Ceyhan DÜZGÜN
Siz hiç baharın ilk cemrelerinde, iki tarafı ulu çam ormanlarıyla süslenmiş toprak yolda, pırıl pırıl parıldayan güneşi arkanıza alarak yürüdünüz mü? Bu yürüyüşünüzde, Tanrı’nın sert ve zarif fırça darbeleriyle, yemyeşil Boztepe ormanlarının üzerinde ağlamak üzere olan, simsiyah bulutlardan oluşmuş tabloyu karşınıza alıp seyre daldınız mı? Eğer bunları yapmadıysanız Dünya ve İnsan arasındaki kozmik ilişkinin ruhî doygunluğundan da uzaksınız demektir.
Yüce yaratıcının, ‘’yaratılanların en mükemmeli’’ olarak değerlendirdiği insandan sonra onu eşsiz nimetlerle besleyen ve en temel ihtiyaçlarının giderilmesinde hizmetkâr kıldığı toprak, yine insanın sonsuz uykusunda da ona kucak açan ‘’yaratılanların en cömerdi’’ bir varlıktır. Bahar yağmurlarından sonra pişmeye başlayan toprağın buğusu, ulu ağaçların ve yerdeki bitkilerin yaydığı aromayla birleştiğinde doğanın en görkemli halindeyken, insan da yaşamın en mükemmel yerinde, ruhî doygunluğun zirvesindedir. İfrat ve tefritten azade insan, aklı ve kalbi vesveseden uzak, olması gerektiği gibidir. Aslında toprak ve dahi doğa, insanın yaradılıştan bu yana doğal AVM’sidir. Yaşam ve ölüm, bu yüce varlığın üzerindedir. Doğanın içerisinde, toprağın üzerinde, zamanı hızlı yaşayamazsınız. Her şey vakitli ve ölçülüdür. Vakit ve hareket mefhumu, bir cadde, sokak veyahut İstanbul trafiğinde olan insan ile toprakla hemhâl olmuş insan arasında, yaşayış ve düşünüş bakımından farklıdır. Bin yılı aşkın zaman önce Kül Tigin yazıtında; ‘’Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için türemiş’’ sözü, bu düşüncenin bir tezahürü olarak değerlendirilebilir. Nitekim o coğrafyada yaşayan insanların bugün bile vakit ve hareket mefhumu bakımından, onların uzak batısında olan insanlarla aynı olmadığı bilinmektedir.
Neslimiz kitaptan uzak kaldığı gibi, topraktan da çok uzak kalmaktadır. Hele de, bu uzaklık ve soğukluk, ‘’yeni neslimiz’’ de daha da artarak devam edeceğe benzemektedir. Topraktan ve kitaptan bihaber yaşayan, onun ilmiyle ilimlenmeyen, ahlakı ile ahlaklanmayan insan kütlesi, onun ve elbette kendi geleceğinin tayini konusunda fikir ve eylem sahibi olabilir mi? Ne yazık ki ben zannetmiyorum. Bunu bir öngörüden ziyade, gündelik yaşantımız içerisinde gördüğümüz örneklerden derlediğimiz sonuçlara baktığımızda da net bir şekilde anlayabiliyoruz. Çocuklarımız ve gençlerimiz doğanın içerisinde olmalı, toprağın üzerine basmalı, ona dokunmalı ve yaradılış gayesinde, yaratıcının ona bahşettiği bu büyük varlığın değerini hissederek yaşamalılar. Zamanın hızlı aktığı, günlerin ve gecelerin birbirine karıştığı, insanların kendi aralarında birbirlerine parke taşı muamelesi yaptığı, büyük beton yığınlarının arasında; zamanın ve mekânın insanın yaradılış atlasına göre tasarlandığı ve hizmetine verildiği toprağın değeri, umarım geç kalınmadan anlaşılır.
Ona dokunan, onu koklayan ve yarın onun koynunda uyuyacağı hissiyatıyla ona yaklaşan bir neslin insanları, Dünya’da hoşgörü, huzur ve hakkaniyetin bekçileri olacaktır.