Tesettür ülkemizde uzun süredir çözülemeyen ve tartışmalara sebep olan bir sorun. Özellikle başörtüsü, bazı çevrelerin kabullenemediği, bazı çevrelerinse üzerinde söz hakkı iddia ettiği bir olgu haline geldi. İnanç ve ibadet esasının göz ardı edilip, siyasi grupların oyuncağı haline getirilen tesettürü, bu iki çevre üzerinden değerlendirmeye çalışalım.
“Devlet işlerine dinin karıştırılmaması” demek olan laiklik kavramının arkasına sığınan birinci kesim, laikliğin bu tanımını bireye indirgemeye kalktı. Hâlbuki laiklik, bir devlet ve toplum yönetim biçimini öngörürken, bireye din ve vicdan hürriyetini vermişti. İnsanı insan yapan manevi değerleri, din ve inanç hürriyetini hiçe sayıp, kendi fikirlerine göre insanları sınıflandıran bu grup, tesettürün de ancak bir yobazlık, cahillik sayılabileceğini, topluma ayrımcılık getireceğini savundu. Her yerde eşitlik ve özgürlüğün savunucusu olarak kendini gösteren bu kesim, zamanı geldi tesettürlüye eğitim hakkı dahi vermedi. Hatta Kur’an-ı Kerim’de açıkça var olan tesettür ayetinin olmadığını ileri sürecek duruma geldiler. Laikliğin bu denli çarpık yorumu aslında lale devrinden beri batıya duyulan hayranlığın ve bunun sonucunda, milletimizin bazı çevrelerinde oluşan ezilmişlik duygusunun bir ürünüydü. Özellikle cumhuriyet dönemine gelindiğinde, modernleşmenin sadece kılık kıyafette -yani şekilde- değişim olarak algılanmasıyla “batılılaşma” daha doğrusu “batılı gibi görünme” bir hastalık haline geldi. Sonucunda, bu çevrelerce kadının açılma oranıyla modernleşme oranı eşit kılındı.
Kendilerini “en iyi Müslüman ve dindar” olarak tanıtan ve çoğunluğu genç erkek kardeşlerimizden oluşan ikinci kesim ise tesettürün tüm insanlara emredildiğini unutarak, “erkeğin tesettürü göz kapaklarıdır” düsturunca tesettürü sadece kadına has bir olguymuş gibi değerlendirmeye kalktı. Kadını ve tesettürü İslamiyet’in verdiği değerin çok dışına iten bu kesim, kadına “saklanılması gereken bir nesne” gözüyle baktı. Hâlbuki tesettür, kadını sosyal ve toplumsal hayattan soyutlamak için değil, aksine hayatta daha aktif kılabilmek için emredilmişti. Müslümanlığı bazı sayılardan, şekillerden ve hareketlerden ibaret gören bu kesim, iyi bir insan nasıl olmalı sorusunu bir kenara bırakıp, Müslüman kadın nasıl olmalı sorusunda kafa yordu. Müslüman bir kadının gülüşünden hareketlerine kadar, eğitiminden çalışmasına kadar her konuda kendilerinde söz hakkı buldular. Bu kesimin fikirlerinin İslamiyet’in bu kadar dışında kalmasının en önemli sebebi, amaçlarının tesettürü en güzel haliyle korumak yerine, kendi sözlerini dinletebilecekleri ideal bir eş(!) yaratmak olmasıydı. Amaç yanlış olunca sonuçlar da bir o kadar yanlış oldu. Ve artık en iyi bölümlerde okuyan kız öğrencilerimiz dahi, kadınların çalışmasını fuhuş olarak nitelendiren hocalara(!) güvenir hale geldi.
Bu kesimin tavrını biraz da toplumumuzda tesettürden ayrı olarak başörtüsünün geleneksel bir hal almış olmasına bağlayabiliriz. Geleneksel toplum yapısını mutlak doğru kabul edip, yenilenmenin önünü tamamen kapatmak davranışı bugün, birçok grubun tek hakikati olarak ortaya çıkmaktadır. Tesettürün amacının, nasıl olması gerektiğinin farkında olmayan ve hatta tesettürü moda haline getiren bir kitle hızla artmakta, bunu inkâr edemeyiz. Fakat bir kadının fıtri olarak taşıdığı estetik giyinme olgusunun hepsini tesettür dışı olarak nitelendirmek, kadının giyiminin sadece tek tip ve tek renk kıyafetlerden ibaret olması gerektiğini iddia etmek, sığ görüşlerin ürünü olsa gerek. Bu yüzden şunu bilmeliyiz ki başörtüsü ve tesettür İslam’ın ilk şartı olmadığı gibi, Müslüman ve inançlı bir kadın olmanın da tek şartı değildir. Diğer ibadetlerimiz gibi şekilden ibaret kaldığında manası ve ruhu kalmaz. Tıpkı dedikodu ettiğimizde orucun, hak yediğimizde namazın bir manası kalmadığı gibi.
Görüldüğü üzere “yobazlık” ve “örümcek kafalılık” şekille değil zihniyetle olmaktadır. Bu cahil zihniyetlerin her ikisi de, üzerinde ahkâm kestikleri konularda doğru dürüst okumadıkları, kavramları yeterince anlamlandıramadıkları için bu hale gelmişlerdir. Okuma tembelliğimizin acısını yıllardır çektiğimiz halde, hâlâ akıllanamadık ve kavramlar kargaşasında böyle krizlere tutulup kaldık. Tarihi bir safhaya gelen milletimizin artık kavramlar kargaşasını geride bırakmış olması ve çok daha önemli meselelere kafa yorması gereklidir. Eğer biz hep birlikte Türk milleti olmayı öğrenme yolundaysak, bir kadının inancına dil uzatmayı laiklik zanneden fikirleri de, İslamiyet’i şekilden ibaret gören fikirleri de içimizde barındırmamalı ve bu zihniyetlere söz hakkı vermemeliyiz.