak üzere, Tanzimat sonrasında yaşananlardan dersler çıkarmakla birlikte, yine de dışlayıcı bir tavır içinde olmamışlar, toplumun ezici çoğunluğu ırken de Türk olmasına rağmen, devletin anayasal düzenini ırk ve inanç esasına dayandırmak yerine, “vatandaşlık” esası üzerine yapılandırmışlar, devletin bütün vatandaşlarının eşit hak ve yükümlülüklere sâhip kılınmasını sağlamışlardır.
Cumhûriyetin bu kuşatıcı/kucaklayıcı millet/vatandaşlık tanımı toplum tarafından kuvvetli bir şekilde benimsenmiştir. Nitekim, 1980 öncesinde, Türkiye’de, marjinal sayılabilecek küçük bir grup insanı saymazsak, -doğulu-batılı, kuzeyli-güneyli- yurdumuzun herhangi bir bölgesinde yaşayan vatandaşlarımızda kimlik sorunu yoktu; soyu-sopu, kökeni, inancı, geldiği yer ne/neresi olursa olsun, bütün vatandaşlarımız “Türk Milleti’nin saygın birer ferdi olduğu” konusunda hemfikir idi. Bu konuda zihinlerde hiçbir şekilde istifham yoktu. Her sabah, milyonlarca ilkokul öğrencisi “Türk’ün, doğruyum, …” diye haykırarak eğitime başlıyor, bu konuda sarsılmaz bir bilinç kazanıyordu. Kıbrıs ve Ermeni terörü gibi millî dâvâlarda, yürekler toplu atıyordu. Vatandaşlarımızı birbirine bağlayan bağlar öylesine güçlü idi ki, bölücü melunların milletimizi ırk ve inanç/mezhep bağlamında bölmek, insanımızı birbirine düşman etmek amacıyla gerçekleştirdikleri plânlı menfur eylemlere rağmen, bu kırk yıllık dönemde, yoğun tahrikler sonucu vukû bulan birkaç istisnâî olay dışında, ülkenin herhangi bir yerinde, toplumsal nitelikte bir gerilim ya da çatışma hâli yaşanmadı. Terör, deprem ya da benzeri elim olaylarda milletçe birlikte ağladık, yaraları birlikte sarmaya çalıştık, sevinçli anlarımızda mutluluğu paylaştık.
Türkiye Cumhûriyetinde, hiç kimse, kökenini ya da inancını açıklamak ya da saklamak durumunda değildi. Herkes kökenini bilir, isterse bunu açıkça da ifâde edebilirdi. Bir insanımızın Zaza, Kırmanç, Çeçen, İnguş, Ibıh, Lezgi, Abaza, Arnavut ya da Gürcü kökenli olması, onun Türk Milletinin bir ferdi olmasına engel olmadığı gibi, bu durum Anayasa ile de güvence altına alınmıştı. Türkiye Cumhûriyeti, Atatürk’ün “Türkiye Cumhûriyeti’ni kuran ahaliye Türk Milleti denir!” sözünü kuruluş ilkesi hâline getirmiş ve kuruluş sonrasında ihdas olunan üç Anayasada (1924, 1961, 1982), “Türkiye Cumhûriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür (Türk addolunur)” denilmek sûretiyle, hiçbir vatandaşımızın, soyu-kökeni ya da inancı nedeniyle (yâni Türk ırkından ya da Sünni-Hanefî Müslüman inancında olmadığı gerekçesiyle) dışlanmayacağı, ayrımcılığa mâruz bırakılmayacağı, bütün vatandaşlarımızın Türk Milleti’nin saygın ve eşit birer üyesi kabûl edileceği, hak ve yükümlülüklerin paylaşımının vatandaşlarımız arasında eşit vatandaşlık ilkesi çerçevesinde yapılacağı hususları açık ve kesin bir şekilde ortaya konulmuş, bahsedilen hususlar Anayasa güvencesine alınmıştı. Bu husus, yabancı/bölücü tahriklerin etkisinde kalan küçük bir azınlığın dışında, bütün vatandaşlarımız tarafından da hüsnü kabûl görmüştü. Demokratik nizâmın askıya alındığı ya da etkisizleştiği bâzı dönemlerde (12 Eylül ve 28 Şubat gibi), lâiklik ve ulus-devlet ilkesiyle bağdaşmayan birtakım uygulamaların, vatandaşlarımızın bir kısmında mağduriyet yarattığı, bu durumun Cumhûriyetimizin temel esasları arasında yer alan bu ilkelere olan inancı zedelediği doğrudur. Ancak, bölücü terör, ardından AB üyelik sürecinde -Türk Devletinin ulus-devlet niteliğini zayıflatmak amacıyla- sürekli Türkiye’ye dayatılan uygulamalar, bu süreçte ısrarlı bir şekilde Türklüğün -bütün vatandaşlarımızı kuşatan- “millî” bir kimlik değil, “etnik” bir kimlik olduğunu topluma benimsetme amacı taşıyan “ayrıştırıcı” söylemler, Türk Millî kimliğinin zayıflamasına ve vatandaşlarımızın bir kısmında ayrı bir “etnik kimlik bilinci” oluşmasına yol açmıştır. Bu süreçte, bölücü güruh, başta bölücü örgütün elebaşı olmak üzere, en önemli amaçlarının “etnik bilinç” oluşturmak olduğunu açıklamaktan çekinmemişlerdir. Bu süreçte, muhtelif sâiklerle, dinci, liberal ve Marksist-sosyalist çevreler, Lenin’in “kullanışlı aptallar” deyimini haklı çıkaracak şekilde, idrâkten yoksun tavırlarıyla, bölücü çevrelerin amaçlarına ulaşmalarını sağlayan en önemli etkenler arasında yer almışlardır.
Dinci, liberal ve Marksist-sosyalist dünyâ görüşüne sâhip okumuşlar arasında, pek çok konuda derin görüş ayrılıkları olmasına rağmen, Türkiye Cumhûriyeti Devleti’nin ulus-devlet niteliğinin zayıflatılması -mümkûnse ortadan kaldırılması- konusunda büyük ölçüde görüş birliği içinde oldukları görülmektedir.
Târihi tecrübe, liyakate dayalı, hukûkun üstün kılındığı, toplumun genelinin barış, huzur ve refahını önceleyen ve bunu gerçekleştirebilme kudretine sâhip olan ülkelerin tamâmının ulus-devlet şeklinde yapılandıklarını; aksi durumdaki ülkelerin sürekli olarak yoksulluk, yolsuzluk, yozlaşma, iç çatışmalar, siyâsî-toplumsal çalkantılar, adâletsiz gelir dağılımı gibi sorunlarla boğuşmak zorunda kaldıklarını ortaya koymaktadır.
Daha da ilginç olan husus şudur; Batının gelişmiş ülkelerinin tamâmı, uzun ve sancılı bir târihî sürecin sonunda, toplumun barış, huzur ve refah içinde yaşayabilmesinin temel şartının, vatandaşların inanç ve köken itibariyle ayrı hak ve yükümlülüklere tâbi kılınmadığı ulus-devlet düzeninin inşâ edilmesi olduğu bilincine ulaşmışlardır. Bu yüzden, herhangi bir Batılı ülke, ulusun ve devletin birliği ilkesini zedeleyecek herhangi bir gelişime izin vermemekte, bu yapıyı koruma konusunda son derece kararlı davranmaktadır. Buna karşılık, sözkonusu ülkeler, günümüzde “küreselleşme/globalleşme” gibi cezbedici ifâdelerin arkasına sığınarak sürdürmeye çalıştıkları “yeni sömürgeciliği” kalıcı/sürdürülebilir hâle getirmek için, hedef aldıkları ülkelerde -varsa- ulus-devlet yapılarının zayıflatılmasını, -yoksa- gelişmesinin önlenmesini öncelikli hedef olarak görmektedirler. Bu amaçla, ilişkide bulundukları bu tür ülkelere, ırk-inanç gibi unsurlar bağlamında bölünmelerini ve bu bölünmeyi sürekli kılmalarını sağlayacak toplum-devlet düzeni kurmaları konusunda telkinlerde ve/veyâ dayatmalarda bulundukları müşahede edilmektedir. Lübnan, Bosna, Irak ve benzer durumdaki daha pek çok ülke, bu politikanın bâriz/somut kanıtları olarak karşımızda durmaktadır. Hedefteki son ülkenin Suriye olduğu, her türlü izahtan varestedir.
Kökeni ve inancı nedeniyle parça parça olan toplumların artık hiçbir konuda bir araya gelebilmeleri, hiçbir konuda millî bir politika tatbik edebilmeleri kabil olmamaktadır. Örnekleri gözümüzün önündedir. Lübnan toplumu, tamâmı aynı ırka mensup, aynı dili konuşan insanlardan oluşmaktadır. Hâl böyle iken, Fransız sömürge idâresi tarafından bilinçli ve kasıtlı olarak “Müslüman-Hristiyan, Sünni-Şii, Dürzi-Marunî” gibi gruplara bölünen toplum, ortak değerler ve ülküler etrafında bütünleşmiş bir “millet” oluşturamamaktadır. Sömürge idâresinin sona ermesinin üzerinden yaklaşık üç çeyrek asır geçmiş olmasına rağmen, her toplum kesiminin meclis, ordu ve bürokraside ayrı kotalara sâhip olmasına dayalı anayasal düzen, toplumun bütünleşmesine imkân vermemekte, grup çıkarları ülke çıkarlarının önüne geçmektedir. Bunun sonucu olarak, İsrail ülkeyi işgâl ederken, bir kesim onunla savaşmakta, toplumun başka bâzı kesimleri ise düşmana alkış tutmaktadır. Bu durum, ulus-devlet olamayan toplumların hepsinde de geçerlidir. Hâlén Suriye’de yaşananlar, bu gerçeğin bir başka kanıtı durumundadır.
İmparatorluğumuzun külleri üzerine -binbir yokluk içinde- ve çetin bir mücâdelenin sonunda kurulmuş olan Türkiye Cumhûriyeti, yüzyılı aşan târihinde, pek çok devleti târih sahnesinden silebilecek şiddette iç-dış siyâsî-toplumsal sorunlarla boğuşmak zorunda kalmış olmasına rağmen, bunların hepsinin de üstesinden gelmeyi başarmıştır. Bunda en büyük âmilin, “milletin ve devletin birliğine duyulan inanç ve güven” olduğuna şüphe yoktur. Türk Milleti, son olarak 6 Şubat depreminde, millî birlik ve dayanışma duygusunun ne kadar muhkem olduğunu bir kez daha ortaya koymuş, kendiliğinden örgütlenen vatandaşlarımız, devlet kurumlarının yetersiz kaldığı durumlarda, gerekli yardım çalışmalarını başarıyla yürütmüştür.
Türkiye, “iyi yönetildiği” takdirde, mâkûl bir sürede -hiç zorlanmadan- dünyânın en büyük ilk 10 ekonomisi arasına girebilecek potansiyeli hâizdir. Bu hedefe ulaşılabilmesi için, “devletin kuruluş ilkeleriyle barışık olmak, kaynakları etkin ve verimli bir şekilde kullanmak, israftan kaçınmak, liyakate önem vermek, devlet kurumlarının “kurumsal yapısını” güçlendirmek, hukuk güvenliğini tesis etmek, demokratik nizâmın gelişmesini ve kökleşmesini sağlayacak önlemleri almak, eğitimin kalitesini artırmak, tasarruf oranını yükseltmek, ülke içinde üretimi özendirmek, yüksek teknoloji üretimini ve ihracatını teşvik etmek, ortak aklın inşasına çalışmak, kısa vâdeli çıkarlar için ülkenin uzun vâdeli kazanımlarını fedâ etmemek” gibi hususlarda dikkatli, özenli ve ısrarcı olmak lüzumludur.
Kanâatimiz odur ki, Türkiye, “kurgusal/öğretilmiş” sorunlar yerine gerçek sorunlarıyla meşgûl olduğu takdirde, yalnızca içeride huzur ve refahı sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda uluslararası alanda da sözü dinlenen, itibar edilen bir ülke hâline gelecektir.
Hál böyle olmakla birlikte, bâzı kesimlerin muhtelif nedenlerle “ulus-devlet düşmanlığı” konusunda güç birliği yapmaları, ülkemizin -asıl sorunları yerine- “kurgulanmış/öğretilmiş” sorunlarla uğraşmasını gerektirmektedir. Kurgulanmış/öğretilmiş sorunların en önemlisi, şüphesiz terör sorunudur. Türklüğün, gaflet içindeki bâzı kesimler tarafından, bütün vatandaşları kuşatan/kucaklayan bir kimlik tanımı olmaktan çıkarılıp, etnik bir kimlik derekesine indirilmek istenmesi, bölücü faaliyetlere kısmen de olsa meşruiyet ve ideolojik zemin sağlamakta, bölücü terör işte bu zeminde yaşama ve taraftar edinme imkânı bulmaktadır.
KÜRESEL HESAPLAR YENİDEN YAPILIYOR
Bundan sonra olacakları tahmin edebilmek için kâhin olmaya gerek yoktur.
ABD, Irak’tan sonra, Sûriye’de de bir uydu devlet kurulması için gerekli zemininin oluşmasını sağlamıştır. Bu yapının güçlenmesi ve meşruiyet kazanması için elinden geleni yapacaktır. Bu konuda Türkiye’nin iknâ edilmesinin büyük önem taşıdığının farkındadır.
Irak’tan sonra Sûriye’de de bir özerk Kürt yapılanmasının tesis edilmesi durumunda, Türkiye güneyden tamâmiyle kuşatılmış olacaktır. Bu sürecin sonunda, sıranın eninde sonunda İran ve Türkiye’ye geleceği, muhakkaktır.
Şâyet Türkiye, gerekirse çatışmayı göze alarak, birinci Körfez Harekâtı sırasında Çekiç Güç’ün kurulmasına engel olabilse ve Kerkük-Musul konusunda kırmızı çizgilerini kararlılıkla savunabilmiş olsaydı, terör sorunu da dâhil olmak üzere, elán yaşanan sorunların pek çoğu yaşanmıyor olabilirdi. Irak’ta yapılan hatâ Sûriye’de de tekrarlandığı takdirde, Türkiye’yi savunmak çok daha zorlaşacak, daha da önemlisi içeride Türk Milletinin birliğini tesis etmek giderek güçleşecektir.
ABD ve İsrail, Irak ve Sûriye’de, buralardaki yerel Kürt yapılanmaları eliyle, petrol ve doğalgaz kaynaklarına el koymak niyetindedir. Bu sağlanabildiği takdirde, bir yandan İsrail’in enerji tedârik güvenliği sağlanmış olacak, aynı zamanda da Bölge’de yürütülen operasyonların mâliyeti karşılanmış olacaktır. ABD’nin askerî harcamaları yıllık 1 trilyon doların üzerindedir. Bütçesi ve dış ticâreti açık veren, kamu borcu dünyâda en yüksek ülke olan ABD, dış askerî operasyonları sürdürmekte zorlanmaktadır.
ABD’nin Türkiye ve İran politikası da değişmiştir. Geçmişte, İran’ın varlığı, ekonomik ve teknolojik yönden baskı altında tutulması kaydıyla, ABD’nin Bölge’deki etkinliğini tahkim etmeye yarayan bir araç işlevi görmekteydi. İsrail ve İran’ın şerrinden ürken petrol ve doğalgaz zengini Arap ülkeleri, ABD ile yakın olmak zorunluluğunu duymakta idiler. Ancak, Çin’in küresel bir güç olarak giderek güçlenmesi, bu ülkenin pazar ve hammadde kaynaklarının kontrol altına alınmasını -ABD için- zorunlu hâle getirmiştir. Bu sebeple, Çin’in doğal müttefiki konumunda olan İran’da rejim değişikliğinin sağlanması ve Irak/Sûriye/Lübnan benzeri bir yapıya kavuşturulması elzem olarak görülmektedir.
Uzun yıllardır uygulanan ambargolardan bunalan İran halkının molla rejimini devireceği beklentisi gerçekleşmemiştir. Bu nedenle, İran’da da muhtemelen Kürt kartı devreye sokulacaktır. Ancak, İran’ın çökertilmesi için Kürt kartının yeterli olmayacağı bilinmektedir. Bu nedenle, İran’da etnik temelli bir parçalanmanın sağlanması, Türk ve Arap unsurlarının da katkısını gerektirmektedir. Şu kadar ki, İran’da yaşayan ve yaklaşık bin yıl boyunca bu ülkeyi yönetmiş olan, yüksek bir kültüre ve devlet yönetme tecrübesine sâhip olan İran Türklüğünü, ABD-İsrail emelleri doğrultusunda kullanmak kolay olmadığı gibi, -Sovyetlerin çöküşüne benzer şekilde- ileride büyük Turan Birliği’nin gerçekleşmesiyle sonuçlanabilecek bir gelişmeye yol açılması da kabildir. Böyle bir gelişmenin ABD tarafınca istenmeyeceği, izahı gerektirmeyecek bir husustur.
ABD’nin Türkiye politikası kökten değişmiştir. Soğuk savaş döneminde -mecburiyetten ötürü- Türkiye ile müttefik olma zorunluluğunu duyan ABD için, Türkiye artık müttefik değil, küresel emellerine engel olma potansiyeli taşıyan, bu sebeple de kontrol altında tutulması ve hatta güçsüzleştirilmesi gereken bir ülke durumundadır. Bu politika dönüşümünün gerekçelerini ayrıca ayrıntılı bir şekilde tartışmak gerekir. Şu kadarını söyleyelim; ABD, Anadolu, İran ve Türkistan Türklüğünün birleşme ve yeni bir küresel güç merkezi hâline gelme ihtimâlinden -en az Rusya ve Çin kadar- çekinmekte ve bu ihtimâli daha baştan elemine etmek istemektedir.
Anadolu ve İran Türklüğünün birleşmesi, dünyadaki bütün dengeleri değiştirir. Bunun için, İran’ın parçalanması da gerekmez. İran Devleti’nin Fars ırkçılığına dayanan politikalarını gevşetmesi, eğitim ve kültür alanlarında Türkçe ve Türk Kültürüyle ilgili kısıtlamalar konusunda mâkûl düzenlemeler yapılması, Türkiye ile ilişkilerin önyargısız biçimde geliştirilmeye çalışılması yeterlidir. ABD-İsrail ikilisi elbette bu durumun farkındadır.
Kürtler eliyle Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye çalışırken, Türk Birliğinin önünü açmak gibi bir çılgınlıktan kaçınacaklarına şüphe duymamak gerekir. O hâlde, dört ülkeye dağılmış vaziyetteki Kürtlerde bağımsızlık heyecanı uyandırarak, onları kendi emelleri doğrultusunda kullanırken, aynı zamanda -yalnız Bölge’de değil, bütün dünyâda dengeleri değiştirecek olan, Türklerin aslında beşyüz yıldan buyana hayâlini gördükleri- Anadolu ve İran Türklüğünün kucaklaşmasına da engel olmak gerekmektedir.
Anadolu ve İran Türklüğünün kucaklaşmasının engellenmesi ve Türklerin -küresel politikalar bakımından- bir tehdit olmaktan çıkarılması, şu üç şeyin yapılmasına bağlıdır; Karşılıklı olarak mezhep taassubunun körüklenmesi, buna bağlı olarak özellikle Türkiye’de Eşârî-selefî İslâm yorumunun yaygınlaştırılması ve Türkiye Cumhûriyetinin lâik ve ulus-devlet niteliğinin ortadan kaldırılması…
YENİ TUZAK: TÜRKİYELİLİK
Terör örgütüne ve bölücü harekete bundan sonrası için biçilen rol, demokratikleşme, birey ve grup hakları, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, kamu hizmetlerinin etkinliğinin artırılması gibi gerekçelerin arkasına sığınılarak, yâni siláhsız yöntemlerle, üniter yapının -adım adım- delik deşik edilmesidir. Bunun için, Lübnan benzeri, Anayasada etnik grup tanımlaması yapılması, farklı kesimler için kotalar konulması gibi uygulamalara ihtiyaç yoktur. Anayasa’nın 3., 14., 42. ve 66. maddelerinin değiştirilmesi yeterlidir[1]. “Devletin dili, eğitim dili, Türk Vatandaşlığı, temel hak ve hürriyetlerin Devletin temel niteliklerini ortadan kaldırmak için kullanılamayacağı” konularını düzenleyen bu maddeler “Türk’süz” bir şekilde düzenlendiği takdirde, Türk Devleti “Türklerin Devleti”, Türkiye “Türklerin ülkesi” olmaktan çıkarılacak, târihin en eski milletlerinden birisi olan, binlerce yıllık târihinde “yeryüzünde barış ve huzuru tesis etmeyi” ilâhî bir görev addeden, Anadolu’da son bin yıllık zaman diliminde irili-ufaklı onlarca Haçlı Seferine göğsünü siper eden, târihi boyunca “zâlimlerin düşmanı, mazlumların koruyucusu” olan Türk Milleti, bir etnik topluluk derekesine indirilmiş olacaktır.
Millet, ortak değerleri, vatanı, kültürü ve dili olan, bir arada yaşama irâdesini inşâ etmiş, bu irâdenin sürdürülebilir olmasını sağlayan ilke, kurum ve kuralları oluşturmuş, birlikte yaşama konusundaki kararlılığını -nesiller boyunca- “güçlüklere birlikte katlanarak, sevinçleri birlikte paylaşarak” kanıtlamış, bağımsız yaşama kabiliyetini kazanmış toplumları ifâde eder. Düşmana karşı, sırt sırta vererek birlikte döğüşmek, felâket zamanlarında birlikte ağlamak, zaferleri ve sevinçleri paylaşmak için, “millet” olmak gerekir.
Türkiye “Türk ülkesi” olmaktan çıkarıldığında, ülke bir “etnisiteler mezbeleliği”ne dönüştürülecektir. Bu durumda, okulların, işyerlerinin, mahállelerin, şehirlerin kısa bir müddet içinde ayrışmaya başladığını göreceğiz. Böyle bir toplumda, hiçbir işin liyakate dayalı olarak yapılması/yaptırılması sözkonusu olmayacak, toplumda “ayrışma” ve “etnik yarışma” başlayacak, ülke meseleleri konusunda toplumda ortak bir tavır oluşturulması imkânsız hâle gelecektir. Türkiye’nin üniter yapısının berhava edilmesini isteyenlerin amacı da zâten budur. Terör örgütünün siyâsî uzantısı olarak kabûl edilen partilerin yönetiminde olan bâzı belediyelerde, memurların ve vatandaşların Türkçe konuşmalarına engel olunduğu, Türkçe konuşanların işlerinin yavaşlatıldığı; bâzı şehirlerimizde okullarda Türkçe konuşan öğrencilere baskı uygulandığı, istihdam konusunda etnik ayrımcılık yapıldığı yolundaki iddialar sürekli gündeme gelmektedir. Üniter yapı ortadan kaldırıldığında, bu tür uygulamalar hukûkî bir nitelik de kazanacak, üstelik Devlet ayrışmayı körükleyecek her türlü uygulamayı bütçeden “milletin parasıyla” desteklemek durumunda kalacaktır.
Okullarda edebiyat dersi okutulacak, ancak ismi “Türk Edebiyatı” olmayacaktır. Târih dersi okutulacak, ancak ismi “Türk Târihi” olmayacaktır. Türklüğe ait ne varsa, yeryüzündeki herhangi bir topluma ait bir şey gibi sunulacak, Türklük bilincinin zaman içinde sönümlenmesine çalışılacaktır. “Hep birlikte Türk Milletiyiz” söylemi, cezâ kanunlarıyla yasaklanan ırkçılık suçlamasına muhatap olacaktır. Türklük, bin yıldır Anadolu’yu Türklerin elinden almayı şiâr edinen ehli salip için ortadan kaldırılması gereken bir tehdit unsurudur. Bin yıl boyunca er meydanında başaramadıkları bu işi, şimdi, ideolojik yanılgıları nedeniyle, içeriden birilerinin “ulus-devlet yapımızı berhava etmelerini sağlayarak” gerçekleştirmek emelindedirler. Her türlü olumsuzluğun -maksatlı olarak- Türklüğe mâl edildiği/edileceği bir ortamda, Türk çocuklarının, bir-iki nesil sonra, muhtemelen Türklükten “kaçışları” hızlanacak, kendilerini Lidyalıların, Hititlerin ya da Asurluların torunları gibi gören, öyle olduğuna inanan insanlar hâline geldiği görülecektir.
Yeni sömürgecilik, sürdürülebilir bir küresel sömürü düzeni tesis edebilmek için, sömürülen toplumların, sömürgeciye karşı hiçbir şekilde “birlik olmasına” imkân vermeyecek bir toplum ve devlet düzeni kurmayı amaçlamaktadır. Arzulanan, hedef toplumların barış, huzur ve refah içinde yaşaması değil, sömürüye karşı gelecek bir güç oluşturmalarının önüne geçilmesidir. Bu niyetin/yöntemin son örneğini, ABD Başkanı Trump’un Ukrayna’ya yaptığı çirkin, hodkam ve ahláksız öneride görüyoruz.
Anayasa’dan Türklüğün çıkarılması konusundaki telkin ve dayatmaların, kendilerini dindar-muhafazakár olarak tanımlayan okumuşların önemli bir kısmının da dâhil olduğu bir kesimi rahatsız etmediğini, bu cenahın “Türklük” yerine “İslâm/Din” faktörünü ikâme etmeyi tasarladığını müşahede ediyoruz. Açık söylemek gerekirse, bu durum, Türkiye’nin ulus-devlet yapısının tasfiye edilmesini arzulayan “dış çevreleri” hiç rahatsız etmediği gibi, amaçlarına da son derece uygun düşmektedir. Çünkü, topluma din kurallarının dayatılmasının ne tür sonuçlar ortaya çıkardığını, Afganistan’dan Lübnan’a kadar, pek çok ülkedeki uygulamasından görebiliyoruz; çatışma ve istikrarsızlık süreğen hâle gelmektedir. Millî Devletimizden rahatsız olanların asıl isteği de bu değil mi zâten? Üstelik, günümüzde, İslâm/Din olarak topluma vazedilen ilkeler/kurallar, İslâm Dininin Eşârî/selefî yorumundan ibârettir. “İslâm Dininin aslına/özüne uygun bir şekilde yaşanması” düsturuyla insanlara telkin edilen bu anlayış, insanlığın günümüzdeki ve gelecekteki sorunlarına çözüm üretmek gibi bir amaç taşımadığından, berâberinde yozlaşmayı, dinden uzaklaşmayı, din kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalmak isteyenler içinse güncel hayâtın dışında kalmayı (yâni, Ortaçağlaşmayı) mukadder kıldığından, “medeniyetler savaşı” zaviyesinden bakıldığında, Müslümanları medeniyet yarışından dışlamak için uygun bir vasıta işlevi de görmektedir.
Kezâ, yukarıda bahsedilen Eşârî/selefî İslâm yorumu[2], farklı inanç, yorum ve anlayışlara karşı hoşgörüsüz olduğundan, düşünce ikliminin çoraklaşmasının yanısıra, farklı din, mezhep ve meşreplerdeki Müslümanlara ve farklı inanç sâhiplerine “inançlarını yaşama imkânı” tanımamakta, bu durum toplumdaki ayrışma ve çatışmanın şiddetlenmesine yol açmaktadır.
Aklı, bireysel sorumluluğu, ‘ahlâk, irâde ve vicdan’ gibi hususları önemsemeyen din yorumlarının, Dücâne Cündioğlu’nun da haklı olarak vurguladığı gibi, Müslüman toplumların -otoriter yönetimler tarafından- kolay yönetilmesine, toplumun “gücü eline geçirenler tarafından” içeriden ve dışarıdan daha kolay yönlendirilmesine imkân sağlamaktadır. Bu tür bir toplumda, demokrasi ve hukuk bilincinin gelişmesi elbette kabil olmamaktadır.
***
Peki, bütün bu mahzurlarına rağmen, binlerce yıllık târihi boyunca köklü bir millet-devlet bilincine sâhip olan Türk Toplumu, bahsedilen sürecin uygulanmasına nasıl râzı edilecektir?
Emârelerden anlaşıldığı kadarıyla, mütedeyyin vatandaşlarımız “din” faktörüyle (Üst değer, Müslümanlık), seküler vatandaşlar “barış ve Türkiyelilik” kavramlarıyla, milliyetçi kesim ise “devlet aklı böyle uygun gördü, devletin bir bildiği vardır” söylemiyle iknâ edilmeye çalışılacaktır.
Türkiye’de, son zamanlarda -muhtelif nedenlerden ötürü- ulus-devlet bilincinin zayıflamış olması, Türk Milletinin en büyük zaaf noktasıdır.
100 yıl önce olduğu gibi, aydınlık zihinlere çok iş düşüyor. Türk Toplumunun, karşı karşıya bulunduğu tehlikeler konusunda bilgilendirilmesi gerekmektedir.
SONUÇ YERİNE
40 yıl boyunca kan döken bölücü terör, silâhlı eylemler yoluyla arzuladığı hedeflere önemli ölçüde ulaşmış, vatandaşlarımızın bir bölümünde “etnik bilinç” oluşmasını sağlamış, Türkiye’nin kaynaklarını ve enerjisini soğurmuş, toplumun ve Devletin asıl dikkat ve enerjisini aslî meselelere teksif etmesini engellemiştir. Gelinen noktada, bölücü terör örgütünün şiddete başvurma imkânı kalmadığı gibi, silâhlı mücâdele yoluyla elde edebileceği bir husus da kalmamıştır. Bölücü hareketin, bundan sonra, hukuk ve siyaset yoluyla, üniter yapının tasfiyesi, Irak ve Lübnan benzeri -inanç ve etnisite temelli- bir toplum-devlet düzeni tesis edilmesi, Suriye’deki Kürt yapılanmasının tanınması, sözkonusu yapının serpilip gelişebilmesini sağlayacak yatırımların Türkiye tarafından yapılmasının temini konusunda çaba göstereceği, anlaşılmaktadır. Bu konularda, “içeriden” ve/veyâ “dışarıdan” söz alınmış olması muhtemel görünmektedir. Bu sürecin bir devâmı olarak, Türkiye’de mezhep/inanç temelli bir devlet-toplum düzeninin tesisinin önünün açılması, yâni lâiklik ilkesinden vazgeçilmek istenmesi de, kuvvetle muhtemeldir.
Türkiye için, devletin en önemli kuruluş ilkeleri arasında yer alan lâiklik ve üniter yapıdan vazgeçilmesi, bu ilkelerin işlevsiz kalacağı bir yapıya evrilmesi, felâket demektir. Millî birliğimiz paramparça olur.
Türkiye, gelecekte küresel bir güç olabilme potansiyeline ve yeteneğine sâhiptir. Bu nedenle, Devletimiz, başta ABD ve İsrail olmak üzere, Batılı güçlerin Kürt politikalarının, yalnızca Bölge’de etkinlik sağlamaya yönelik olmadığını, asıl amacın Türklüğün küresel bir güç hâline gelmesinin engellenmesi için kullanılan bir “aparat” olduğu gerçeğini gözönünde bulundurarak, konuya ilişkin politikalarını gözden geçirmeli, bu bağlamda Türkiye Cumhûriyetinin kuruluş esaslarını -değil değiştirmeyi- tahkim edecek önlemleri bir an önce almalıdır.
Türk Toplumu da, yaklaşık bir yüzyıl önce, uçurumun kenarından kurtarılan vatanı ebediyete kadar korumak ve yeniden büyük, güçlü ve müreffeh bir ülke olmak için, büyük Atasının miras bıraktığı emânetlere sâhip çıkmanın önemini kavramalı, bu bilincin gereğini yapmalıdır. Öyle ki, Türk Milleti ve Türk Devleti hakkında fenâ niyetler taşıyanlar, düşüncelerini değiştirmedikleri takdirde, Türk Milletinin öfkesine muhatap olacaklarını, bu ülkenin kendilerine hiçbir makâmı lâyık görmeyeceğini, anlamalıdır.
*****************
[1] Anayasa’nın;
“Devletin bütünlüğü, Resmî dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti” konusunu düzenleyen 3. Maddesinde, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. (……)”,
“Temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılamaması” konusunu düzenleyen 14. Maddesinde, “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz (……).”
“Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” konusunu düzenleyen 42. Maddesinde, “(……) Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez (……).”
“Türk vatandaşlığı” konusunu düzenleyen 66. Maddesinde “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür (……).” denilmiştir.
[2] Eşârilik ve selefî İslâm yorumları arasındaki benzerlik ve farklılıklar, konumuz bakımından önem taşımamaktadır. Bu anlayışların ortak özelliği; demokrasi, lâiklik, hukuk devleti, ulus-devlet, modernleşme karşıtlığıdır. Akleden, sorgulayan, bireysel sorumluluğa önem veren, iradesini kullanan insan, bu anlayışlar için makbul müslüman değildir.