Şevket Süreyya Aydemir’in “Toprak Uyanırsa” kitabından alıntıdır…
Bitmiş tükenmiş bir adamın hikâyesini anlatacağım sizlere…
Lütfen kendinizi onun yerine koyarak okuyunuz.
***
Meslek hayatınız bir biçimde nihayetlenmiş. Ömür boyu hayalini kurduğunuz emekliliğe sağ salim ulaşmışsınız. “Nohut oda, bakla sofa evinizde huzurla dinlenip, sabahları sardunyalarımı sularım, bir kafeste kanaryamı beslerim” dediğiniz o vakit gelmiş.
İlk birkaç gün şahane geçiyor, eş dost ziyaretleri, devlet dairelerinde tezahüratlarla kapılardan karşılanmalar, çaylar, kahveler…
“Ooo ne şanslısın üstadım, darısı başımıza...”lar, evde hanımla sabah keyifleri derkeeen…
Üst üste aynı yerlere gittikçe insanlar masanın önündeki sandalyeyi göstermemeye, hatta meşguliyet bahane ederek başını bile kaldırmamaya, hanım da “E bey, sen biraz çıksan da gezsen...” demeye başlayınca anlıyorsunuz hanyayı konyayı!
Kendinizi işe yaramaz, boş, hiç bir şey üretmeyen biri olarak görmeye başladığınızda çöküş de peşinden gümbür gümbür geliyor. Her yerde fazlalıksınız, eski iş yerinizde, evinizde. Zaman nasıl geçer, hayat böyle sürer mi?
Eski saygı gördüğünüz günlere duyduğunuz özlem size hayatınızın belki de en önemli kararını aldırıyor. Koca adam, evdeki somyaya kapanıp hüngür hüngür ağladığınız gecenin sabahı, gidip başvuruyorsunuz İl Eğitim Müdürlüğü’ne:
“Ben yeniden öğretmenlik yapmak istiyorum. Atayın beni Anadolu’nun bir köy okuluna!”
Şaşırtıcı bir hızla yerine geliyor dileğiniz.
Polatlı’ya bağlı Keltepe köyüne yol görünüyor. Cumhuriyetin ilk yılları sayılır hala. Yol yok, elektrik yok, bozkırda bir kıraç köy. Numunelik niyetine bir tek tane ağaç, bir yeşil çalı dalı yok. Sarı, sapsarı, ruhsuz, şekilsiz, çiğnenmemiş bir mezarlık kasvetinde bir köy. Evler bile ev değil de köstebek tümseği gibi görünüyor gözünüze.
Bir kağnıyla götürüyor adamın biri sizi oraya. Karşıdan görünüverince ilk aklınıza gelen şey şu:
“Sevmedim bu köyü. Hiç sevmedim!”
Kağnıcı sanki duymuş gibi iç sesinizi, “Efendi, sen buralarda edemen ya, hadi hayırlısı!” deyiveriyor.
Gecenin bir vakti bir gariban köylü sizi karşılayıp derme çatma bir kulübeye götürüyor, samandan bir yatak, ölü ışıklı gaz lambası, pis bir oda. Köyün hafızı ile aynı tek göz odayı paylaşacaksınız üstelik. Ne yapsın adam, soğumuş bulgur pilavını sizinle paylaşıyor, “Kusura bakma, Yanında ekmek veremiyorum. Ekmek bile bulunmaz burada. Ekmeksiz köy burası!”
Tüm gece bakışlarınızı tavana dikip “Ne yaptım ben?” diye kendinize söveceğiniz bir korkunç gece. Sabaha aldığınız karar şu, aynı kağnıcıyla gerisin geri evinize dönmek. Hem de hemen. El ne derse desin. Bu kâbus yerde kalmanız mümkün değil!
Sabah bir uyanıyorsunuz ki kağnıcı çoktan çekmiş gitmiş. Karşınızda bir başka gariban, ufacık tefecik, sivri sakallı bir ihtiyar… Üstü başı dökülüyor, şahrem şahrem nasırlı ayaklarında parçalanmış pabuçlar, lime lime bir mintan.
Sarı Çavuş’muş adı. Kendine görev bellemiş, illa köyü gezdirecek size.
İlk durak okul…
Gözleriniz yerinden uğruyor resmen.
Okul binası, dört yıkık dökük duvar, cam yok, pencere yok, içinde de muhtarın davarları otluyor!
Ne bekliyordunuz ki zaten.
Şöyle bir dolanıyorsunuz etrafta.
Her yer bataklık. O yüzden köy halkı sıtmadan kırılıyor. O vıcık vıcık çamur yemiş bitirmiş berekete dair ne varsa.
Kısacası Keltepe köyünün katili işte tam da burası.
“Sıtmabükü” diyorlar oraya. Kocaman yeşilimtırak sinekler kaynıyor üstünde.
Haydin öğlen oluyor, iki yumurtaya yufkaları bana bana karnınızı doyurmaya çalışıyorsunuz.
Baktığınız her yer sefalet, yokluk…
Bir testide de su var. O kargaşada “O sudan ne zaman bir yudum alsanız tadına hayret ediyorsunuz. Bu… bu su nasıl böylesine lezzetli olabiliyor?”
Sarı Çavuş “Bu su, bataklığın tam ortasında Üçgöze’lerden çıkar.” diyor, “Hakkın hikmeti…”
Cidden o Sıtmabükü’nün tam ortasında bembeyaz kumlar arasında bir billur su kaynağı var. İnanılır gibi değil.
Meğer eskiden oralardan gürül gürül akan bir dere varmış. Kenarları hep söğütlük, meşelikmiş. Sonra sellerle önü tıkanmış o güzelim suların, kayalar inmiş içine, akıntı yolu kapanınca da olmuş size bir bataklık.
O ihtiyarcık, o üstü başı yırtık adamcağız, size bir güç veriyor anlattıklarıyla nedense.
Bir gün önce dünya ayaklarınızın altından kayarken şimdi kendinizi güçlü hissediyorsunuz bir şekilde.
Ne yaptı bunu, bir yudum lezzetli su mu?
Düşünmeye başlıyorsunuz, “Belki de bir umut vardır.”
Bataklık belki sadece yüzeydedir, ya altında o billur gibi su kaynıyorsa?
Ertesi gün köyün imamını ziyaret ediyorsunuz. Yataktan kalkamıyor ne zamandır. Öyle aydınlık, öyle bilge, öyle tatlı dilli bir adam ki… Yattığı yerden size, o ekmeksiz köyün tüm geçmişini anlatıyor. “Nasıl bir cennet mekânken, bu bataklığa dönüştüğünü” bir daha dinliyorsunuz…
Çıkışta bir müjdeli haber var ödül gibi: “Muhtar okuldaki davarlarını almış. Samanları boşaltmış. E hadi bir teşekkürü hak etti..” bir ziyaret de ona. Öyle dertli ki adamcağız:
“Bu gidişin sonu kötü efendi. Sığırlarımız ot diye toprak yalar. Ekini tarladan avuçlarla yolduk. Açız, hastayız…”
Anlayacağınız köy dağıldı dağılacak.
Ah şu Sıtmabükü! Canına okuyor herkesin.
Farkında bile olmadan Keltepe’de kalmaya karar veriyorsunuz. Her gün ertesi gün gidebileceğinizi düşünerek geçiyor zaman. Bir sabah köyün bağlı olduğu Polatlı’ya pazara gitmeye niyet ediyorsunuz. Gece kalacağınız hana doğru yürürken çay bahçesinde bir kalabalık çekiyor dikkatinizi. İlçenin tüm ileri gelenleri oturmuş sohbetteler. Bir babacan Albay var, anlattıkça anlatıyor neler yapmış Polatlı’ya, ne atölyeler, ne tamirhaneler, sayesinde bu kışlalar, bu lojmanların harcında taş taşımış herkes. Hah diyorsunuz, işte bana bu lazım. Herkes çekilince usulca sokuluyorsunuz Albay’a.
Yanından ayrılırken eline bıraktığınız ufacık not kâğıdı var. Ne mi yazıyor içinde? “5 büyük, 3 küçük pencere, 1 kapı, bir de yazı tahtası”.
Köye bir dönüyorsunuz ki mektep binası baştanbaşa sıvanmış, merdivenler yıkanmış, sulandırılmış toprakla her yer cilalanmış. Daha ona sevinmeye kalmadan iki gün sonra bir atlı arabayla pencereler, kapılar gelmiyor mu? Hem yanında iki sandalye bir masa, iki de gemici feneri ile. Gazyağını bile unutmamış, yollamışlar.
Var ya, dünyalar sizin oluyor, dünyalar!
Siz böylesine gayret ederken köylü durur mu? Bir güzel de kireç badanası yapılıyor okula.
Artık ekmeksiz köyün o köstebek tümseği gibi zavallı evlerinin içinde pırıl pırıl parlayan bir bembeyaz okulu var!
O gün, işte o gün… Karar veriyorsunuz:
“Eğer bu insanları bu perişan halden kurtarırsam, eğer yüzlerini güleç tutar, onları ümitlerle hayata bağlarsam… Bu Sıtmabükü günün birinde altın başaklı tarlalar, yemyeşil bostanlarla donanır mı? Bu köyde ölmüş bir çamur yığını değil, asil bir mayadan yoğrulmuş, uyandırılmaya muhtaç bir insan hazinesi var. Burada ben, açlığa, çoraklığa, bataklığa, sahipsizliğe rağmen toprağını bırakmayan, ona yapışan, yenilen, fakat geri çekilmeyen insanların arasında bir savaş cephesindeyim.”
Okulun açıldığı gün, köyün çocukları geliyor. Öylesine yabaniler ki, utanmaktan bahçe kapısına bile yanaşmıyorlar. Zorlamıyorsunuz onları. Gülümseyerek bekliyorsunuz. Sonunda içlerinden biri, ufacık tefecik bir kız çocuğu alacalı entarisini dalgalandırarak geliyor yanınıza. Bahar çiçeği gibi tazecik… Onunla birlikte öteki çocuklar da cesaret buluyorlar. Sıralanıyorlar mektepteki üç beş sıraya.
Kaldırıyorsunuz birer birer. İsimlerini söylemeleri lazım… Fakat o da ne? Çocukların hiç biri soyadlarını bilmiyor! Soyadlarını bilmiyorlar yahu, soyadlarını! Allahtan akıl edip tüm haneleri tek tek dolaşıp liste tutmuşsunuz, bakıyorsunuz önünüzdeki listeye, tek tek öğretiyorsunuz, “Oğlum senin soyadın Sungurlu. Söyle bakayım…”
“Ben Gülizar. Hidayet’in bebesiyim.”
“Ha kızım, senin adın Gülizar Alanlı. Tekrarla bakayım…”
Adım adım oluyor her şey…
Muhtar, komşu köylerden söğüt soymaları buluyor çatıyı devşirmek için. Siz gidip Toprak Mahsulleri ofisinin bahçesinde yere atılmış kiremitleri istiyorsunuz Müdür’den. E bir de Su İşleri Müdürlüğü’nden kamyon. Onların taşınması bile başlı başına iş. Okul soğuk çünkü… Her çocuk kolunun altına bir tezek sıkıştırıp geliyor ki ısınabilsinler. Çatı yapılmadan kış dayandı mı vay halinize… Çocuklar o tezeği taşımasın diye bir çare ararken İmam yetişiyor imdada. İmam hakkı, muhtar hakkı gibi, bu sefer de tezek vergisi kesiyorlar köylüye. Çocuğu olsun olmasın, herkes bir tezek verecek.
Okul tamam. Sıra geldi Sıtmabükü’ne.
Gencecik, idealist bir Kaymakam var. Onunla tanışmanız her şeyin dönüm noktası.
Öncelikle bir doktor yolluyor köye. Şu sıtma işi bir çözülmeli. Demeye kalmadan Devlet Su İşleri’nden memurlar geliyor. Aman ne büyük olay, herkes ayakta, yürekleri ağzında…
Ve mucize başlıyor!
Diyor ki o gencecik mühendisler, “Sen haklısın hoca, batalık fos, altında gürül gürül su kaynıyor. İnsan burasını sanki kendi yüzünü jiletle traş edermiş gibi kısa zamanda parlatır. Toprak bir kez meydana çıkınca da Sıtmabükü yokolur, olur sana Keklikpınarı. Sonra getirdiği altını kürekle karıştırırsınız.”
Anadolu’nun en berbat, en ölmüş köyünde, en fakir insanları arasında bir köy öğretmensiniz ama ümitler içindesiniz artık. Gönlünüz ferah. Keltepe ile Polatlı pazarı arasından başka dünyaları olmayan bu insanlara ufukların sınırlarını açmak, yarın açacakları kapıların anahtarlarını vermek sizin göreviniz.
Okulda gençlere akşam kursları, yaşlılara özel dersler, tüm köyün çocukları öğrenciniz artık. Bir Köy Odası açıyorsunuz ahali toplanıp muhabbet edebilsin diye. Hareketleniyor köy, canlanıyor, güçleniyor, özgüveni artıyor günden güne. Biliyorlar ki Sıtmabükü denen canavar yenilebilir. Mümkün yani kaderlerini değiştirmek…
Ve değişiyor da.
O üstünde yeşil sineklerin uçtuğu sarı bataklığın ortasından billur bir akıntının özgürce süzülmesi ile başlıyor değişim.
Bir ekskavatör kepçesi yetiyor onu yenip yoketmeye…
Sulanan topraklar yeşeriyor, kadastrodan memurlar gelip köylüye toprakları dağıtıyor, Şeker Şirketi’nden mühendisler gelip pancar ekimini anlatıyorlar. O kıraç, o ölü topraklarda yumruk yumruk şeker pancarları büyüyor. İlk yıl için ekme, sürme hep şirketten. İlerde hesaptan düşülecek bunlar. Öyle de bir nimet ki bu pancar, 1.000 dönüm bereketli toprak 4.000 ton ürün veriyor. İlk avansı da elden getirmişler üstelik. Trink para. Hayatında mı görmüş Keltepe’liler onca kaymeyi bir arada…
Bayram var, bayram!!
Bununla da bitmiyor, üstelik bir de şeker primi varmış ödenecek. Hem de parasız. Vagonlar yüküyle şeker. Hem de şahane bir âdet var, şeker primi “kadınların” hakkı, ona erkekler dokunamaz.
Muhtar inanamıyor hala. “Efendi, bizi bir adam yerine koydular ki şaşarsın!”
Efendim o Keltepe, o ekmeksiz köy, oluyor size “Keklikpınarı”. “Artık bostanlar mı istersiniz, bağlar mı, 30.000 kavaklık köy korusu mu, kooperatifler mi, süthaneler mi, arı kovanları mı?”
Asrın temposuna ayak uyduramamış, ama efendi bir millet onlar. Hem de dünyanın hazineleri üzerinde yaşıyorlar da farkında değiller.
Ta ki… Bir tek kişi… Oraya ayak basana kadar…
Hayatına küsmüş, yolun sonuna geldiğine inanmış bir emekli öğretmen, cennetin kapılarını açıyor onlara.
Havada, kökünden kopmuş, kendine yabancılaşmış bir aydın değil o.
Çamura batmışken bile elindeki bayrağı havada tutabilen biri.
Özetleyen: Bige Güven KIZILAY