Birkaç Mevsim Beklemek

Yıllar önce okuduğum bir tarih kitabında şöyle bir şey anlatılıyordu;

Esasında insanlığın en büyük devrimi avcı-toplayıcılıktan tarıma geçişti. Medeniyete dair tüm temel yapılar bu şekilde oluşmuştu. Büyük resme baktığımızda endüstri devrimi bunun yanında ancak göreceli bir öneme sahip olabilirdi;

Tarıma geçmek için ( o zaman gübreleme iyi bilinmediğinden) kendiliğinden toprak yenilendiği için ırmak deltalarına yerleşmek gerekiyordu. Bir çiftçi zümresi ortaya çıkıyordu ve ilk defa insanlar tüketebildiklerinden fazlasını üretiyordu. Bu “artı değer” in adresi ise baştan belliydi. Bu tarlalara saldırmaya gayet meyyal tarım-öncesi toplumlardan çiftçileri ve tarlaları koruyacak askerlere ve onu düzenleyen devlet sistemine. Yani üretmeyen ama o olmazsa da üreticinin naçar kalacağı pek çok şey. Böylece ordu, devlet vb kuruluyordu. Çiftçiliği yapabilmek için ırmakların taşma/çekilme dönemlerini iyi bilebilmek gerekiyordu. Bu takvim, tapu-kadastro vb gibi pek çok şeyi doğuracaktı. Tabii matematik, geometri vb de. En önemlisi ise üretmeyen ama faydalı işler yapan tüm bu matematikçi, hukukçu, astronom gibi insanların da bu fazladan üretim sayesinde geçimini sağlayabilmesiydi. Uzmanlaşmaya imkan veren bir durumdu bu ve medeniyet işte bu şekilde doğmuştu. 

Ancak şu anda hatırlayamadığım (Adını hatırlamıyorum derken belirteyim yazarı Batılı ve İslamdan eni-konu bihaber birisiydi.) yazar burada durmuyor bu medenileşme hareketinin arkasındaki ruh hareketine kadar takip ediyordu. Bu ruh hareketi sabırdı. Daldan meyve toplamaya veya ormana gidip bir hayvan yakalayıp yemeye alışkın insan birden 8-9 ay beklemesini icap ettiren, hiç de risksiz olmayan bir süreci işletir hale geliyordu. Ortada olmayan (8-9 ay sonra ambarına girecek) bir yiyecek için şimdiden sıkıntılara göğüs germek. Belirsizliklere atılmak. Halen de dünyadaki endişelerin ve buna bağlı psikolojik rahatsızlıkların baş kaynağı olan “belirsizlik”. İşte herşeyi mümkün kılan buydu yazara göre; “sabır” 

Tarihten ruhsallığa bu geçiş genç bir okuyucu için tatlı bir sürpriz, küçük bir aydınlanmaydı.

Onyıllar sonra şimdi buradan devam etmek istiyorum.

Scott Peck’in çok satan “Az Seçilen Yol” (Road Less Travelled) isimli eseri psikoloji ve maneviyat arasındaki köprüyü inşa etmeye çalışıyordu. Yazar bir psikiyatristti ama maneviyatın da önemine inanıyordu. İnsanın hakiki anlamıyla hayatı başaran bir insan olması için “öz-disiplin” in birincil mesele olduğunu düşünüyordu. Öz disiplinin “canlı çekirdeği” ise “hazzı erteleme” kabiliyeti idi. 

Belki de şu psikoloji deneyini duymuşsunuzdur; 4-5 yaş grubundaki çocuklara şimdi yerlerse -hemen önlerinde duran- bir şeker, 10 dk (veya buna benzer bir şey) beklemeyi kabul ederlerse iki şeker verileceği söylenir. Çocukların bazısı hemen yer, bazıları sonraki iki şekeri kabul eder. Tabii bu sadece “kabul” etme meselesi değil bu sabrı gösterebilme meselesidir de. Çocukları uzun süre izleyen uzmanlar yetişkinliklerinde, bu bekleyebilen çocukların hayatın her alanında (eğitim, iş, aile, dostluklar vb) istikrarlı bir şekilde bekleyemeyenlerden başarılı olduğunu gösteriyordu. 

Scott Peck uzman derinliğiyle bu prensip ışığında günlük sıradan deneyimlerimizi “okuyordu”. Uyuşturucu veya diğer tüm diğer “keyif verici” alışkanlıklar hazzı erteleyememeden dolayı insana musallat oluyordu. Zira kısa vadede “haz veren” bu nesneler uzun vadede hüsrandan, acı pişmanlıklardan  başka bir şey vermiyordu. Bu haz vericileri reddedenler belki de uzun vadede daha fazla haz alıyorlardı.

Tembel bir öğrenci esasında aynı dertten muzdaripti. Ders çalışması gereken dönemde -hazzı erteleyemediği için-  arkadaşlarıyla haytalık yapıyor, dersi ihmal ediyordu. Çalışkan disiplinli öğrenci ise sınav haftasında sevdiği bir filmi veya maçı seyretmekten bile vazgeçebiliyordu. Durum kısa vadede böyleyken orta vadede resim netleşiyordu. Disiplinli öğrenci yazın gayet hoş bir tatil yaparken ve ailesinin takdirleriyle, onunla gurur duymalarıyla hoşça vakit geçirirken disiplinsiz öğrenci biraz mahcubiyet içinde ikmallere çalışmak durumundaydı. Toplamda kimin daha çok haz aldığı konusuna ise girmeyeceğim.

Dinlerde ve özellikle de İslam dininde hazza mesafe alışların her birisinin “hazzı red” değil “erteleme” olduğu kolaylıkla farkedilebilir diye düşünmekteyim. Oruç sadece akşama kadar sürer. İftar keyfin ta kendisidir. Normal bir öğünden daha haz dolu bir yemektir bu. Ve İslamın cinselliğe koyduğu “Allah’ın razı oluş” sınırları da öyle. En son halükarda ise “haz” sadece ölüm sonrasına kadar ertelenmekte ve inkar edilmemektedir.

Ve şimdi yine konuyu azıcık yer değiştirip, ziraate döneceğim; Çiftçi olmayan ama tabii ki biraz fikri olan bir insan olarak çiftçilikten pek çok ruhsal ilke çıkarılabileceğine kuvvetle kaniim. Çiftçilik şöyle bir şeyi zorunlu kılar; eğer bu işi sürdürebilmek istiyorsanız hasatınızın bir kısmını tohumluk olarak ayırmak zorundasınızdır. İsterseniz kışın ortasında yarı aç bir durumda kalacağınız gayet belli bile olsa tohumluğa dokunamazsınız. Kısa vadeli bir kazanç, konfor için geleceği rüzgara savuramazsınız. Sabrın bir başka boyutu olan bu ilkeyi çok önemli buluyorum zira tüketim çağının tam da gözden kaçırdığı şey bu. 

Pek çok film ve diğer anlatı türleri “sıkıntı içerisindeki” geleneksel insanı ve “haz içerisinde eriyen pervasız” moderni karşı karşıya koymakta ve zımnen “ne gerek var bunca sıkıntıya” sorusunu sormaktadır. Kredi kartından henüz kazanmadığı parayı yemeye alışmaya başlayan hiper-modernlerin peşin hazlarının nihayetine bakmak iyi olurdu. Kendi adıma gençliğinde yediği haltlardan dolayı yaşı ilerleyince  hüsran ve pişmanlık içerisinde kalan ama kalı da başına gelen yeterince insan tanıdım.

Sadece bir örnek üzerinden gitmeye çalışacağım; mesleki kariyeri her şeyin önüne koyan, kadının geleneksel rolünü en öküz, en maço erkekten daha fazla hor gören feminizm vb modern hareketler neticesinde kadınlar zor bir seçenekle karşı karşıya kalmıştır. Şarkılara, filmlere yansıyan “kariyer mi, annelik mi?” sorusu. Daha fazla modern kadın kariyeri, daha fazla geleneksel kadın anneliği seçmiştir ama tabii ki sınırlar mutlak değil. Bilmem kaç çocuklu kariyer kadınları da olmuş, başarılı iş yaşamlarının yanısıra birkaç çocuğu sağlamca yetiştirmiş modern kadın da hiç az olmamıştır. Ancak anneliği reddedebilen kadın tipinin daha modern olduğunu bilmem ki fazla tartışmaya gerek var mı? Pek de şaşacak bir şey yok ki mesleğe ve çalışma hayatına diğer her yerden daha fazla öncelik tanıyan Cermen halklar en fazla nüfus erozyonuna uğrayanlar olmuştur. Özellikle Almanya’nın nüfusu resmen azalmaktadır. Dünyanın belki herkesten çok kendisini seven bu millet çarklarını döndürmek için dışarıdan işçi almak zorundadır. 

Hoş Almanları sadece kendileri değildir seven. Türklerde de kendi ideallerini Almanlara yansıtan çoktur. Sadece fiziksel özellikleri açısından bile hayli beğenilirler. Pekiyi nasıl oluyor da bu halk kısa vadede kendisini yüceltecek (kariyer yapmak) ama uzun vadede yok edecek bu döngüye sokmuştur? Dünyanın en rasyoneli olduğundan zaman zaman konuşulan bu toplum nasıl olup da kendi hakiki menfaatini (çok olmak, demografik avantaj, o pek değerli kendisinin türünden, benzerinden bir dolu yapmak) elden kaçırmıştır. Bu ne çeşit bir rasyonalite ki sahibini uzun vadede dımdızlak ortada bıraksın, ele-güne muhtaç etsin? Güzel bir gelecek projesi bugün bazı sıkıntılara katlanmaya değmez mi gerçekten? Bu soruyu ısrarla vurgulamak istiyorum; bu ne çeşit bir rasyonalite?

Artık geleceğin de ekonomik bir değeri olduğunun keşfedildiği bir zamanda; (çok uzun vadeli krediler, kredi kartları ile hiç de sahip olmadığınız bir parayı bugün harcayabilmek, bugün dünya  kadar avantaj sağlasa da gelecek nesillere yüzlerce yıllık tehlikeli çöplük bırakmak anlamına gelecek nükleer sektör vb, bugün bize hemen zenginlik getirebilecek ama bir süre sonra perişanlığa sebep olabilecek doğal kaynakların çok hızlı tüketimi (yüz milyonlarca senede biriktiği söylenen fosil yakıtların neredeyse 100-150 yılda tükenme notasına yaklaşmasından kaynaklanan bir garip zenginlik) “ye, iç, eğlen, çal-oyna, bugünü yaşa” tavsiyesi ne kadar “rasyonel”dir?

Belki de genç yaştakilere gayet cazip gelebilecek “haz merkezli yaşam” davetine karşı muhafaza edilmesi gereken tohumlukları, aç-bilaç kalsak bile yenmemesi gereken bu tohumlukları hatırlatmak gerekiyor. Bazı şeylerin “yenmemesi”, bir süre sonra daha fazlasını almak üzere toprağın altına ellerimizle gömülmesi gerektiğini söylemek bu delice tüketim ve “hepsini isterim, şimdi isterim” çağının insanı için cazip bir çağrı olmasa bile gerçeğin kendine özgü bir güzelliği ve tatmini olduğuna ve insanın medyada sunulduğundan daha asil bir varlık olduğuna inandığımdan bu “cazibe eksikliğine” rağmen yine de söylenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Cazibesi az olsa bile, insanın buna duyarsız kalamayan bir tarafı olduğundan;

  • Kazanmak istediğimiz her şey için bir bedel ödememiz gerektiğini, bu bedelin bazen zor  da olabileceğini, 
  • Güzel bir gelecek için bugün sıkıntılara katlanmanın gayet akıllıca olabileceği pek çok durum olabileceğini, 
  • Hepimiz kendimizin en muhteşem haline yükselmeyi isterken “o zorlu sarp yokuşu tırmanmaktan kaçınmanın” pek de rasyonel olmadığını,
  • Vur patlasın-çal oynasın hazzın uzun vadede yıkım ve hüsran anlamına gelebileceği çokça durum olduğunu,
  • Korkunun bazen “gayet yerinde” bir davranış olabileceğini,
  • Hayatın hiç de riskten ari olmadığını, hayatın haz alınacak boyutları olduğu kadar, “kaçınılması, sakınılması gereken” boyutları olduğunu,
  • Bize kısa yollardan yeryüzü cennetleri söz veren “dünyalı vaadlerin”  nasıl hiç de öngörülmeyen yıkımlara vb sebep olduğunu, bu yıkımların bazısının gayet kolay görülse de (Dünya savaşları, terör vb) bazılarının ruhsal yıkımlar olduğu için aynı kolaylıkla görülmeyebileceğinin söylenmesi gerektiğini….

Ve hatta bir gün bizzat o kıymetli “kendimizin” toprağın altına gömülüp “acaba nasıl bir hasat çıkacak?” sorusunu varlığımızla soracağımızı….

Bu yazımı da bir şarkıyla bitireyim. Ve yine  bir dolu modern filozoftan çok çok daha fazla kulak vermeye  değer olduğuna kuvvetle inandığım “yaşlı kadının (Fikret Şeneş) bilgeliğine” kulak verelim; “Ya sonra?”. Bu sözlerini dikkatle dinlemeye değer bir şarkı…

https://www.youtube.com/watch?v=Vn6ghSV7Bb0

 

 

Yazar
İbrahim YILMAZ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen