Ticaret, turizm, bilimsel işbirlikleri, küreselleşen haberleşme ve ulaşım… gibi sebeplerle insanlık topluca tek âile hâline geliyor. Gelişmeler, insanlığın kader ortaklığını en şiddetli biçimde duyuruyor. Yeryüzü ise o “âile”nin müşterek “ev”i!
Geçmişin kapalı ekonomileri, kapalı siyasî rejimleri, kendisinden başkalarını gayrılaştıran ideolojileri mârifetiyle “kimlik” vurgusu neredeyse bütün modern dünyada bir eski ezber haline dönüştü. Bu “eski ezberler” uğruna yaşanmış katliam görüntüleri hâfızalarımızda çok tâze. Daha fenâsı o “ezber mensubiyetler” üzerinden yürütülen “kimlik savaşları”, insaniyetin asıl hedefi olması icab eden hikemî birlik bağlamındaki “insan olma”, kâinâtın ana ilkesindeki ortaklığımızın icabıyla buluşma, kendini gerçekleştirme… gibi asıl hedefleri koyu bir sis perdesiyle örtüyor, gözlerden uzak tutuyor…
Bizi buraya, Koreli kardeşlerimizle birlikte düşünmeye sevk eden o “ortak kader”dir. 1950lerdeki Kore-Çin savaşına Anadolu çocuklarının kanının karışması da, Koreli dostlarımızın dünya ölçeğinde bir ekonomi elde edişleri de o insanlık ailesindeki ortak arka plandan dolayıdır.
Aslında bu “büyük gerçek” sadece modern dünyada ortaya çıkmış bir izafî durum değil. Varlık âlemi, toprak hepimizin ortak menşeimiz, döneceğimiz son durak! Bu GERÇEK, atalarımızın da görüp bildikleri, hattâ uğruna bir ulu tarih yarattıkları millî bir ideale de dönüşmüştü.
*
Biliyorsunuz, dünyanın diğer bölgeleri gibi Asya tarihi de Türkler olmadan yazılamaz. Ancak Asya, Türklüğün tarih sahnesine çıkış yeri, yuvası olduğundan konu daha da vaz geçilemez önemdedir.
Çok çok kısaca bakalım:
Türklüğün tarihte iki ana koldan yürüdüğünü biliyoruz:
1-Kıpçak ve kuzey bölgelerine yayılan gruplar,
2-Oğuz grupları.
Bu iki koldan Oğuz grupları, tarihteki etkinlik ve medeniyet yaratma yetenekleri bakımından biraz daha öne çıkmaktadırlar. Kıpçak gruplarının daha serbest ve otoriteye karşı hoşnudsuz bir görüntü verdikleri kabul ediliyor.
Kazaklar adlı değerli çalışmasında Prof. Dr. Yücel Öztürk, Kazak ve Kıpçak kelimelerinin “kaçmak” fiilinden geldiğini, buradaki kaçışın ise devlet otoritesinden ve onun dayanağı olan Töre sisteminden kaçış olduğunu yazmıştır.
Peki Töre nedir?
Eski merkezî Asya kavimlerinin hikmet anlayışlarını bu adla andıklarının sayısız örneği var. Töre büyük bir hikemî geleneğin, çok yönlü bir felsefenin, devlet düzeninin, yüksek değerde bir ahlâkın, insan olma bilgisinin adıydı… Devlet, Töre’yi yaşatma adına kuruluyor, Töre’nin insanlığa vereceği değerlerin canlı kalma teminatı oluyor, egoların arındırılarak Tanrısal öz ile buluşmasını sağlıyordu. O “buluşma”ya “kut kazanmak” denmekteydi. 1069da yazılmış olan ve Töre’yi anlatan bir Türk klasiği var, adı Kutadgu Bilig. Bu eserde, insanlığın, hayata gelmesinin sebebi olarak, her insanda bulunduğuna inanılan Tanrısal Öz yani “KUT”un tamamlanması asıl gaye olarak anlatılıyor. Töre, insanlara o süreci tamamlamayı kolaylaştırıcı ortamı, güvenliği, kişilik sahibi olabilmeyi temel alan bir sistemdir.
Töre’ye göre biçimlenen Türk toplumu ve devleti, toplumda sosyolojik sınıf farklılıkları oluşmasını önleyen avantajlara sahipti. En başta at ve koyun esaslı hayvancılık ekonomisinin gereği olarak, yaz ve kışa has göçleri mecburi hale getiren bir yayla-kışla hayatı yaşanmaktaydı. Bütün toplumun senede iki defa birlikte göç etmesine yol açan, sürülerin beslenme ihtiyacının getirdiği hareket sınıflaşmaya engeldi. Herkesin at ile barışık olması, bu toplumlarda genel bir süvari düzeninin bin yıllarca hüküm sürmesini sağlamıştır. Dolayısıyla bu hayat biçimi, hareket esaslı, hiyerarşik, örgütlü ve sınıfsız bir toplumsal düzen doğurmuştu.
Sınıfsızlık, insanlık tarihindeki genel faaliyet olan tarım ekonomilerinden kaynaklanan köleciliğe izin vermemiştir. Bu ise toplumdaki “kanun önünde eşitlik kültürü” nün alt yapısını teşkil ediyordu. İşte, Töre’nin işler halde tutulduğu siyasi yapıların ana hedefinin “adalet” olmasını mümkün kılan çok özel yapı böylece sahneye çıkıyordu.
*
Tarihte varlık gösteren insan topluluklarının yaşadıkları coğrafyalara şöyle kuş bakışı baksak, doğudan batıya doğru: Çin, tarım toplumu idi ve sınıflı köleci idi; Hindistan, muson iklimi bölgesinde gene toprağa bağlı bir hayat tarzı yaratmış, zengin bitki örtüsü imkanını kullanarak tarımla meşgul olmuştu, dolayısıyla Hindistan’da da tarihin gördüğü en katı sınıflı yapı (Kast Sistemi) doğmuştu; İran coğrafyası, keza sınıflıydı; Sami topluluklar, Arap dünyası sınıflıydı; Mısır sınıfıydı; Ruslar sınıflıydı; Bizans ve Roma sınıflıydı…
Sınıflı toplum yapıları, insanlığın gördüğü en ağır ve en uzun adaletsizliğin yuvaları olageldiler. Dolayısıyla “kanun düzeni” ile “kanunların gerçekten adaleti temin edip etmemesi”ni mutlaka iki ayrı başlık olarak değerlendirmek gerekir. Kanun düzeni her toplumda vardır. Mısır’da da, Roma’da da, Çin’de de… elbette işleyen bir kanun düzeni vardır. Ancak bu düzenler sosyolojik hakimiyet zincirini oluşturan sınıf hegemonyalarının devam teminatı işlevi görmekteydiler. Bilhassa çoğunluğu oluşturan toprağa bağlı yarı köleler ve köleler, mevcut hukuk düzeninin “eşya hukuku” başlığı altına giren zavallılardı.
*
Töre kelimesinin Türk kelimesinin kökü oluşu bu bakımdan son derece stratejik bir anlam ve değer kazanmaktadır. “Oğuz” kelimesinin “ok” kelimesinin çoğulu olup, soy atfından ziyade, “Töre ve devlete bağlı boylar” anlamıyla temayüz etmesi gibi, Türk kelimesi de “Töre’ye bağlı, Töreli” anlamıyla dikkat çekmektedir. Bugünkü kullanımların asla buradaki kasdın muhatabı olmadığını belirterek, tarihteki kullanımları bakımından Kıpçak veya Kazak kelimelerindeki otoriteden kaçış anlamına mukabil, bu defâ da Oğuz boylarında aksine olarak Töre ve devleti varlık-dirlik sebebi sayan bir yapıyla karşı karşıyayız.
Töre’yi mesned alarak kurulmuş devletlerin ise, insanlığı kölelikten kurtarmak, yeryüzünde adaleti tesis etmek gibi bir ana görevi, varlık ve meşruiyet gerekçesi kıldıklarını görmekteyiz.
*
Buraya kadar esas itibarıyle İslam dininin kabulünden evvelki ana sistemden söz ettik.
Bilindiği gibi insan anlaması, yaşanmış tecrübeler bağlamında kurulan teşbihlerle biçimlenip gelişmektedir. Teşbih, mantıktaki mukayese/karşılaştırma yoluyla tahakkuk eder. Biz önümüze çıkan yeni anlam alanlarını yaratır ve adlandırırken önceki bilgilerimizi, kelime dağarcığımızı, muhakeme biçimimizi yürüterek kurarız. Yani her yeni adımın öncesinde bize rehberlik yapan bir arka plan bulunur. Orta Asya’daki Töre topluluklarının İslam dini ile karşılaştıkları zaman dile getirdiğimiz mekanizmanın işlemediğini hiç kimse söyleyemez. Yâni, İslam’ın bir Töre perspektifli yorumu da doğmuştur. Töre terk edilmeden, onun imkanlarıyla yorumlanan bir İslam da benimsenmiştir ve bu durum tarihî bir vâkıâdır.
Burada, dinler tarihi alanında uzun uzun söz yürüterek muhataplarımızı yormak niyetinde değiliz. Ancak sahayı tanıyanların, bir “Horasan/Türkistan İslam Ekolü” bulunduğuna dair ortak kanaatler taşıdıklarını zikredelim.
Binlerce yıl, zaman zaman genişleyip zaman zaman daralmakla beraber, hüküm sürmüş büyük bir “Töre devletleri geleneği” söz konusudur. Töre geleneği -belki Çin Hindi bölgesi istisna tutulabilir-, bütün Asya’da dokunmadık topluluk bırakmamıştır. Gerek Hunlar, gerek Kök Türkler, gerek Uygurlar, Ak Hunlar, Türgişler, Batı Hunları, Bulgar Hanlığı, Karahanlılar… gibi, daha burada ismini zikretmediğimiz pek çok siyasi oluşumun hikayesi, aynı zamanda Asya’nın kader hikayesidir. Bartholt, Eberhart, Radlof, Beningsen, Grousset, Gabain, İzutsu… gibi bilginlerin çalışmaları göstermektedir ki, Töre geleneğinin siyasî oluşumlarının etkileri, tabiî ki sınıflı yapıların şartlarına uyum sağlayarak, Çin ve Hindistan’da bile ciddi etkiler yaratmıştır.
Sözü çok dolaştırmaktansa son asırlardaki büyük kırılmaların, çöküntülerin, iç savaşların zayıflatıp çok gerilettiği Töre topluluklarının bakiyelerine, günümüz Asyası’nın siyasi haritasına bakarak bile, o geleneğin uzantılarının coğrafyanın çok büyük bir kısmında varlığını önemli miktarda sürdürdüğünü tespit edebiliriz. Töre geleneğinin çocukları Finlandiya’da, Macaristan’da, Bulgaristan’da, Bosna-Hersek’te, Ukrayna’da, Kırım’da, Kazan bölgesinde, Çuvaşistan’da, Başkırdistan’da, Mari El’inde, Hakas bölgesinde, bütün Sibirya’yı kuşatan Yakutistan’da, elbette Kazakistan’da, Kırgızistan’da, Türkmenistan’da, Kafkasya ve Büyük Azerbaycan’da, Özbekistan’da, başta Türkiye olmak üzere Osmanlı Devleti bakiyesi bölgelerde, Kuzey Afrika’da, Irak’ta, Suriye’de, İran Horasan’ında, Çin sınırları içinde kalan Doğu Türkistan’da, Afganistan’da ve Pakistan’da… bugün de varlıklarını devam ettiriyorlar. Göçlerle Amerika, Avustralya ve Avrupa’nın her yerine yerleşmiş gruplar ayrıca dikkate değerdir.
1990daki SSCB’nin yıkılışını takip eden yıllarda, bu topluluklar tekrar ve derhal kadim geleneklerini ve kültürel yakınlıklarını keşfettiler, yeniden parlak bir geleceğe doğru doğal bir akışla yürümeye başladılar.
Bu geniş coğrafya içinde Töre’nin çocukları, tarihin akışına tâbî olarak farklı kültürel ilişkiler geliştirmiş, değişik dinlere bağlanmış, kâh hakim olmuş, kâh parçalanmışlardır. Bildiğimiz kadarıyla Çin Taoizmi’nin temelinde Töre’den aktarmalar bulunuyor. Budizmin, Maniheizm’in, Hıristiyanlık’ın, Yahudilik’in ve İslamiyet’in mensubu olan Töre grupları ile karşılaşıyoruz.
Töre üzerinden edinilmiş tecrübe ile girilmiş yeni kültürel yaratma alanları söz konusudur. Tarihin binbir cilvesi elbette ihmal edilmemelidir. Ne var ki modern dünya tarihçiliği ve sosyolojisi insanlık tarihinin omurgasını yaratan Töre kurumlarını ve toplumlarını hiçbir zaman başrolde görmek istememiştir.
Şunun için söylüyorum:
Töre arka planı ile “anlayan” bu topluluklar, aralarındaki ortak paydayı yani Töre değerlerini çok ilginç bir biçimde girdikleri medeniyet dairelerinde de muhafaza edebilmişlerdir. Bunun örneklerini sosyal kurumlardan mimariye, halı kilim desenlerinden mezar taşlarına, verme esaslı değerler sisteminden, âdâb-ı muaşeretlerinden, psikolojilerine kadar rahatlıkla teşhis edebiliyoruz.
*
Söze girerken insanlık adına bir ortak âile realitesinden söz açmış, ancak eski kimlikçi yaklaşımların insanlığa kan kusturmakta bulunduğundan da şikayet etmiştik.
Gerçekten iktidar-kimlik ilişkisi üzerine yoğunlaşıldığı zaman, konunun karakterinde cidden çok önemli bir temel veri olarak “ontik algı” konusu öne çıkmakla beraber, bu algıyı teşvik eden, yönlendiren, uyuşturan bazen imha eden bir “sosyal hipnoz” mekanizması ile de karşı karşıya gelmek mukadder oluyor.
Neden “sosyal hipnoz”? Bizim sosyal hipnoz dediğimize bir başkası bilinçlenme, bilinçlendirme diyemez mi? “Bilinç”, bir farkındalık durumunun zihinde kendiliğinden uyanık kalmasıdır. Özne “kendini idrak”ini o farkındalık eşliğinde kurmaktadır. Hipnoz ise, aksine farkındalığın yerine “telkin”i koyar ve o telkinin devamı adına, öznede bir kişisel bilinç haline fırsat vermemeği prensip edinir.
Bilinç durumu öznenin kendini inşa imkanını içinde barındırırken, hipnoz hali angaje hayatlara, zımnî köleliklere yol açmaktadır. Bilinç durumu öznedeki “kişilik” teşekkülü için olmazsa olmaz bir şarttır. Giydirilmiş sentetik ve elbette kollektif kimlikleri kurgulayan sosyal hipnozcular ise, kişisel farkları “istenen” homojen toplumsal yapıların elde edilmesine en ciddî engel olarak görmektedirler. Kişilikte bireysellik, kimlikte ise toplumsallık ağırlıkla göze çarpmaktadır. Kişiliğin zayıflatıldığı kimliklerde, insanlardan beklenen homojen toplumsal yapıya uyumdur. O yeknesak toplumsal dokunun devam şartı, sosyal hipnozun sürekliliğidir…
Türkler’in asırlardır çok önemsedikleri dünya görüşlerine atıfla diyebiliriz ki, kimlik esaslı bir toplumsal yapı, muktedirlerin arzuladığı homojen bir kültürel ortam elde etme sonucuna ulaştırmakla beraber, bilinç esaslı kişiliğin teşekkülüne mani olmaktadır. Çünkü bilinç durumu, bireyselleşmeyi yani farklılaşmayı, yani homojenliğin “ihlâlini” beraberinde getiriyor.
Akıl, fark kavramı temelinde kıyaslamalar yapan melekenin adıdır. Dolayısıyla farka tahammül etmeyen kimlikçi yaklaşımlar, aklı da “belirlenmiş bir vadi” ye sürmekte ve rasyonel toplum yahut gerçekçi bireyler oluşmasından rahatsızlık duymaktadır. Kimlikçi siyasetler, aynı zamanda bir diğer adlandırmayla “ideolojik” yaklaşımların ifadesinden ibarettir.
*
Bizim toplumumuz kültürel nüvenin karakteri itibariyle monist geleneğin ürünüdür. Gerek İslâm öncesindeki Töre’de, gerek İslâmiyet’le beraber yaygın kabul gören Hanefî, Mâturîdî, Yesevî perspektifin genel hakimiyetiyle çok yaygın bir Vahdet-i Vücut (varlığı bir görme) medeniyeti inşa etmiştir. Bu vahdet-i vücut yaklaşımı,aynı zamanda “adalet” kavramının da ontik cevherini vermiştir. Çünkü sınıfsız atlı toplum hayatı, hem doğası itibariyle hem de örgütlenme ve kurumlaşma çizgileriyle başka türlü bir düşünceye vücut veremezdi. Anlaşılan odur ki, XVI. Yüzyıl sonlarında Türk medeniyetine nüfuz eden (örtülü düalist) Arap-Eş’arî anlayışının giderek toplumda yer edinmesi ve şeriati bir düalist mantığa bağlamasıyla toplum, özünde birbiriyle intibak etmeyen iki ayrı ontolojinin mücadelesiyle önemli bir enerji kaybına uğradı. Düalist anlayıştaki şeriat ve ontoloji, XVIII. Asır sonlarından itibaren resmi adı Vahdet-i Şuhut olan İmam Rabbânî Nakşibendiliği ile buluşmakla siyâset ve epistomolojik hakimiyetini zirveye taşımış oldu. Osmanlı ıslahatçıları bu radikal ontik dönüşümü görememiştir. Çare diye düalist yaklaşımın fen bilimlerinden çok ahireti önceleyen medresesi rehberliğinde bir fasit daireye düşmüştür. Tanzimat, bu kısır döngüden çıkma hamlesi olarak pozitivist veya materyalist ontolojinin aydınlar arasına kuvvetle yerleşme hamlesi olarak değerlendirilebilir. Modern geleneğin Tanzimat-Meşrûtiyet ve Cumhûriyet aydınları arasında genel kabul gören pozitivist ontolojinin eseri olduğu basiretle bakanlar için meçhul değildir.
Bugün Türkiye, etnik kimlikleri konuşuyor. Aslında bizim problemimiz daha derindir. Asıl konuşmamız gereken bahis “ontik kimlikler” meselesidir.
*
Belki bu tebliğle sunulmak istenen tabloyu şöylece bağlamak faydalı olabilir:
Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada kimlik temelli politikalar öne çıkarken, siyaset felsefelerinin dayandıkları ontolojilerin ne kadar insan gerçeğiyle bağdaştığının derin bir analize tabi kılınması gerekiyor. Biz Türkler, tarihleri cihan devletleriyle dolu bir renkli toplumuz. Cihan devletlerinde ise “medeniyet kimliği” asıldır ve uygulamaları incelediğimizde gördüğümüz de budur. Belki gücü elinde bulunduran dünya siyaset merkezlerinde, diğer insanları ve toplumları şeytanlaştırmadan, artık evrensel anlamda insan gerçeğini merkeze alan bir anlayışın bulunması, varsa güncellenmesi veya eski tecrübelerden de yararlanarak tekrar inşa edilmesi gerekiyor.
Bir insanlık medeniyeti anlayışına bu toplantıyla “merhaba” denmiş olması dileğiyle, bütün katılımcılara ve organizasyon sorumlularına teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum efendim.