Yeniden Anlama ve Medeniyet Tasavvuru

Sâliha MALHUN

Kadim şehirler başlarını ulu dağlara, ovalara, denizlere ve nehirlere yasladıkları günden beri kalbinde mânâ yoğuracak kelimeler mayalamış. Kelimeyi; yâni İnsanı, insan-ı kâmili. Toprağın ve şehrin bilgisini özünde toplayan şehir insan-ı kâmilin de bilgisi aynı zamanda. İnsan ki özünde ezelî ve ebedî bir nefes taşımakla şereflendirilmiş bir halife yeryüzünde.

Gariptir, insan yeryüzüne geldikten sonra kâinata bakıp çok basit bir sual sormuş; “Burası neresi? Ben kimim? Niye buradayım? Dağlar, taşlar, denizler, otlar bütün bunların hakîkati ne? Ben de ot gibi mi yaşayıp öleceğim bu âlemde?”

Salmal1

Sualler aşağı yukarı bu minval üzre olsa da, işbu suallerin cevaplarını bulmak çok müşkil olmuş. İşte ben de o müşkilât içinde kıvrananlar içerisindeyim. Şu farkla ki zamanın donmuş bir kesitinde yaşıyorum. İlk defa kendimi donmuş bir zaman nehrinin üzerinde patinaj yaptığımı hissettiğimde Londra’nın ciğerlerime batan katedrallerine bakıp bu gotik kuyuların şehri ve içinde yaşayanları nasıl da tepeden tırnağa insiye ettiğini fark etmiştim.

Zamânın bir ruhu var, bunu anlamıştım. Varlığımı yokluğun derinliğinden, anne rahminden, rahmetinden boy veren Rabb’e sonsuz şükür ve secde hâlinde idim. Şükür hâlindeyim çünkü kendisiyle karşılıklı bilinmişlik ve şehâdet lütfundan sonra kalbimi ve düşüncelerimi kayıtsız bırakmadığı için kendine.

Esasında “kalp” yanlış öğretildi bize. Gazali gibiydik başlangıçta hepimiz. Her şey çam kozalağı gibi bağrımıza dikilmiş o et parçasında olup bitiyor sandık. Göğsümüze kalp yerine o işlevi görecek bir demir yumrusu takılsa kırılıp incinmeyecek miydik bir daha? Oysa bedenle ilgisi yok duyguların. İnsan duyguların melekûtuna doğunca anlıyor bunu. Gözün gözü, kulağın kulağı, kalbin kalbi olduğunu o âleme doğunca anlıyor.

İnsan düşünebilen, gördükleriyle irtibat kurabilen ve tahlil edebilen bir şuur. Hazret-i Adem’den beri sormuş hep kendine; “Benim hakîkatim ne?” İbrâhim gibi sormuş, Yâkup gibi, Nuh gibi, Şit gibi sormuş. Doğa yasalarıyla kafası karıştırılan insan kendi târihinden koparılmış.

Oysa hikmetin dili incecik gümüş bir iplikmiş Tûba ağacı gibi yeryüzüne sarkıtılan. Allah insanları terbiye eden ismiyle rahlesine oturtmuş İdris peygamber ile. Düşüncenin, târihin ve zamânın herhangi bir kesitinde donan bütün ârifler bu ipe uzatmışlar ellerini, izini sürmüşler. Çünkü bu gümüş hikmet hakîkat-i Muhammedî’nin bütün zamanları kuşatan iksiriymiş.

Salmal2

Deccalliyet insanlığın hikmetle ve o ilâhi şuurla arasındaki bu bağı kesmek için elinde makas kırpıp durmuş zamanın eteklerinden. Dünya hikâyeleri kesik kesik… Hakîkat hikâyeleri ve kahramanları bâtıl Batılı’nın elinde iğdiş edilmiş bir mitoloji şimdilerde.

İşte bu iğdiş edilmiş zaman nehrini ve târih kumaşını yeniden tâmir eden allâmeler, hakîmler çıkmış dünya sahnesine ara sıra da olsa. Hareket hâlindeki sonsuz akışla birlikte oldukça, içinde Tanrı ateşi yanmışlar çıkmış. Gönlündeki o ışıkta yol alanlar çıkmış. Ezelî ve ebedî olanın huzurunda, ezelî ve ebedî TÖRE’nin, yâni nizâm-ı âlemin, şeriatın, yolun, yolcunun ve yolculuğun rehberleri çıkmış. Zamânı ve târihi söküldüğü yerden diken ve düşünceyi, düşünebilmeyi hatta düşleyebilmeyi onaran zaman mîmârları çıkmış.

Onların huyu ve işi bu; “tecdîd” ile insanlığı ve varlığı “tevhid” eden peygamberlere “vâris” olmak. Yâni yeniden “kök’e, kökene götürmek ve köke bağlamak.

Salmal4

Zaman nehrinin zihinlerinden kopmuş yerlerine bağlanmadan evvel gönüllerini sese bağlamışlar ilkin. Sesin, ritmin ve âhengin bilgisini zevk edinmişler kendilerine. Duyguların melekûtuna uyananların ilâhi dilin kaf u nun sırrınca izhar edildiğini keşfetmeleri zor olmamış. Tam da Tanrı ateşinin yandığı yerden duyuluyormuş bu esrarlı NEVÂ’nın sesi. Orpheus’dan sonra Kindî yeniden keşfetmiş bu esrarlı ses ırmağının kaynağını. Sonra büyük Türk bilgeleri işitmişler kâinatın eteklerinde döndükçe çınlayan bu nağmeleri. Sonra söyleşmişler bu ilâhi sesle. Dertleri mûsiki üstadı, sanatçısı olmak değilmiş ki. Keşfetmiş ve insanlığın hizmetine sunmuşlar sâdece.

Günümüzün İslâm’da felsefenin yeri olmadığını söyleyen mahfilleri dîni sadece bir yaptırımlar makâmı olarak algıladıkları için böyle düşünüyorlar. Oysa din kıldan ince ve kılıçtan keskin bir düzlem olduğu kadar, anlaşılmamış yanlarıyla da insanı gayya kuyusuna düşürecek kadar “derinliği” olan bir olgu.

Allah’ın dinde “derin anlayış sâhibi” dediği, “düşünenler için” dediği Rabb’in tedrîsinden kaçanların “cehennem” denilen o gayya kuyularına düşeceklerini açıkça ifâde ediyor ve orası şiddetli bir elem yeridir.
Şu hâlde “kul” olabilmenin birinci farzı “küll” olabilmekde, düşünebilmekde”.

Büyük Türk filozofları da bunu yapmış. Ataları İbrâhim Peygamber gibi ayakları altındaki dünyanın, başları üzerindeki göklerin ve ayın hakîkatini sorgulamışlar. Sorgulamak kolay değil elbette. Çünkü “mantık” nasıldan evvel gelmiş her zaman. Onlar da bunu tahsil etmişler evvelâ. Düşüncelerinin sınırlarını genişletmek için onlarca dil öğrenmişler.

Ne garip, insan düşününce bir insanın sâdece tek bir alanda derinleşebilmek için bile ömrünün yetmediği şu çağda bu bilgeler, bu bin fenni nasıl sığdırmışlar hafsalalarına? Mûsikî, tıp, astronomi, matematik, mîmârî, fizik, kimya, din bilimleri ve güzel san’atlar.

Evet asıl mes’ele burada sanırım. Varlığı, dîni ve inancı anlamada ne kadar yabancı hatta bir “yaban” olduğumuz. Bu ülkede fizikçi ve kimyacı liselerde sevilmeyen belâ dersleri veren hocalardan ibâret. Matematikçiler de tedrîs hayâtımızın kâbusları âdetâ. İlâhiyatçıları ise, hadis, siyer, fıkıh ve tefsir gibi okunmayan, okunsa da anlaşılmayan, ezberlense de unutulan cilt cilt kitapların maşerî bekçileri, otoriteleri. Dîni vaaz edenler ise bu bilgileri ve ezberleri unutarak hapı yutmuşların korkulu rüyâsı! Cehennemin gerçek mâlikleri değilseler de yeryüzündeki temsilcileri. Kimse anlamıyor, dünyanın ve mantığın sınırlarını sorgulayan mütereddit filozofların yalnız görme alanımızın içindekileri her defasında olmak üzere görüp, bunlar arasında bir bağlantı kuramayan hayvanlar gibi olmaktan korktukları o hâle benziyor hâlimiz.
Dünya ve düşünce mâcerasından kaç asırlık trenleri kaçırmışız sayan var mıdır acaba? Avrupa’nın kopmadığı bu “anlama modeli” sadece. Şeytâniyet de olsa, deccâliyet de olsa onlar için kilise, içeriği dışa kapalı bir “anlama modeli”. İlluminati’den, Masonik düzeneğe kadar içine aldıklarına “insiyatif” kazandıran bir tecrübe, erme, erime ve erişme “yolu”.

Bizim hâli hazırda böyle bir yolumuz yok. Kadim şeytaniyyet siyâset ve kültür projelerini elli yıllık, yüz yıllık, bir asırlık planlarken biz günü birlik politika ve siyâsetle hareket ediyoruz. Yasalarımız çöl bedevisinin acıkınca yediği helvalar kabilinden şeyler. Eğitim ve kültür politikamız yok. Geçmişimizle, dîni ve medeniyeti anlama ve algılamada bir “anlama modelimiz” yok. Olsa da bilinmiyor. Bilinmek istenmiyor.

Eski bilgeler yola kavga ve gürültüyle çıkmamışlar. Evvelâ sessizce ayaklarını bastıkları, nefes aldıkları, yaşadıkları dünyanın yasalarını anlamaya çalışmışlar. Yazıdan, sözden, sohbetten ve kavramlardan evvel zihinlerinin dışındaki varlığı anlamaya çalışmışlar. Hikmet mertebeleri sözden ve zihinden evvel doğruya ulaşabilmenin metoduna sahip olmakla başlar. Tespih tanelerini sayarak çıkmamış eski bilgeler bu mertebeleri. Bizzat tırmanmışlar. Çünkü Allah siz “bildiklerinizle âmel ediniz ki bilmediklerinizi öğretelim” demiş. Şu hâlde ârifin aradığı uzaklarda değil, bilinenden dürüstçe hareket etmekte. Fizik ve matematiğin merdivenlerini çatır çatır çıkarak ilm-i ilâhiye ulaşmada.

Salmal5

Bugün geçmişteki büyük Türk bilgelerini, hakîmlerini beğenmeyen ve düşünceyi, felsefeyi dinden imandan uzak tutan zihniyeti çok iyi anlıyorum. Sanıyorlar ki Yunan’ın Keops’un kalbinden çalıp yamulttuğu o kâdim düşünce ve bilgiler mitolojik ve yarı mitolojik tanrılar ve canavarlar hâlinde şehirlerimizi istilâ edecek. Ne Budha, ne Uhnuh, ne Osiris ne de Thot istilâ edecek dînimizi korkmayın. Dünyanın Sorbonne, Harvard vs gibi üniversitelerinde fizik, kimya, matematik, astroloji, eski çağ dilleri, arkeoloji, antropoloji ilâhi bir ilim olarak tartışılırken bizim internet ve you tube sitelerimiz ve medyamız sâdece dîni bir yaptırım olarak görenlerle, tasavvufu iğdiş edenler arasında toz duman bir kavga ve küfürleşmelerle bir muharebe meydanı.

Bizim fizik, matematik, kimya, astronomi, coğrafya, dünya târihi, insanlık ve bilim hakkında söyleyebilecek hiçbir şeyimiz yok. Çünkü biz milletçe şair olduğumuz gibi aynı zamanda milletçe iyi bir siyaset bilimcisi, müfessir ve mealciyiz. İslâmın ve imanın şartlarını şaşırmak bizi çarpacak şeylerdir. En mühim toplumsal ve siyâsal zaferimiz başörtüsü ile kumsalda ve kamusal olanda dolaşabilme başarısıdır!
Keşfimiz, ilmimiz, ilerlememiz, yiyip içmemiz, yaşamamız sohbetimiz hep bir kör döğüşü ve alt etme zihniyetine dayalı. Adeta birbirimizin kanını içerek ve gözünü oyarak yaşıyoruz. Bilgiye ve bilgeliğe sevgi ve saygı duymamızın bir gereği yok bu durumda.

İlâhi hayâtımız fizikten, kimyâdan, matematik ve tıptan yoksun olduğu için desteksiz. Bilmiyoruz, cahiliz. Bu sebeple İbn Arabî gibi, Konevî, Kindî, Fârâbî, Yusuf Has Hâcip, Kaşgarlı Mahmud, İbn-i Sina gibi kadim Türk aklının düşüncelerini günün şartlarındaki ilâhi anlayışın anlaması muhal görünüyor.

Eski hakîmler şöhret olmak için edinmemiş bunca bilgiyi. Ünlü olmak, meşhur olmak için yaşamamışlar. “Dinde derinleşmeyi ve ilmi, aklı kullanmayı hem ibadet hem de insanlığa hizmet olduğu için seçmişler!” Evvelâ bizim bunu bir anlamamız gerekiyor.

Fârâbî meselâ, yamalı giyermiş büyük âlim. Onca sene yaşadığı Bağdat’da birçok dil bilmesine rağmen hep Türkçe konuşurmuş. Ve yine gariptir Şam topraklarında akmış kanı. İşte bugünün Işid zihniyeti şehid etmiş onu da. Vahşi ve taassuba batmış o kadim ve zifîr zihniyet!

Salmal3

Ayakları yere basmamış, dünyayı, havayı, suyu, eşyâyı, coğrafyayı, bitkiyi tanımayan, ancak bu hâliyle yalnızca Allah’ı tanıyan ve tanıtan yahut tanıdığını iddia eden bir din ve inanç anlayışının karanlığında uğunan ülkemize you tube’deki, feysbukdaki ve ekranlardaki arap saçına dönmüş mes’eleler, döğüşler vuruşlar, hakaretler, küfürleşmeler yakışmıyor mu dersiniz?

Eski yüksek aklımızın hikmet sofralarına oturmadıkça, Yesevî terbiyesinden geçmedikçe, Fârâbiler, İbni Sinâlar, Yusuf Has Hacipler, Sadreddin Konevîler, Yahya Kemâller, Sâmiha Anneler, Nureddin Topçular eserleriyle, düşünce ve anlama modelleriyle bu irfan sofralarında baş tâcımız olmadıkça biz bu manzaralara lâyık olacağız dostlar.

Kadirşinaslıkla…
Yazar
Saliha MALHUN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen