Metin SAVAŞ
Totem dediğimiz şey çoğuncası bir hayvandır. Nadiren bir bitkidir ve kimi zaman da yağmur veya ırmak gibi doğa olayıdır. Sigmund Freud totemin bütün sülâleyle özel bir ilişki içinde bulunduğunu söyler. Totem muayyen bir sülâlenin (klanın, boyun) atasıdır ve koruyucusudur. Pek çok muhitte, totem kendi türünün bütün bireylerine atfedilir. Diyelim ki A klanının totemi kaplandır. Fakat herhangi bir kaplan değildir. Doğadaki bütün kaplanlar totem kapsamındadırlar. Her klan kendi totemine tazimde bulunur ve törenlerde totem taklit edilir. Herhangi bir kaplanın değil de bütün kaplanların totem kapsamında yer almasının nedeniyse hayvanların birey değil tür olmasıdır. Bunu Lévi-Strauss üzerinden açıklayalım: “Bir kişiyi fark etmek demek, onu diğer insanlardan ayırt etmek demektir. Bir hayvanı fark etmekse onun hangi türe ait olduğuna karar vermek anlamına gelir. Hayvan somutluktan ve tekillikten yoksundur. Özü itibarıyla hayvan bir sınıf olarak ortaya çıkar.”[1] Yani hayvanlarda biz insanlardaki gibi ferdiyet bulunmadığı için onlar türdürler. Bitkiler de böyledir. Doğa olayları da böyledir. Irmakların adlarının olması onlara ferdiyet kazandırmaz. Adı ne olursa olsun ırmak yine de herkesin bildiği ırmaktır. Biz kendi kimliğimizi biliyoruz fakat meselâ Kızılırmak kendi adının Kızılırmak olduğunu bilmiyor. Bilemez de.
Aslına bakılırsa bir klanın totem olarak kabul ettiği varlığın bizatihi kendisi totem değildir. Totemler birer göstergedir. Bunu da şöyle izah edelim: Yalnızca yabanıl insanların değil modern insanların da totemleri vardır. Çünkü dediğimiz gibi bunlar birer göstergedirler. Totemlerin tabu mahiyetinde bulundukları malumdur. Türk bayrağı bizim millî totemimizdir. Bizim için kutsaldır ve bayrağımızın çiğnenmesine şiddetle karşı çıkarız. Bunun sebebiyse Türk bayrağının bir gösterge olmasıdır. Türk bayrağı bizim millî varlığımızın ve millî ülkülerimizin sembolüdür. Bayrağımız çiğnendiğinde aslında Türk olarak bizler çiğnenmiş oluyoruz. İşte buradaki bayrağa yönelik saygı o bayrağın maddî malzemesi olan kumaşa ve kumaşın boyasına yönelik değildir. Yabanıl toplumlardaki totemler de böyledirler. A klanı kaplana değil de kaplanın temsil ettiği unsurlara bağımlıdır. Peki ya totemlere niçin ihtiyaç duyuyoruz? Duyuyoruz çünkü “Totemik semboller kişinin kendi güzergâhında ilerlemesini sağlayan ideolojik işaretlerdir.”[2] Buradaki kişiyi hem klan olarak hem de o klanın her bir üyesi olarak düşünmemiz gerekiyor. Yabanıl toplumlarda bireysellik bilinmediğinden ötürü bir klanın bütün üyeleri aynı konumdadır. Yani kabataslak söylersek, klanın bütünü ferttir. Her klan ayrı bir kimliğe sahiptir ve dolayısıyla da her bir klan bir fert gibidir. Buna bütüncül ferdiyet dersek herhalde yanlış olmaz. Muayyen bir klanın üyeleri (kendi totemlerinin çevresinde kenetlenerek) ortak duygu ve düşüncelere sahip olurlar ki buna aidiyet diyoruz. Gerçekte bugün de durum (bireyselleşmeye rağmen) bir bakımdan aynıdır ya da benzerdir. Şöyle ki: “Günümüz söz konusu olduğunda toplumsal davranışın her bir fert tarafından kendiliğinden üretilmediği açıktır. Bir grubun üyesi olarak insanlar, bir fert olarak hissettikleri şekilde davranmazlar. Her bir kişi kendisini, izin verilen veya icbar edilen şekilde eyleminin bir işlevi olarak hisseder.”[3] Yani bireyin özgürlüğüne mukabil aynı bireyin davranışları ve tercihleri büsbütün keyfi olamıyor. Toplumun kuralları (töreler ve yasalar) onu kısıtlıyor, yönlendiriyor, kontrol ediyor. Totemin yaptığı da budur zaten. Totem klanı yönlendirir. Totem klana sınırlar çizer. Totem klana topluluk hissi ve topluca yaşama gücü verir. Klanın üyeleri arasındaki bağlılığı korur ve pekiştirir. Ama haliyle totem, başka totemlere sahip klanların ötekileştirilmesine de yol açar. Buradaki ötekileştirme o kadar da bariz sayılamaz. A klanının üyeleri kendi aralarında evlenemiyorlar. A klanı B klanından kız almak zorundadır. C klanı da D klanına damat göndermek durumunda kalabiliyor.
İşte burada ilginç bir olguyu yakalıyoruz: Avustralya’daki bazı ailelerde totem değişkenlik gösteriyor. Bir kişi büyükbabasıyla ve kendi torunuyla aynı kategoride yer alırken o kişinin babasıyla oğlu karşıtı olan kategoride yer alıyor.[4] Bunu daha anlaşılır şekilde belirtelim: A kişisi kendi babasıyla ve kendi oğluyla aynı totemi paylaşamıyor. Bu neden böyledir? Pek çok entelektüel açıklama getirilebilirse de pratik hayata baktığımızda baba-oğul (nesil çatışması)nı buluyoruz. A kişisi kendi babasıyla çatışma halindedir. A kişisi kendi oğluyla da çatışma içindedir. Gelgelelim A kişisi kendi büyükbabasıyla ve kendi torunuyla çatışma halinde değildir. Hepimiz bilmekteyiz ki gerçek hayatta dedeler torunlarını daha çok severler, torunlarını şımartırlar ve torunlarını o torunun babası karşısında savunurlar. Demek ki hem totemizmde hem de mitlerde ve arketiplerde sadece hayal değil, gerçeklik payı da bulunmaktadır. Totemden ziyade totemin temsil ettiği unsurlar mukaddestir.
Genellikle hayvanların totem olarak benimsenmesinde de kâh hayatın birtakım gerçekleri kâh kimi hayaller etkili olmaktadır: “Örneğin kuşlar uçarlar ve böylece göklerde yaşayan üstün ruhla iletişim kurmamıza yardımcı olabilirler.”[5]Kuşların uçabildikleri için göklerde bulundukları farz edilen üstün güçlere; Tanrı’ya, tanrılara ve tanrıçalara, meleklere, kimi ruhlara ve benzerlerine ulaşabildiklerini tahayyül etmek makuldür. Bizim bugündeki teolojik ve bilimsel donanımlarımıza sahip bulunmayan eski çağların insanları kendilerindeki bu donanım eksikliğini doğayı gözlemleyip hayal kurarak gidermeye yönelmişlerdir. Tabii ki onların hayalleri de doğanın içindeki hayat gerçekliğini gözlemlemeleriyle ulaştıkları çıkarımlardır. Biz modern Türkler bugünümüzde aya ve güneşe tapınmıyoruz fakat Türk bayrağındaki hilal ile yıldızı mukaddes kabul ediyoruz. İşte buradan yola çıkarak şu soruyu kendimize sorabiliriz: İlkel insan da bazı yönlerden bizim gibi gerçekçi (akılcı) düşünüyor olamaz mıydı? İlkel insan nazarında güneş –bizim ilkel insanlara atfettiğimiz şekliyle– ilâh veya ilâhe miydi? Biz uzak geçmişe bugünümüzden bakarak, bugünümüzün ölçüleriyle ilkel insanı yargılıyor olamaz mıyız? Anakronik tavrımız nedeniyle ilkel insana yönelik yargılarımızda yanılma payımız hiç mi yoktur? İlkel insan nazarında meselâ Gök bir Tanrı mıydı yoksa Tanrı’yı temsil eden bir varlık alanı mıydı? Gerçek şudur ki kendimizdeki bütün o teolojik ve bilimsel donanıma karşın biz modern insanlar “Tanrı lâmekândır, Tanrı’nın mekânı yoktur!” dediğimiz halde Tanrı’yı gökte aramayı sürdürüyoruz. Oysaki yukarısı olarak gök, bize göre, dünyamızdaki duruşumuza kıyasla yukarıdadır. Tanrı’ya göreyse gök ne aşağıda ne yukarıdadır. Yönler ve boyutlar insan içindir. Yönler ve boyutlar Tanrı’yı bağlamıyor. Gök yukarıda olduğu için yücedir. Dağlar da yeryüzünden yükseldikleri için yücedirler. Şu halde bizim “yüce dağlar” dememizle “yüce gökler” dememiz arasında fark bulunmuyor. Yine şu halde “Gök Tanrı” dediğimizde atalarımız acaba Tanrı’ya mekân mı biçiyorlardı yoksa Tanrı’nın erişilmezlik sıfatını mı vurgulamak istiyorlardı? Korkut Ata’nın “Yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin!” söylemi hangi anlamı yüklenmiştir? İslamiyet öncesi Türklerdeki “Tengri Bir” sözünü şimdi burada tekrar hatırlamamız gerekiyor.
Şimdi de enteresan bir bilgiye bakalım… Kuzey Amerika yerlilerinin inançlarına göre her kabilenin bir atası vardır. Bu ataya onların dilinde Atua deniyormuş. Türkçedeki ata sözcüğü ile Kuzey Amerika dillerindeki atua sözcüğünün şaşırtıcı benzerliği bu yazımızın kapsamı dışında kalıyor. Her kabilenin Atua’sı doğadaki bir varlık tarafından temsil ediliyor ve genelde hayvan türlerinden yalnızca bir tek hayvan temsilci konumuna yerleşiyor. Ne var ki diyor Lévi-Strauss “Atua’nın hayvana dönüştüğüne değil, onun içine girdiğine inanılır.”[6]Bununla birlikte diğer bazı totemik inançlardan farklı olarak Kuzey Amerika yerlileri Atua olarak seçtikleri hayvanı o hayvan türüne genelleştirmiyor. Örneğin bir kabilenin Atua’sı yılanbalığı ise muayyen bir yılanbalığı Atua’dır. O muhitteki bütün yılanbalıkları Atua değildir. Fakat dünyanın pek çok yerindeyse genelleştirme (hayvan türüne yayma) görülüyor. Buradan yola çıkarak şu soruyu yöneltebiliriz: Türklerin ataları için efsanevi Bozkurt tek miydi yoksa boz renkli kurt türünün geneli mi efsanevi Bozkurt idi? Bu sorunun cevabını herhalde tam bilemiyoruz. Gökyüzü bir Tanrı mıydı yoksa Tanrı’nın yücelik sıfatı mıydı düşüncesine koşut olarak Kuzey Amerika yerlileri de muayyen bir hayvanı (veya bitkiyi) Atua saymıyor, diyorlar ki, bizim ata bildiğimiz hayvanın (veya bitkinin) içine atamızın ruhu girmiştir.
Bu düşünüşün bir benzerini Uygur Türklerinde buluyoruz: “Dokuz Oğuzların ceddi olan bir hakanın iki güzel kızı vardı. Bu kızlar ancak tanrılara lâyıktı. Babaları insanlardan ayrı bulundurmak için bu kızları, yaptırdığı bir kulenin içine koydurdu ve yalvararak tanrıyı çağırdı. Bunun üzerine tanrı bir bozkurt olarak geldi ve kızlarla evlendi.”[7]Kuzey Amerika yerlilerinde nasıl ki ata veya totem kabul edilen hayvan gerçekte ata değilse, bu totemin içine gerçek atanın ruhunun girdiğine inanılıyorsa, Uygurlarda da Bozkurt’un kendisi Tanrı değildir, Tanrı o güzel kızlara Bozkurt biçiminde görünmüştür, tecessüm etmiştir.
Meseleye bir de Hilmi Ziya Ülken üzerinden kuantum teorisi bağlamında bakarsak bazı durumları zihnimizde kısmen aydınlatabiliriz. Şöyle ki: “Varlığın birtakım manzaraları vardır. Enerji manzarası da vardır. Varlığın enerji halinde şekil değiştirmesi sonsuzca yeni imkânlar kazanmasıdır. Bu imkânları fizik inceler. Yeni fizik, quanta teorisi ile enerjinin dalga ve cisimcik diye iki manzarası olduğunu göstermektedir. Dalga manzarası sürekli, cisimcik manzarası süreksizdir. [Hilmi Ziya Ülken bununla maddenin hareketsizliğini yani sabit oluşunu kast ediyor ki sabitlik bahsine az ileride tekrar değineceğiz]. Öyleyse enerjinöbetleşe iki manzaradan ya biri, ya öteki ile açıklanır. Varlığın her iki manzarasına ait bilgimiz gerçeğe uygundur.”[8]
Bizim burada kısaca özetlediğimiz Ülken cümlelerinde enerjinin aynı anda hem dalga hem cisimcik olarak ortaya çıkamayacağı söyleniyorsa da kuantum teorisi artık günümüzde bunun tersini belirterek enerjinin (varlığın) aynı anda hem dalga hem madde özelliği gösterebildiğini söylüyor. Fakat biz asıl konumuzu dağıtmamak için bu bahislere giremeyiz. Bizi burada ilgilendiren husus enerji olarak varlığın “dalga ve cisimcik” şeklinde iki ayrı görünüm kazanabiliyor olmasıdır. Tabii ben bu olguyu fantastik hayal gücümle mitolojiye uyarlayabilirim ve Atua’nın hem ruh hem de totem hayvanı biçiminde kendisini torunlarına yansıttığını öne sürebilirim. Bu iddiam doğru olmasa bile yanlış da sayılamaz. Belki de quanta teorisi uyarınca benim bu iddiam hem doğru hem yanlıştır. Görüldüğü üzere mitik olguları ve tasavvurları biz modern insanlar kolayca çarpıtabiliriz ya da kendi aklımızca dönüştürebiliriz. Gelgelelim ilkel insan da böyle yapmıştır. İlkel insan doğadaki olayları ve varlıkları gözlemleyerek kendi aklının erdiğince bu olaylarla bu varlıklara anlam yüklemiştir. Kısacası ilkel insan da çarpıtmış ve dönüştürmüştür. Türk bayrağının madde olarak kendisinden ziyade bizim ona yüklediğimiz maddi ve manevi değerler kutsaldır. Gerçekte al diye bir renk yoktur, ışık oyunları nedeniyle biz al rengi görebiliyoruz. Bize yansıma yoluyla böyle görünüyor. Demek ki bizim için al renk vardır ve bizim için al renk bir gerçekliktir. Şu halde Al-bayrak inkâr edilemez. Sonuçta her şey göreceliğe varıyor.
Son olarak bir başka enteresan bilgiye bakalım: “Dakota’lı bir bilge Osage’den Güney Dakota’ya varana kadar bütün Siyular için ortak olan bir metafizik felsefeyi ortaya koyar. Şeyler ve varlıklar, yaratıcı sürekliliğin maddi biçimlerinden başka bir şey değildir. Özgün Amerikan kaynağında şöyle yazar: Şimdi ve sonra, burada veya orada hareket eden her şey durur. Uçmakta olan kuş yuvasını yapmak için durur. Yürümekte olan insan istediğinde durur. Tanrı da durmuştur. Parlak güneş Tanrı’nın durduğu yerdedir. Ağaçlar ve hayvanlar hepsi birden Tanrı’nın durduğu yerdedir. Yerliler bu varlıkların durdukları yerleri düşünerek dualarını oraya, Tanrı’nın da durduğu o yere gönderip yardım ve koruma kazanmaya çalışırlar.”[9]
Biz bu alıntıyı da özetledik ve orijinal cümleler biraz karmaşık olduğu için buraya düzenleyerek aktardık. Maddenin hareketsizliği aslında bizim anladığımız anlamda hareketsizlik değildir. Bir bina sabit dursa da benim maddeden ibaret olan bedenim hareketlidir. Kuşların bedensel yapıları ve şekilleri sabittir ama kuşlar uçarlar. Aslında her şey hareket halindeyse de varlıkların formları (biçimleri) sabittir. Ama tabii ben öldüğümde bedenimin şekli değişime uğrar, çürür, toprağa karışır. Kuş avlandığında ateşte pişirilirken artık değişerek bir yiyecek haline gelmiştir. Formlar da değişime uğruyor. Siyuların “yaratıcı süreklilik” düşüncesi Lévi-Strauss’un da belirttiği üzere Henri Bergson’un “yaratıcı tekâmül” felsefesiyle birebir aynıdır. Şeylerle varlıklar yaratıcı sürekliliğin maddi biçimlerinden başka bir şey değilse, yabanıl insanların kendi totemlerine birtakım manevî güçler atfetmelerini hurafeyle sınırlamayarak anlayışla karşılamamız gerekiyor. Maddi olan her şey duruyorsa (maddi olmayan fırtına bile esip gürledikten sonra duruyorsa) ve bütün bu duran varlıklar Siyuların düşüncesine göre Tanrı’nın durduğu yerde duruyorlarsa ve hatta Siyular varlıkların durdukları bu kutsal yeri düşünerek dua ediyorlarsa bu durumda binlerce yıldır aynı yerde sabit durmakta olan Kâbe de Müslümanlar için tabii ki kutsallık kazanacaktır.
Dipnotlar
[1]Claude Lévi-Strauss, Günümüzde Totemizm, sayfa 127, Nora Kitap, İstanbul 2018
[2]Lévi-Strauss, sayfa 101
[3]Lévi-Strauss, sayfa 95
[4]Lévi-Strauss, sayfa 115
[5]Lévi-Strauss, sayfa 107
[6]Lévi-Strauss, sayfa 42
[7]Murat Uraz, Türk Mitolojisi, sayfa 212, Hüsnütabiat Matbaası, İstanbul 1967
[8]Hilmi Ziya Ülken, Varlık ve Oluş, sayfa 343, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları 1968
[9]Lévi-Strauss, sayfa 132