Ayşe SAMİHA
Başımın üstünde uçuşan kuşlar uzun zamandır gidemediğim toprağımın yüreğime kucak açışını haber verircesine:
“Haydi bre, bak bahar geldi, gel artık, çok uzattın arayı”
Diyordu…
Aklımda dizi dizi Edirne manzaraları; güneşli ve pırıl pırıl bir bahar havası, Meriç üzerinden doğarken suyu altın sarısı parıltılara daldıran sabah güneşi, sessizce asırlardır aynı istikaamete akan nazlı Meriç, eski karakol binası Kafe’sinde suyun ağır ağır akışına dalmış insanlar… Ama illâ ki hava güneşli, pırıl pırıl… ve geceleri Yesevî Degâhı’ndan çerâğ almış aynı meş’aleden tutuşturulmuş kandiller gibi kendi göğüne düşen yıldızlar ile serhad boylarının göklerinden göz kırpan yıldızlar altında o muhteşem âbidenin dört minâresi üzerinde âdetâ Koca Sinan’a selâm gönderircesine süzülen kuşların, minârelerin ucunda bir ezelî dâirede her dâim uçuşları ve hatırımda kalan Ârif Nihat Asya satırları;
“İşte târih, işte batıyla doğu…
Görenler göstersin böyle bir kuğu!”
Aklımda bahar pırıltıları ile sılaya varışım açıp kapamakta kararsız bir hava ile karşıladı beni bu bahar. İşte, hasretini her gittiğim yere yüreğimde götürdüğüm yârim Edirnem’deyim. Sabâhın ilk ışıkları ile anne baba kokusu taşıyan sümbüller, menekşeler ile bezenmiş Buçuktepe ziyareti ardından güneşin ilk ışıklarının göz kırpması ile ikinci ziyâretgâhım, ver elini Koca Sinan. Edirne’nin ara sokaklarından geçerek gittiğim Selîmiye, aynı heybetiyle karşımda duruyordu. O âşinâ taş döşemeli ara sokakta giderken yaşlı bir teyze ile kırk yıllık ahbapmış gibi selâmlaşmamız hiç de yabancı değildi. Çocukken de bu selâmlaşma işini ihmâl etmez, zaman zaman sohbeti koyulaştırdığım bile olurdu. Zaman, şimdi avuçlarımda; bir ân çocukluğuma gülümsüyorum. Zîra güneş de gülümsüyor, hava açıyordu. Karşımda güzelim Selîmiye Camii… Gözün, kulağın tüm âzâların hakkını vermek gerek derler; öylece seyre dalıyorum özleyen gözlerimin Selîmiye ile kucaklaşmasını…
“Kâbe niyetine Selimiye’yi dolanırım; Rumeli’nin bir çok yerlerine dağınık serpilmiş dedelerimin mezarlarını sanki sembolik bir noktada toplu bulur, niyâza varırım”
Diyen Edirneli güzel Safiye Erol’u da tam orada sevgiyle kucakladım.
Bahçesindeki merhûmlara; iki şehîdimize, Bulgar işgâli sırasında gördüğü işkencelerden sonra yakalandığı hastalıklardan kurtulamayan Edirne’nin kıymetlisi Akkâ muhafızı Cezzar Ahmed Paşa torunu eski belediye reislerinden Dilâver Bey’e ve bir baba dostuna ve diğer tüm sâkinlerine selâm verdim. Çok geçmemişti ki yan taraftaki duvarın üzerine oturmuş bir beyamcanın, camiin bahçesindeki gür ve yabânî otlara uzun uzun bakışı ile düşüncelerim dağıldı.
“Baksana kızım, bu koca şâheserin bahçesi böyle mi olmalıydı? Kesmiyorlar bre bu yabanî otları. Şirkete verdiler te büle oldu. Yarın Belediye’den bir makine isteyip kendim hayrına temizleyeceğim burayı.”
Diye şikâyetini dile getirirken bir hayli üzgündü.
Hâllice bir hasbihâl ile ayrıldık. Derken bir başka âşinâ dede durdu, selâm verdi, selâmlaştık. Öğle ezânı yakındı ve hava güneşli de olsa soğuk olduğu için belli ki abdestini evinde almış câmie doğru ilerliyordu. Nûrânî yüzlü dede:
“İnsanlar yiyorlar, içiyorlar, günlerini gün ediyorlar, ama hepsi bitiyor. Ancak yapılan iyilikler ve hayırlar kalıyor, onlar gitmiyor”
Derken yüzünün çizgi çizgi sevimliliği altından gülümsedi.
Bu sevimli dedenin bir baba dostu olduğunu öğrenmek de Serhad boyları ile olan bağımı bir kez daha perçinledi o gün. Daha öğleye vakit var, Vakıf Müzesi’ne bir uğramalı idi.
Selîmiye’nin gölgesindeki Vakıf Müzesini geçen yıl etraflıca gezmiş, aktarılan bilgilerin İngilizce tercüme hatâlarına dâir bir hayli dertlenmiş idim. Bu konu üzerine bazı makâmlardan cevap almış, yanlışlar düzeltileceği için de bir hayli sevinmiştim. Bahçesinde UNESCO Dünyâ Kültür Mirâsı tabelâsı îtinâ ile dikilen Selimiye’ye gelecek yabancılar câmiin yanı başındaki müzesinde hiç olmayacak türden tercüme hatâları ile karşılaştıklarında, bizim düşeceğimiz durumun görüntüsü kafamda oldukça rahatsızlık yaratmıştı… Daha iyisini yapmak kaabil iken neden olmasındı! Bu sefer çekinerek, geçen yıldan bugüne acaba mevcut yanlışlar düzeltildi mi diye merak içinde girdiğim müzeden 10 dakika gibi kısa bir süre içinde ayrıldım. Ne yazık ki Vakıflar Müzesi’ni bu defa da yeni ve yine katlanmış tercüme hatâları ile bulmuştum. Eski yanlış tercümeler mi? Onlar yerli yerinde duruyorlardı… Bu konuda susuyorum… İnsan rûhu yara alıyor. Bu liyâkatsızlıktan, sorumsuzluktan dolayı rûhun aldığı etkilerin sindirimi de epey sürüyor…
“Aman sen de!”
diyemiyorsun.
Nasıl dersin, işte Koca Sinan ve âbidesinin huzûrundasın!
Müze çıkışında göğe baktım. Türk’ün bahçesine konan renklerden mâvi gökkube o gün daha başka kucaklamıştı Selîmiye’yi. Müze girişindeki al bayrak ve yemyeşil çimenleri ile o yüce mâbede zemîn olmuş, gördüklerimiz yüreklerimizi yıkamıştı âdetâ, yıkamıştı ammâ câmiin etrâfında uzunca süren ve bir türlü sonuca varamayan Selîmiye Camii çevre düzenlemesi programı kapsamında açılan çukur ve hendekler de Ârif Nihat Asya’nın sanki ötelerden ihtârı okuyormuşcasına, insanı düşündürüyor:
“Söyleyin zemâne yolcularına;Ey çifte kumrular, ey güvercinler;
Şu tepeye konmuş nazlı kuğuyu
Ürkütmesinler!”
Ürkütmesinler! El verir ki bu füsunlu, lâtif eser Selîmiye, kendi letâfetine uygun bir çevre düzenlemesi ile kucaklaşır bir gün.
Sabâhın pırıl pırıl göz kırpan güneşi öğleden sonra yerini kapkara bulutlara bırakmaz mı? Meriç Köprüsü üzerinde iken âniden değişen hava ile Karaağaç istikaametine devâm eden aracımız son durağa vardığında serin bir hava, rüzgâr ve âniden bastıran dolu yağışı ile karşıladı bizi. Sığındığımız kafeteryadan insanlardan boşalan yollara düşen haşin dolu tânelerini seyrettik belki de yarım saat boyunca. Sonrası yine pırıl pırıl bir güneş. Şâirin dediği gibi, ama bu sefer Edirne’de;
“Yekpâre bir anda gün, saat, mevsim,
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın,
Hâlâ bu taşlarda gülen ru’yânın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bu eski zaman vehmiyle.”
İşte Karaağaç, işte asırlık çınarlar, tren garı ve lokomotif insan ruhuna hep bir şeyler anlatmaktalar: Balkan Harbi’nde vagonlarla göç edenler, acı tren sesleri, vagon vagon asker sevkiyâtı, Marinetti’nin savaşın seslerini not alması ve heyecanla İtalyan fütürizminin manifestosunu oluşturması… Biraz ilerde, tren garını geçince birkaç Bulgar askerinin ressam Hasan Rıza Bey’i şehîd edişleri bu günbatımı kızıllığına karışıyor… Ne çok koşturmuştu Hasan Rıza Bey resimlerini kurtarabilmek için Bulgarlar Edirne’yi işgal ettiğini haber aldığında! Hep bu kaldırımlarda, bu emektar lokomotifte, bu tren garında şimdi bize bir şeyler anlatmakta… Ve illâ ki çocuk zamanlarımdan kulaklarımda kalan sabâhın sessizliğinde gugukçuk seslerine karışan annemin sesi… İşte toprağım, yârim, sevgilim Edirnem, yanıbaşımda… Meriç Tunca ve Arda ile kavuşur da, ben sana gelmez miyim hiç? İnsanoğlu ayrılıklarla büyütüyor hasretini, gene ayrılıklarla kavuşuyor… Tıpkı Meriç, Tunca ve Arda’nın buluşması gibi…
Ama bu sefer Meriç’in Tunca’ya kavuşması pek coşkulu olacak gibi… Meriç Köprüsü üzerinden geçerken giderek yükselen sular, ertesi gün köprü hizâsına gelmiş. Her sene Edirne’nin ma’kûs kaderi olmuş olan su basması, bu bahar ziyaretimi bulmuştu. Bulgaristan yine baraj kapaklarını açmış, Meriç suları yine yükselmiş ve neredeyse köprünün üzerinde seyretmekteydi… Köprü başında kahve mi içecektik? O da başka bahâra kaldı tabiî. Baba evi özlemiyle sılaya dönen birinin kapıyı bacayı kilitli bulması gibi bir duygu bu; bir başka bahâra… İnsan gurbette daha mı hassas oluyor nedir? Ama biliyoruz ki hangi Aslı, hangi Züleyha dikensiz bahçelerde dolaşmış… Yine de bin şükür, işte sendeyim Edirnem.
Meriç, Tunca ve Arda’nın kucaklaştığı yerde uçmağa varmış nice evlâd-ı Fâtihan’ın, nice akıncıların, nice kahramanın ve acıların en büyüğünü yaşamış insanlarımızın azîz hatıraları önünde kâh şehîd ressam Hasan Rıza, kâh Koca Sinan, kâh bir baba dostu ile hasbihâl ederken ümitleri dualar gibi yükselen alperenler oluveriyor insan bu eşsiz, azîz hatıralar önünde.
Her baharki memleket ziyaretim bu bahar şâirin satırları ile aklımda devir daim edip duruverdi ziyaretim boyunca; “Müjdeler olsun efendim Edirne’desin”…
Gökalp’ın, “Çocuktum ufacıktım” satırından başlayıp bizi Kaf Dağı’na ulaştıran Ala Geyik şiiri satırları gibi biz de bu dünyayı seyrü sefer eyleye dursak da dönüp dolaşıp “Türk eline” kendi toprağımıza dönmüyor muyuz ille de!… Göçmen kuşların yuvaya dönmesi gibi, kendine, kendi zamânına, kendi geçmişine ve geleceğine dönmek istiyor insan… Toprağı yâri, sevdâsı oluveriyor…
Elbette ruh da, beden de, kalp te biliyor ki; biz aynı topraktan, aynı iklimdeniz seninle Edirnem. Elverir ki, Allah ayırmasın!