Cami Avlusuna …..

Trafik kazası, bir kara yolu taşıtının diğer bir taşıta, yayaya, hayvana ya da herhangi bir nesneye çarpmasıyla vuku bulan bir olaydır. Trafik kazası sürücüden, araçtan veya yoldan kaynaklı olabilmektedir. Ülkemizde gerçekleşen trafik kazalarının ekseriyeti yüksek bir oranla sürücüden kaynaklanmaktadır. Tabiî bu durumda da aracın omzuna fazla bir yük düşmemektedir.

Bu durumu yönetici(sürücü)-devlet(araç) ilişkisine benzetebiliriz. Ben bu ilişkide devlet kavramı üzerinde yoğunlaşmak istiyorum.

Devlet kelimesi hareket eden manâsındaki D.V.L kökünden türetilmiştir. Eski Türkler’de ise devlet kelimesinin yerine ‘‘İl’’ kelimesi kullanılmaktadır. İl kelimesi, hem barış hem de devlet manâsına gelen bir kelimedir. Yani bizim medeniyetimizde devlet, hareket eden, dinamik olan ve barışı ihtiva eden bir yapıdır. Burada barış kelimesinin ehemmiyetiyse biraz daha önem kazanmaktadır. Çünkü; dinamik olan devletler bürokrasiyle beraber durağan bir hâl kazanabilir, kazanmaktadır ancak devlet barışı ihtiva edemediği takdirde kaos ortamı doğar ve devlet, ‘‘devletliğini’’ yitirir.

Ülkemizdeyse, asırlar içerisinde siyasi ve ekonomik gibi muhtelif nedenlerden dolayı bazı olaylar vuku bulmuş sonucunda ister istemez devlet zarar görmüştür. Hâlbuki bu olayların kaynağı genelde ‘‘sürücü’’ kaynaklı olmuştur. Devletin zarar görmesinde, cereyan eden olayın mahiyetini tam kavrayamamak etkili olmuştur ama asıl neden ise devletin selameti için kardeş katlini vacip kılan dünya görüşünün kaybolmasıdır.

Erol Güngör’e göre : ‘‘Türk, kendi siyasî hâkimiyetinin bulunmadığı yerde yoktur; bir yeri istilâ eder ve orada derhal idarî ve adlî teşkilâtını kurarak nizâmı temin eder.’’[1] Ortaya çıktığı tarihten itibaren kendinin kurmuş olduğu devletten başka bir devlette yaşamayan Türk milleti engin bir devlet tecrübesine sahiptir. X. Yüzyılın ardından İslamiyetle beraber bu tecrübe daha da köklü bir hâle gelmiş ve muhteşem bir devlet geleneği, felsefesi ortaya doğmuştur.

Bu devlet geleneğini incelediğimizde hem İslamiyet öncesi Türk devletlerinde hem de Türk-İslam devletlerinde benzer bir ilahi kaynak görmekteyiz. İslamiyet öncesi Türk devletlerinde han olan kişinin Tanrı tarafından kut verilen, Oğuzhan’ın soyundan gelmesi gerekmektedir. Mamafih, devlet kutsî bir yapı haline gelmiş ve bu kutsiyet devletin ayakta durmasını sağlamıştır. Türk-İslam devletlerindeyse han olan kişinin soyunu Oğuzhan’ın soyuna bağlaması devam etmiştir. Lâkin İslamiyetle beraber Türk hakanının görevi ‘‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’’ sıfatına nail olmasıyla katlanmış ve hakan artık gittiği her yere Allah’ın adını götürme görevini üstlenmiştir. Bu görevin veya kutun, o soya verildiğine olan inançsa, tebaanın devlete olan bakış açısının farklı olmasına neden olmuştur. Bunu da o dönemlerde yapılan tezyiflerin devletten ziyade yöneticilere yapıldığını görerek anlayabiliriz.

Günümüzdeyse maalesef ki Türk devlet geleneğinin giderek ortadan kaybolduğunu görmekteyiz. Bunun saltanat makamının kaldırılmasıyla ilişkilendirebilmek mümkün lâkin gereksiz; çünkü yönetim tarzı değişse de tebaa aynı tebaa, devlet aynı devlettir. Yapılan araştırmalarla Türkiye Cumhuriyeti’nin, Hun İmparatorluğu’nun devamı olduğu neticelendirilmiştir. Demokrasiden dolayı yöneticileri Oğuzhan soyuyla ilişkilendirmek mümkün olmasa da tebaayı Oğuzhan’ın tebaasıyla ilişkilendirmek mümkün. Nede olsa devleti kuran unsurlardan belki de en önemlisi birbirine bağlı bir nüfustur.[2] Yani millettir. Mamafih, dalkavukluktan, cahillikten, ‘‘körlükten’’ hem Türkiye Cumhuriyeti’ne hem de Osmanlı İmparatorluğu’na hakaret etmenin farkı olmamakla birlikte insanın öz babasına hakaret etmekten de farkı yoktur.

Bu konuda değinmek istediğim hususlardan birisi de devlet geleneğinin gençlere, çocuklara ve talebelere aktarımında yapılan hatalardan bir kısmıdır. Bunlardan birisi gençlerin mensubu oldukları cemiyete ait fikrin doğrudan devletle irtibatlandırılması veya öyle hissettirilmesidir. Bu durumda doğacak olan menfi hâlse kişinin psikolojik olarak sadık bir hayvana, kula dönüşmesidir. Bu dönüşümün doğuracağı sonuçların benzerleriyse maalesef ki tarihimizde yer almaktadır.

Değineceğim diğer bir hataysa devlet kavramının karmaşık bir hâle sokulmasıdır. Devlet geleneği aktarılırken ‘‘devlet baba’’ o kadar abartılır ve devlet o kadar karışık bir hâle döner ki çorbadan farksız kalır. Bunun neticesinde de kişi devleti zihninde somutlaştıramaz, devleti temsil eden varlıkları göremez. Hâlbuki devlet öyle bir teşkilatlanmaya sahiptir ki sürekli yanı başınızdadır; banklar, parklar, okul sıraları, çöp kutuları, duvarlar, öğretmenler, hademeler, doktorlar, hemşireler… Hemen hemen herkesse verdiğim bu örneklere ya bir hakarette bulunmuşlar ya da zarar vermişlerdir.

Yazıma son vermeden önce bir soru üstünde birkaç kelam etmek istiyorum. ‘‘Devlet mi millet içindir yoksa millet mi devlet içindir ?’’ bana kalırsa yumurta-tavuk ilişkisinden sonra ortaya atılan en saçma sorulardan birisi bu sorudur çünkü sürekli iç içe olan iki kavram bu tip sorularla ancak sığlaştırılabilir. Asker tarafından yakılan tarlasının ardından ‘‘yakan devlettir varsın devlet yaksın’’ diyen Antepli bir köylüyle, ‘‘devlet bize bakmıyor’’ diyerek alenen isyan eden bir vatandaş devlet anlayışları arasındaki farkın oluşmasında takriben 50 yıl gibi az bir zaman dilimi olmasının nedenleri araştırılırken bu ve bunun gibi sorulara dikkat edilmesi gerekmektedir.

Bu sorunun neden olduğu sonuçlardan birisi de şuan ülkemizde yaşadığımız, gördüğümüz hainliğin gençlere bulaşmasıdır. Bunu şu şekilde açıklamak mümkündür; takriben 20 yıl boyunca birçok kurum, kuruluş zihnen koparılmaya çalışılan vatandaşlarımızla iletişime geçerek bir olduğumuzu anlatmaya çalışmıştır ki bu yapılan hem gerekli hem de çok doğru bir uygulamaydı ancak eksikti. Bu eksikse aynı devlete bağlı olan bir birlikteliğimizin olduğunu anlatmakla giderilebilirdi, bu eksikliğin sonucunu Türk milletine mensubum diyen insanların aynı zamanda sosyal medyada ‘‘insanlar öldürülüyor’’ diye slogan atmalarında net bir şekilde görebiliriz. ( Not: İmza konusuna, o imzayı atan şahısları aydın(!) olarak görmediğim için değinmiyorum)

Son sözüm ise, asırlar boyunca ‘‘devlet-il’’ sözcüğüyle beraber anılan Türk milletine mensup olan bizlerin devlet felsefesini bütün toplumlara göre çok daha fazla iyi öğrenmek, öğretmek gerekiyor. Yapılan hataların sonucunu hâlâ görüyoruz. Şunu iyi bilmek gerekiyor ki, fikri görüşü, ırkı, dini, ne olursa olsun kendini devletine bağlı olarak ilân etse dahî bahsettiğim hataları yapanların ne kendi aralarında ne de cami avlusuna işemekten bir farkı kalmaz.

KAYNAKLAR 

[1] Erol Güngör-Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik

[2] Mehmed Niyazi- Türk Devlet Felsefesi

Yazar
Eyüp Ersegun KAHRAMAN

Eyüp Ersegün Kahraman, 1996 yılı Osmaniye doğumludur. Lise, ortaokul ve ilkokul öğrenimini Osmaniye'de tamamladı. Öğrenimine Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde devam etmektedir. İlgi alanları  bilim, basketbol, tarih, edebiyat v... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen