Şehrin Kaybolan Küresi

“Garîbe ve acîbeler beyânında”             

Günlük hayat, türlü hayhuylar içerisinde akıp gider ve bu akışlar öyle bir hâl alır ki, tedâhülleri, etrâfımızda meydana gelen değişimleri, yer değiştirmeleri, yokoluşları, istihâleleri, yenilikleri anlamamız mümkün olmaz. Kendimizi öyle tedânî hisleriyle iş ve meşgalelerimize hasretmişizdir ki, kendi içimize dönme şansımız kalmadığı gibi, yaşadığımız çevreyi de gözleme ve kontrol etme kaabiliyetimiz yitmiş, hayatla bağımız ifnâ perdesinde takılıp kalmıştır. Yollar değişir, yolların ve sokakların türlü unsurları değişir, konu komşu değişir, insanlar değişir, dükkânlar değişir, mekânlar değişir, güzergâhlar değişir; bütün bu değişimlerle birlikte bir zamanlar hayâtımıza, dağarcığımıza sızan ve anlamak için lûgat karıştırmak ihtiyâcı duymadığımız tedâiler havada kalır, anlamsızlaşır; iyice dramatikleştirmek gerekirse, afazik bir hâle doğru sürükleneceğini bekleyebileceğimiz geleceğimizi tek kurtaran, yeni değişim ve dönüşümlerin öncesinde gözümüzün alışacağı görüntülerin ve kulağımızın alışacağı seslerin yeni çağrışımlarıyla, bu yeni alışmışlık hâlleriyle meşbu olarak konuşup, gezip huzurla seyredebileceğimiz yerleşik bir vasatın içinde nisbeten kısa veya nisbeten uzun bir zaman zarfında her tür inkılâbdan vâreste yaşama imkânıdır. Hayat bize ileride bu kadarcık bir hareketsizliği de sunabilecek mi bilmiyoruz; ama yine de etrâfımızda kaybolan, değişen, dönüşen, unuttuğumuz ayrıntıların kalabalığı içinde mustarip olmaya devam edeceğiz. Kişioğlu, bunu, târihe adım attığı andan îtibâren uzun durgunluk dönemlerini tâkip eden sıçrama hamlelerinden sonra, git gide artan bir hızda yaşadı ve yaşayacak; fakat benim ve zannederim İstanbulluların, bu konuda daha şahsî veya şehre özgü bir sıkıntımız mevcut. Şimdi o konuya gireceğim.

Hangi sıradan meselenin zihnimde bu kadar büyük bir insanlık meselesine dönüştüğünü, neden bu kadar lâf kalabalığına ihtiyaç duyduğumu merak edenler için öncelikle her ikisini de açıklayayım: Biliyorsunuz ki her konu bir dibâceye muhtaçtır ve her mesele büyütülmeyi hak edecek kadar büyüktür. Bazen dibâceler meselenin kendisinden bile büyük ve kıymetli olabilir; meselemizin hak ettiği ilgi ve merâkı canlandırabilir, meseleyi yaşatabilir. Kim İbn Haldun’un İber Tarihi’nden haberdar ki? Herkesin dilinde varsa yoksa Mukaddime. Eserin önüne geçen bir önsöz… “Himinileri gubardatacak bir hobaraklık”. Ayrıca hakikatli olmak gerekiyor ki meselem ciddî ve üzerine çiziktirmeye değer bir mesele. Öyle ceffelkalem, sellemehüsselam değil, ağır ve usturuplu bir girişi hak edecek kadar… Kaç defa yaşadım bilmiyorum; fakat çok defa yaşadığım için sayıyı bulamıyorum: Beş buçuk yaşındaki kızımla ne zaman gezinsem, onun, benim farkında olmadığım pek çok değişimin, ayrıntının, bütün bu gulgule-i hayat içinde, sanki bütün o velvelenin kenarında yükselen bir duvardan ayaklarını sarkıtarak ve dondurmasını yalayarak, her şeyi ağır çekimde tâkip edebiliyormuşçasına, ayırdında olduğunu fark ettim. Eskiden gözlem gücüme çok güvenirdim. Kaldı ki, iyi bir gözlemci olmayı gerektirecek bir mesleğim de var; ama şehrin bütün gürültü patırtısı tarafından iğdiş edilmiş “anlak”ım, uzun zamandır semereli bir hizmet veremiyor ki, küçük bir çocuğun irrite edici bir rahatlıkla tek tek işâretlediği kör gözüm parmağına değişimlerden, fark edilmesi güç yeniliklere varıncaya kadar pek çok hareketliliği, kayıp veya kazancı; şehrin, mahallenin, sokağın en avâmî enstalasyon faaliyetlerini artık fark edemiyor. Yakın zamanda, kendimi, apartmanın girişindeki paspasın kayboluverdiğine dâir bu esaslı gözlemcinin uyarısı üzerine mübâlâğalı bir pozla demir kapıya yaslanıp giriş paragrafındaki düşüncelerin ağında debelenirken buldum. Sanırım, meseleyi en basit hâle ircâ ederek hayatın dağdağasıyla mâlûl bir yetişkin olduğumu, bir çocuğun bu mâlûliyetlerden vâreste zihniyle yarışamayacağım gerçeğiyle bu husustaki düşüncelerimi icmâl ederek rahatlayabileceğimi hesapladım ve yüzüme bağdaş kuran bir tebessümle merdivenleri tırmandım; fakat yine de rahatsızlık duymaya devam edeceğim bazı ayrıntılar söz konusuydu ve küçük bir keşifle, bu rahatsızlıklarımı izâle ettiğimi söyleyebilirim.

Şu, Mese Caddesi yâhut Divan Yolu olarak bildiğimiz, Bizans’tan müdevver eski protokol yolumuzun üzerinde, sürekli uğradığımız pek çok târihî mekân vardır. Firuz Ağa ve Atik Ali Paşa gibi Sultan II. Bayezid devri câmilerinin arasında lise yıllarımızdan şu zamana değin pek çok köşede, oturakta, mecliste bulunmuş; gezmiş, görmüş, dinlemiş, anlatmışızdır. Epeydir sıklıkla uğradığımız yerlerden birisi de, caddenin aynı diliminde yer alan Sultan Mahmud Türbesi’nin ve hazîresinin hemen yanına kondurulmuş, Türk Ocağı İstanbul şubesinin çayhânesidir. Evliya Çelebi İskelesi’nden Sirkeci’ye adım attığımız zaman Türk Ocağı’na gitmekten bahsedildiğinde, kastedilen şey, bir Ocak faaliyetine dâhil olmaktan ziyâde çay içip mavra yapmaktır. Tabiî mavradan evvel büyük mürşid Ziya Gökalp’ın eski yazıyla hakkedilmiş seküler mezar taşının önünde durup, taş bizden herhangi bir Fâtiha istemese de, bu büyüğümüzün rûhuna birer istimdat vâsıtası olarak dua ve dileklerimizi yollamak gibi asgarî milliyetçi ritleri yerine getirdiğimizi belirtmeliyim. Bazı arkadaşlar Sultan Hamid’i ziyâret etmenin, Gökalp’a selam vermekle tenâkuz teşkîl edeceğini düşünseler de bizim de dâhil olduğumuz ekseriyet, o görevden de kaçınmaz. Hatta, târihi bir bütün olarak değerlendiren “millî” bakış açımız, Bedreddin’in mezarını da es geçmemizi engeller. Muhalif, muvâfık herkesi yâd edip o tuhaf “devletlû” mezarlığından çay içeceğimiz kısma intikâl ederiz. Lâkin Türk Ocağı’na ister Mese tarîkiyle, ister Bâb-ı Âlî tarîkiyle çıkalım, hazîreye girmeden önce kısa bir soluklanma yâhut gelecek olanları bekleme sâikiyle durduğumuz bir nokta vardır. Bu noktada soğuk günlerde genelde kestâneciler veya burma tatlıcılar olur. Soğuk veya sıcak günleri ayırmadan 170 küsur yıldır orada duran bir şey daha vardır ki, o da hazîre duvarına ampir üslûbuyla bitiştirilmiş çeşme ve onun yüksek arşitravı üzerine kondurulmuş bir küredir. Gerçi artık çeşme var; fakat Cerîde-i Havâdis’in, «…yekpare mermerden zîbâ çeşme yapılıp üzerine yine mermerden yapılmış ve hendese üzere nakşolunmuş küre-i arz» diye tasvir ettiği küre yok! Onca gidiş gelişimize rağmen bu yokluğu gazetelerden öğrenmiş olmak ve gazetelerin de epey bir zaman sonra bu kayba uyanmış olması da bir diğer fecaat!

Mâlumunuz, İstanbul’un muhtelif yerlerinde tılsımlar olduğu bilinir. Bunlardan, bir hâdiseyle ilintilendirilen en gözde örneklerden biri, At Meydanı’ndaki Yılanlı Sütun’dur. Platea Savaşı’nın anısına muzaffer Hellenler tarafından bronz savaş ganâiminin eritilmesiyle yapılarak mukaddes merkezleri Delphoi’ye nezredilen ve Doğu Roma’nın neşv yıllarında İstanbul’a getirilen bu bronz sütunun gövdesi durmakta; fakat yılan başlarının yerinde yeller esmektedir. Kaybolan başlardan birisi Fossati tarafından bulunmuş olmasına rağmen, diğer ikisi hâlâ yoktur. İşte Evliya Çelebi’nin, “Kal‘a-i Kostantîn’in enderûn [u] bîrûnunda olan mutalsamât-ı garîbe ve acîb[e]ler beyânındadır” serlevhasıyla, “On yedinci tılısmât-ı ibret-nümâ” altbaşlığında, bir yeniçerinin «bozdağan mücevher topuz ile mezkûr ejder sûretine bir topuz ur»ması ve bu “uruş”un «…garb cânibine nâzır kellesinin alt çenesine isâbet edüp ol ân İslâmbol’un garb cânibinde yılan zâhir olup ol asırdan berü yılan İslâmbol içre şâyi‘ oldu derler.» sözleriyle değindiği bu teshîr edilmiş anıt veya Sultan II. Bayezid’in hamamı içinde kaddi seksen zirâ olup yıkılmasıyla şehre tâ’ûn yayılmasına sebep olan âlî sütuna dâir anlatısı, bir tılsımın kırılmasının, kaybolmasının nasıl dramatik sonuçlara gebe olabileceğini bana hatırlattığı gibi, kafamın içinde bârikanümâ bir düşüncenin de parlamasına vesîle oldu: Belki de Sultan Mahmud Türbesi’nin hazîre duvarına bitişik çeşmenin küresi de İstanbul’un Yakın Çağ’a âit tılsımlarından biriydi ve muğlak kayboluş hâdisesi, – zîrâ bir esnaf kırıldığını ve belediye ekiplerinin zabıt tuttuğunu fark etmiş; fakat bütün çabalarıma rağmen bu zabta ulaşamadım – sonrasında, bende ve pek çok İstanbullu’da,  kürenin kendi kaybıyla başlamak üzere, bütün farkındalık hassâlarını da alıp götürmüştü. Tabiî bu çok retrospektif bir fikir. Okuduğum bir haber ve yine okuduğum bir eski nakil, kafamdaki bâzı ârıza merkezlerini titreştirerek, beni mustarip eden farkında olmama hâllerini, ondan bir kıymığın çıkmasıyla dahi tezelzül edecek kadar canlı dokularla bir şehre âit olmanın romantizmine bulayıp, eğlenceli bir sebep yaratmış da olabilir; fakat kimin umurunda? Bence benim türlü hayhuylar içinde fütur getiren zihnimin, kapısının önünden başlamak üzere, şehrin bütün değişimlerinden uzak ve habersiz hâle gelmesinin sebebi, ister Kızıl Elma ister palantir heykeli olarak vasfedilsin, o kaybolan küredir. Bir tılsımımız yok oldu ve o tılsım, bizim bir melekemize mâl oldu ve öyle anlaşılıyor ki bu tılsım, çocuklara işlemiyordu. Onlar muhtemelen muayyen bir zamana dek şehrin bütün ayrıntılarını, kıvrılıp burulmalarını, değişmelerini fark edecek ve zamanı geldiğinde bizim gibi duyarsızlaşacaklar. Muhtemelen bir süre boyunca, bu muayyen zamanın hangi yaşa tekâbül ettiğine dâir tetebbu ve tefekkürle kafayı kırıp şirâzeden çıkmazsam, başka yazılar da yazarım; fakat bu hususta bildiğim ve bundan sonra yeni bir düşünceyle aydınlanmazsam, söyleyeceğim bunlardan ibârettir.

Mağaradakiler, Mart – Nisan 2016, 10. sayı

Yazar
Göktürk Ömer ÇAKIR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen