Kendi Gök Kubbemiz

“Kahramansızlık hastalığı” diye bir tıbbî âraz var mıdır? Bilinmez, ama bizde böylesine köksüzlükler tezâhür edince, insan, bunun ancak “illet” olabileceği zehâbına kapılıyor.

Hâlbuki Dünyâ târîhinin emsâl teşkîl edip ardından kitleleri sürükleyen mühim şahsiyetleri listesinde, en çok isim bulunduracak milletin, “Türk” adını taşıması lâzım değil mi?

İlim, teknoloji sâhalarındaki gayret ehlini bir kenâra koyalım, siyâsî ve sosyal muhtevâlı gelişmelere damga vurmuş şahıslar kategorisinde, ne çok kahramâna sâhibiz.

Özümüzü bilmeden sözümüzü dinletemeyiz. Türk’ün, ithâl kahramâna ihtiyâcı yok. Yeter ki, nefsini kendi mecrâsında dinlendirip akıtmayı başarsın. Gerisi, çok kolay olacak…

Kâkülünü alnının üstüne indiren, söz sâhibi olup olmadığına bakmaksızın ahkâm kesmeye başlıyor. “Ağzı olanın konuştuğu” bir garîb devir yaşıyoruz.

Resim, aslına benzemezse, ne yaparsan yap, hakîkate yaklaşamazsın. Bezgin günlerin temelinde, biraz da bu resim uyuşmazlığı var.

Yavuz Sultan Selîm’e âid olduğu rivâyet edilen meşhûr küpeli resim, suyun ne kadar bulandırıldığını gösteriyor. Bu resme bakarak dillendirilen yalan-dolan ve bühtânlar, en sağlam demiryolu raylarını bile lâçkalaştırır.

Manisa Sancak Beyi iken, babasını ziyâret etmek için İstanbul’a gelen Şehzâde Süleymân’ı, şimdiki Sepetçiler Kasrı’nın bulunduğu mevkîde karşılayan Sultan Selîm-i Evvel’in, tek oğul ve velîahd olmanın verdiği hafif şımarıklık içinde, bir hayli takıp takıştıran mahdûmuna:

“– Bu ne hâl Süleyman? Anana takacak bir şey bırakmamışsın!..” diye sitem ettiği söylenir.

Süsden, gösterişden, âlâyişden ne denli uzak olduğunu müteaddid vesîlelerle gösteren bir Hükümdâr’a, bu küpeli resim nasıl yakıştırılmıştır? Daha düne kadar, Şâh İsmâil’in tahtı diye tanıtılan, Topkapı Sarayı’ndaki mârûf koltuğun, Nâdir Şâh’a âit olduğu anlaşılmadı mı? Yavuz’a yamanmaya çalışılan küpe hikâyesi de, böyle bir “kan değerleri eğrisi”nden ibârettir.

Târîhimizin, resim karşısındaki duruşu, Seyyid Lokman, Levnî ve Matrakçı Nasûh misilli hazâkat ve sadâkat ehline muhtaç…

Türk kültür yekûnunun her satır başında el sallayan Kutadgu Bilig, bilge müellifinin kaleminden, töre taşlarını dört köşe yapıp yan yana diziyor ve: “iyilik, faydalılık, adâlet, kişilik” sütûnlarını, semâmıza yükselen direkler makâmında görüyor.

Yahyâ Kemâl’in, Oğuz Kağan’dan mülhem “Kendi Gök Kubbemiz” tesbîti, Yûsuf Has Hâcib’in töre dörtlemesi ile daha bir mânâ derinliği kazanıyor.

Neylersin ki, zamânenin kolaya sapma huyu, bu kültür deryâsından bî-haber bir hayat tarzı pazarladı. Nîmetin kadrini bilmemek, önce nankörlüğe, sonra da küfre kürek çeker. Türk kültür hamûlesi, hakikî bir nîmetdir. Ona bîgâne olan, ağırın ağrı âkıbete de rızâ göstermeli…

 

 

Yazar
Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen