Dr. Sait BAŞER
Bu toplantıda ortaya çıkan konular, yıllardır üzerinde durduğumuz, düşündüğümüz, yazdığımız, dertlendiğimiz meselelerdir. Ben ortadaki tabloya bakıp müktesebatımı gözden geçirdiğimde çok değişik şekillerde bir sunum yapmanın mümkün olduğunu görüyorum; ama şöyle bir çizgi izleyeyim dedim.
Birincisi millet olmayı değerlendirelim. İnsan dediğimiz varlıkların bir araya geldiği topluluğa biz millet diyoruz. İnsan olmadan millet mümkün değil. İnsanın da millet kavramı bağlamında değerli olmasını sağlayan, vazgeçilmez olmasını sağlayan bir takım ortak değerler var. Çünkü insan ancak bir takım değerler yüklendiğinde insandır ve kendisi de ayrıca değer üreten bir varlıktır. Fakat bu değer nasıl üretiliyor?
Bu meseleler üzerinde biraz halvet olup derinlemesine anlamaya çalıştığımda en temelde insandaki inanma yeteneğini görüyorum. İnanma yeteneği!… İnanç sistemlerine gönderme yapmıyorum şu anda, inanç sistemlerinden söz etmiyorum. İnsanda mevcut yalın haldeki inanma yeteneğinden söz ediyorum sadece. Bu yeteneğin insânî davranışın tamamını şekillendiren bir zemin olduğunu düşünüyorum.
Şöyle ki: kültürün bir takım başlıklarını konuşuyoruz. Dil diyoruz meselâ… Lügatteki hiçbir kelime ve kavram diğer fen bilimlerinde olduğu gibi ispat konusu değildir. Çiçek kelimesinin neden böyle tertip edildiğinin tartışması yapılamaz. Çiçek kelimesinin çiçeğe delâlet ettiği üzerinde mutabık kalınır sadece. Ve o kelimenin o eşyaya, o nesneye o kavrama tekabül ettiği kabul edilir; ki ben kabul kavramını inanma kavramının bir şubesi olarak düşünüyorum, onu da söyleyeyim. O inanmanız devam etmediği sürece, o kabulünüz devam etmediği sürece çiçek kelimesini ikinci bir defa o nesne yerine kullanamazsınız. Aslında söz ile anlam arasında hiçbir organik irtibat yoktur. Yani taş kelimesi ile tabiattaki o nesne arasında hiçbir ilişki yok. Ama biz kelimeleri o nesneye tekabül ettiğine inanmak suretiyle ve bu inancı devamlı diri tutmak sayesinde kullanmaya devam ederiz. Dilin tamamı bu durumda.
Buradan bakıldığında da her toplum lügatinin o toplumun inançlarının kitabı olduğunu söylemek mümkündür. Toplumların neye ve nasıl inandığını tartışmıyoruz; ama en azından her kelimenin arkasındaki “anlam”a inanıyoruz. O kelimenin filan anlama geldiğine inananlar arasında bir inanma ortaklığı sağlandığı takdirde toplumsallaşma ortaya çıkıyor.
Anlamın ortaya çıktığı yer aslında inanmalarımızın meydana geldiği düzlemdir. İnanmalarımız bir düzlem ise, adına anlam dediğimiz şey o düzlemde bir takım sınırların belirlenmesinden ibarettir. “An” Türkçe’nin birçok şivesinde sınır demektir. Bir tarafıyla bellek, bir tarafıyla uyarı, ikaz demek… Aslında hepsi birbiriyle ilişkili. Semantik çerçevesine baktığımızda bunların hepsinin birbiriyle ilişkili olduğunu da görürsünüz. Sınırlandırma o inanmanın meydana getirdiği genel düzlemin, dünya görüşünün, genel varlık algısının üzerinde belli sınırlar ortaya koymaktadır. Anlam dediğimiz şey o sınırların içinde var saydığımız muhtevadır. Esasen öyle bir muhteva da yoktur. Eğer biz icat etmezsek… Yani öznenin olmadığı yerde anlamdan bahsetmek mümkün değildir. Dış tabiatta varlık görüntülerini, tecellilerini ne kadar gösterirse göstersin, ona o anlamı yükleyen bir özne olmadıkça anlamdan söz edilemez. Dolayısıyla anlamda inanmalarımızın üzerindeki belirlemelere (an-la-ma-lara) odaklanıp genel kavrayışımız sayacağımız inanmadan damıtıp özelleştirdiğimiz bir anlam yaratırız. Yani anlamın çerçevesini belirlerken diğer komşu anlamları ihmal edemeyiz. Çünkü izafet orada kaçınılmaz bir şeydir. Diyelim ki vefa kavramından bahsedecekseniz, o çerçevede mecburen sevgiden, sadakatten, ihlastan vs.den de bahsedeceksiniz. Ancak komşuluk ilişkilerine bakarak vefa kavramını tarif edebilirsiniz. Komşuluk ilişkileri dendiğinde de bu ilişkiler halka halka genişler. Lügatin tamamına kadar bunu genişletebilirsiniz. Yani belirlediğiniz ve anlam dediğiniz çerçeve: “Oluşumu itibariyle, şekillenmesi, biçimlenmesi itibariyle genelin olgunlaşıp özelleştiği bir alan iken, işleyişinden bakıldığında da o özelin genelin her bir elemanıyla kurduğu ilişkilere, yani özelin genele akışına varır.” O akışı sağlayan merkeze anlam adı verilmiş.
Buradan bakıldığında kültürün her bir elemanı diğer elemanlarıyla kopmaz, ayrılmaz ilişkiler içerisindedir. Kültür birbirlerini belirleyen, tayin eden anlamların ortaya koyduğu organik bir yapıdır. Elbette ki anlamın ortaya çıkışı özneye bağlı; ama insan da sübjektif bir varlık. Dolayısıyla her anlama sübjektiftir. Dolayısıyla anlam’a bir standart belirlemek kolay değildir. İşte burada anlamaya dair bir standart veya bir ortak alan arayışımız, anlaştığımız alanı, yani toplumsalı bulmak ihtiyacımızdan kaynaklanıyor. Çünkü “anlaştığımız alan” dediğimiz şey bizim kültürümüzdür. Kültür, üzerinde toplumsal mutabakat sağladığımız anlaşma alanımızdır. Dil ile, tarih ile, sanat ile, din ile vs.ile…
Tabii başka bir şey daha oluyor. Anlamanın kendisinde zımnî olarak bir tür yorum da var. Son zamanlarda anlama-yorumlama söyleyişi bir hayli moda oldu. Anlamanın kendisi, anlayan kişi nezdinde zaten zımnen bir yorumdur. Her anlama anlayan tarafından yapılmış bir yorumdur. Fakat anlamayı belirleyen öznenin alt yapısındaki elemanlar da bilhassa önem taşıyor. Hepimizin takdir edebileceği gibi, anlamayı belirleyen elemanlar nedir? Diye bakacak olursak, burada mesela tecrübe çok önemli, kültürel taban çok önemli bir değer kazanıyor. Değerler sistemi çok önem kazanıyor, değer çok önem kazanıyor. Yani hangi kültür muhitinin çocuğu iseniz o bağlamda bir anlam yaratıyorsunuz. Nasıl bir tecrübeden geliyorsanız o tecrübe ışığında anlamlandırma faaliyetindesiniz.
Burada genel çerçeveyi ilgilendiren bir sonuç çıkabilir. O da yaşanmış olan ortak tecrübenin anlamaya olan etkisidir. Nasıl ferdî planda anlamalarımızı yaşadığımız tecrübeler belirliyorsa, toplumsal planda da yaşanmış olan bir ortak tarih var. Kullanılan ortak değerler, ortak bir gelenek, sanatlar vs… Bunlar toplumsal yaşantımızda bir anlaşma alanı tayin ediyor. Esasen toplumun ortaya çıktığı yer o anlaşma dediğimiz alandır. Çok fazla başınızı ağrıtmak istemiyorum. Bu konu bir hayli açılmaya müsait. Üzerinde çok konuşulabilir. Konuşulmalıdır. Biz pek bu alanlardan meseleye giremedik, bakmadık. Bakılmasında çok faydalar görüyorum.
Bildiğim kadarıyla Anglo-Sakson ampirizmi ve Fransız pozitivist geleneği karşısında Almanlar’ın paçalarını kurtarmalarını sağlayan, şimdi hermonotik adıyla anılan cereyandı. Dilthey’den itibaren bu anlama-yorumlama tetkikleriyle, bilginin kültürel değer ve tabanı fark edilmiştir. Böylece fen bilimleriyle diğer insan bilimleri arasındaki ilişki deşifre edilmiştir. Bu deşifreden itibaren bilimleri pozitif bilimler, sosyal bilimler diye ayırmanın dahi çok su götürür olduğu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla birtakım temel değerler üzerinde yeni arayışlar, yeni tarifler peşinde isek, bizim de o teknikleri kullanmamız lazım. Bu bakımdan o meseleler üzerinde daha çok konuşulması gerektiği fikrindeyim. Ben “Toplumsal Aklı Anlamak” adlı kitabımda bu konuları hayli analiz ettim. Ancak burada işin teorik tarafıyla ilgili daha fazla başınızı ağrıtmak istemiyorum.
Ortak tecrübe ve anlaşma alanı dediğimiz konunun bazı alt başlıklarına değinmek lazım. Sonra arzu edilirse derinleşilebilir. Benim acizane kanaatim şudur; gerek Niyazi Öktem hocamın, gerek Mustafa Erkal beyin değindikleri ana fikirlere esas itibariyle bir itirazım yok.
Evet, bir çeşitlilik olmuştur ve millet kavramını ırk etrafında oluşturmaya çalışmak bize batı’dan gelen bir hastalıktır. Yahya kemal’in tabiriyle “Ne yazık ki…” diyor, “Batı’dan gelen milliyet nazariyesi dahî bizim milletimizin aleyhine olmuştur ” Ben üstada iştirak ediyorum. Millet nazariyesi dahi zaman zaman ciddî anlamda zararlar verdi. Zaman zaman iyi düşünülmeden bir takım kararlara mesnet teşkil ettiğini düşünüyorum.
Ancak, bu çeşitliliğe itiraz etmemekle, katiyen itiraz etmemekle o çeşitliliğin devam etmesi gerektiğine de inanmakla beraber; şunu da söyleyeyim ki, Türk kültürünün bir ana iskeleti, omurgası olduğu kanaatindeyim. O iskeleti, o omurga çizgisini göz önüne almadan çeşitlilik fikri üzerinden gidilerek bir millet kavramı oluşturmanın mümkün olmadığı kanaatindeyim. Homojen bir toplum yaratmanın düşünceyi durduracağı fikrindeyim. Çünkü homojen ortamda akıl denen meleke işlemiyor. İnsan zihni fark kavramı üzerinden çalışıyor. Çokluk üzerinden çalışıyor. Homojen ortamda akla ihtiyaç yoktur. Çokluğun çeşidin, çeşitliliğin olması şarttır. Türk siyaset ve kültür tarihine baktığımızda bu yapının bir imparatorluk geleneğinin eseri olduğunu tespit etmek için çok derin tarihçi olmaya gerek yoktur. Yapı ortada. Bilebildiğimiz kadarıyla bizi daha fazla ilgilendiren Batı kolu dediğimiz kolun macerası ortada. Bu Göktürk, Karahanlı, Gazneli, Selçuklu, Osmanlı tecrübesidir. Çizgi açıktır. Ha buna bir takım ikinci derecede önemli tarihî unsurlar (önemsiz demiyorum ama bu çizgi bakımından ikinci derecede kalan bir takım şeyleri) ekleyebilirsiniz, çıkarabilirsiniz; ama böyle bir çizgi var. Bu çizgi bir imparatorluk geleneği çizgisidir. Elbette ki bir takım etnik konular üzerinde ısrarla böyle bir gelenek kurulamaz.
Yani bin yıldan beri sadık teba olan Kürtler’in bugün baş kaldırışında homojen toplum yaratma projesinin yatmadığı söylenebilir mi? Diğer sebepleri reddetmiyorum. Demin Mustafa Erkal hocanın söylediklerine bir itirazım yok; ama esas itibariyle 4 yaşındaki anaokuluna giden çocuklarımıza İngilizce öğreterek, İngilizce konuşturmaya çalışarak çarpık bir eğitim sistemi kurarken, adama kendi dilinde ana! demesini yasaklarsanız, orada bir reaksiyon doğar. Bunu şimdi paşalarımız da söylüyor. Geçmişte halka saygı olmasaydı biz böyle bir tarih yaratamazdık. Çünkü bu tarih bir imparatorluk geleneğidir. Oradan Abdülkadir Donuk hoca imparatorluk kelimesine belki itiraz ediyor içinden; ama o itiraza katılıyorum, elbette ki bir sömürgeci imparatorluk emperium manasına kullanmıyorum. (Sizin vaktiyle verdiğiniz bir tebliğ hala zihnimde duruyor.) Bir materyalist çizgi değil; bu çizgi hizmet çizgisi ve bunu sağlayan şey ise Türk Töresi’dir. Türk Töresi evrensel bir sistemdir. Nereden biliyoruz evrensel olduğunu? İşte Kutadgu Bilig ortada. Kutadgu Bilig apaçık Kut kazanma bilgisi anlamındadır ve Yusuf Has Hacib de Kut kazanma unsurlarının birer Töre hükmü olduğunu söylüyor. Kut kazanma bilgisi aslında Töre’dir. Töre’nin öteki adıdır Kut Kazanma Bilgisi. Türk imparatorluk geleneğinin kurucu fikri Töredir. Töre evrenseldir. Belli bir topluluğa has değildir. Bilge Kağan’ın “Az milleti çok kıldım” ifadesini başka türlü açıklayamayız. Keza bir Hun hükümdarının Çin imparatoruna yazdığı bir mektupta: “26 kavmi Hun yaptık” demesinin hiçbir mantalitesi olamaz. Devlet yönetme geleneğimizde baştan beri etnik bir ısrarın olmadığını söylemek namus borcumuzdur.
Peki devam eden ve kimliğin oluşmasını sağlayan değer nedir? İşte o değer Töre’dir. Töre’nin de ana kavramı adalettir (könilik).
Burada üzerinde çok fazla durulmayan bir noktayı arzetmek istiyorum. Çok önemsiyorum o noktayı. Niyazi Öktem hoca: “Atlı göçebe kültürler çevresini hareketlendirir, dedi. Doğrudur; ancak tarihin bize söylediğine göre, tarım toplumlarının sınıflı bir yapıya dönüşmesi kaçınılmaz olmuştur. Çin’e bakın, Hind’e bakın, Mısır’a bakın, Mezopotamya’ya bakın, eski Anadolu’ya bakın, Avrupa’ya bakın, Roma’ya bakın hepsi sınıflıdır. Hepsi tarım toplumudur. Bunlarda hiç mi büyük fikir yok. Böyle bir şey söylemiyorum. Ama sınıflı yapı ADALET kavramının işlemesine izin vermiyor… Bu nokta Türklüğün tarihi misyonunu anlamak bakımından son derece hayati bir noktadır. Türk kültürünün alâmet-i fârikası olan nokta ve Türk kültüründe kimliğin belirlenmesini sağlayan ana kavram adalet. Çünkü gerçekten mümkün olduğu kadar objektif bir adaletin işletilmesi söz konusu olsaydı sınıflı yapı çökerdi. Zulmün kaynağı zaten sınıflı yapıdır. Dolayısıyla hakim sınıflar hiçbir zaman adaleti uygulamayı kabul etmemişlerdir. Doğudan batıya kadar bütün sınıflı yapılarda bunu görürsünüz. Onun için Batı kültürlerinin ruh gücüne kapalı geleneği, bir öte dünya fikri taşıdığı için batı toplumlarında sınıflı yapılarında bir isyan bir ilhak-ı hak, sınıf mücadelesi var. Doğu toplumlarına bakıyorsunuz, doğu toplumları reankarnasyon ile adaleti bir sonraki hayatta aramaya şartlandırıldığı için adaletin peşine düşemiyor. Dolayısıyla bugün batıyı öne geçiren o sınıf kavgası şarkta yaşanmıyor. Bu apayrı bir süreç olarak üzerinde gerçekten konuşulmaya değer.
Burada parantez içinde ifade etmek istediğim bir husus var; içinden geldiğimiz gelenek sebebiyle sınıf çatışması kavramı üzerinde yeterince dikkatli durmadığımız kanaatini taşıyorum.
Marks’ın sınıf çatışmasına itiraz eden veya oradaki adaletsizliğe itiraz eden çığlığına ideolojik bir bakışla değil de, batının adaletsizliği açısından bakarsanız hak vermemek elden gelmez. Geçişsiz köle statüsünde bir toplum, kabul edilir bir şey değil…Asırlarca bu böyle devam etmiş. Bunu kolay anlayamıyoruz. Çünkü sınıflı bir geçmişten gelmiyoruz. Neden sınıflı bir geçmişten gelmiyoruz? Çünkü atlı hayat sınıflı yapıya, köleliğe izin vermiyor. At üstündeki insanı esir edemiyorsunuz, köle yapamıyorsunuz. İnsanlar kendilerini eşit statüde hissediyorlar adalet karşısında. Nitekim Kutadgu Bilig’de Küntogdu adıyla kişileştirilen Töre: “Herhangi bir yabancı yolcu ile benim bir yakınımı yargı karşısında birbirinden ayırmam. Birbirinden ayırdığımı göremezsiniz Bunlar denktir. Adalet karşısında bir hak bir ayrıcalık itirazı ve imkanı yoktur” der. Dolayısıyla Töre etrafında belirlenen siyâsî yapı olan boy teşkilatı (Türkler boy halinde örgütlenmiştir diyoruz ve bu da Töre’den gelen bir emirle yapılmaktadır) dışında kalabilmek de mümkün değildir. Hayat Töre çerçevesinde cereyan ettiği için. Töre aynı zamanda (bunu ben hep söylerim, bazı arkadaşlarım itiraz ederler ama) Töre aynı zamanda aslında Türklerin diniydi. Türk kimliğinin belirlenişini Töre’ye bağlamamızın sebebi de odur. Türk’le Töre kelimeleri arasında etimolojik ilişki kuran Türkologlar da var. Türeyişten gelmekte olduğunu söyleyen Gökalp bunlardandı. Bizim İ. Kafesoğlu hoca da bu fikre sıcak bakıyordu. Türemekle ilişkili olduğunu Tanrı’nın Törütgen (el-Hâlık) ismiyle ilişkili olduğunu düşünüyordu. Gök Tanrı inanışı, Töre dediğimiz sistemin merkez kavramıydı. Tek Tanrılı bir sistemle, inanma esaslı bir sistemle karşı karşıyayız. Ama bu modeli Türkler’in kendi sosyo-ekonomik yapısı ile irtibatsız görmek de mümkün değildir. Bunlar birbirlerini belirleyen şeyler. İnançları ile sosyo-ekonomik yapısı arasındaki ilişkiyi görmemezlikten gelemeyiz.
Burada çok kısa kısa başlıklar halinde arzedeyim. Türklüğün ilk belirlenişi Töre üzerinden olmuştur. İslâmiyet’i kabul ederken orada pek çok mezhep bulunduğu halde Türklük Maturîdî üzerinden İslâm’ı benimsemiştir. İslâmın Mâturîdî üzerinden benimsendiği tarihlerde Mâturîdî sağdır. 20 sene daha yaşamıştır. 920 lerdedir İslâm’ın kabulü malumunuz. 944’tür hazretin ölümü. Yani diyebiliriz ki Satuk Buğra Han’la İmam Mâturîdî’nin birbirinden habersiz olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bunun, yani İslâm’a itikatça Mâturîdî kapısından girmenin, bilerek ve bilinçli bir kararla oluşturulduğunu düşünüyorum. Belgele derseniz böyle bir belge yok. Türkler İslamiyet’i Mâturîdî anlayış üzerinden kabul ediyorlar. İtikadî anlamda, yani felsefî taban bakımından… Özelliği ise İmam Mâturîdî’nin, Töre’de de yakalayabildiğimiz, varlık ile Tanrı arasındaki o tenzih ve teşbihi birleştiren anlayışıdır ki devam etmiştir. Daha sonraki dönemlerde, özellikle ilk Türk mutasavvıflarda, M. Arabi halifesi Sadreddin Konevî’de bu anlayışın bilhassa mükemmel bir hale getirildiğini görüyoruz.
Bağlı olarak, Meşhur Şah İsmâil Yavuz Selim kavgası esasen siyasî bir kavgadır, dinî bir kavga değildir malumunuz. Şimdi biz gelirken Emin(Sezer) ağabey ile beraber Hatayî Deyişleri diye bir kaset bulduk onu dinliyoruz. Hatayî(Şah İsmail) sistemini alın tasavvuf sistemi üzerine koyun aynı şeydir. Birebir örtüştüklerini görürsünüz. Problem tamamen siyâsîdir. Anadolu Alevîliğine, binbir ilkesel katkı aranmıştır; ama işin esası politiktir. Bu politik problemleri bugünün de davası haline getirmeden bakabilsek, yani problemlerimize kültürümüzü güncelleyerek bakabilsek birçok sıkıntıyı aşacağımızı zannediyorum.
Bir noktayı daha arzetmek istiyorum. O da Türkler’de dinî anlayışın tasavvuf üzerinden yaygınlaştığı malumdur. O tasavvuf esas itibariyle Vahdet-i vücut karakterli bir tasavvuftur ve bu yapı da baştan beri Töre’den itibaren izlediğimizde büyük bir çelişik gelişme göstermez. Bir tekamülden ibarettir tarihin ürettiği… Bunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Sıkıntı, bugüne de yansıyan sıkıntı, bilhassa Nakşibendiye’nin Müceddidiye kolunun Anadolu’ya gelmesinde, İstanbul’a yerleşmesindedir. Tasavvufî hayat özellikle Sultan Abdülmecid dönemi ve sonrasında, bazı tayinlerde, Yeniçeriliğin ilga edilmesinden sonra Bektâşî dergâhlarına bunların tayin edimesi, daha sonra Sultan Abdülhamid’in panislâmist siyâset anlayışında gene bu derviş ve şeyhleri istihdamı, o Vahdet-i şuhutçu anlayış ile geleneksel anlayış arasında problemlerin doğmasına yol açmıştır. O anlayış haylice politikaya da bulaşmıştır. Doğrusu politikada da başarılı olduklarını inkâr etmek mümkün değildir. Bugün Türkiye’de millet kavramı etrafındaki tartışmaları tahrik eden iki yön vardır dersek; bunun biri sol görüş, diğeri İslâmcı görüş olarak mütalaa edilebilir. Sol görüşün millete sıcak bakmadığı âşikârdır. İslâmcı görüş ise ümmet fikriyle millet fikrinin bağdaşmayacağı iddiasındadır. Bu fikri ileri sürenler, savunanlar, incelerseniz (bu konuda sosyolojik araştırmalar yapmaya değer) daha ziyade Müceddidiye kolunun uzantıları veya onların içinden çıkmış cereyanlar olduğunu görürsünüz. Yani doğru bir tarih okumasıyla kimliğin omurgası ve uğradığı çeşitli engeller, bunların bertaraf edilme imkânları ortaya çıkarılabilir diye düşünüyorum.
Hepinizi hürmetle selamlıyorum.
Kaynak :
Dr. Sait BAŞER, “Toplumsal Akıl ve Millet”, Tarihî Süreç ve Sosyolojik Açıdan Millet Kavramı Türk milleti, II.Beyin Fırtınası Toplantısı, (12-13 Aralık 2007), Avrasya Bir Vakfı, İstanbul, 2008, Sf. 278-282.