Türk Kültürünün Omurgası ve Cumhûriyet

Türk kültürü zengin elemanlardan mürekkeptir. Bu kültüre mensup gruplar kendi aralarında epeyce çeşitlilik göstermektedir. Asıl karakteri itibariyle orta kuşak insanı olmakla beraber onları Hindistan, Mısır, Sibirya ve Kuzey Afrika gibi değişik coğrafya ve iklimlerde görebiliriz. Dolayısıyla yaşadıkları bölgelerin şartlarına bağlı olarak çeşitli tarımsal faaliyetlerden denizciliğe, ticârete ve farklı zenaatlere bağlı yaşayan guruplar söz konusudur.

Bu yazıda ele alacağımız, bizim için ana gurubu teşkil eden karakteristik Oğuz kolundan söz açmakla, yukarıda dile getirdiğimiz çeşitliliği görmemezlikten geldiğimiz sanılmamalı. Bu çeşitlilik yanında, Türklüğün tarih sahnesindeki fonksiyonu dikkate alındığında, sahip oldukları büyük devlet geleneği sayesinde adeta yetmiş iki millete hükmeden bir topluluktur bu. Gerçi biz yazıda bu hükmedişin sırlarına bir nebze gireceğiz; ama sözün bu noktasında, idare edilen toplulukların kendi kültürel farklılıkları içerisinde mesut yaşatılması, o devlet geleneğinin önemli bir ilkesi ve zenginliği idi. Yani farklılıklardan rahatsızlığımız yoktur.

Bilakis farkın korunması, devleti kuran temel elemanın kendi kimlik istikrarının da teminâtıdır. Zaten konuya felsefi bir derinlikle eğilirsek homojen ortamlar, yaratıcılık ve yaşama şevkinin tükenmesine sebep olmaktadır. Fark, toplumsal bir ihtiyaçtır. Çoklu hayat ortamı rekabet, zenginlik ve yaratıcılığın ana cevheridir.

Söze böyle girmemizin sebebi, günümüzün adeta dogma haline getirilmiş insan hakları, demokrasi, çoğulculuk gibi kavramlarıyla esasta bir çatışmamızın bulunmadığını ifade maksadıyladır. Ancak bazı uygulama problemleriyle karşı karşıyayız. Cumhuriyet’in kültür siyâsetini analiz eden bir denemede kolaycı bir tasdik veya toptancı bir muhâlefet tavrı elbette mümkün değil. Bu meyanda zaman zaman her iki yönde feveranlara rastlasak da, doksan yıllık bir uygulamanın, devlet ve toplum hayatının ne olduğunu bilenler nezdinde yalınkat değerlendirmelere imkân vermeyeceği âşikârdır. Çünkü Türk devleti zaman zaman mahkum ettiği görüşlerin iktidârına da izin vermiştir. Bazen içeride engellediği davranışların fikrî zeminini dış politikasında onaylamış, desteklemiştir. Aynı zamanda birkaç görüşün birden mer’iyette kaldığını da gözlüyoruz. Aynı Türkiye Bulgaristan ve orada yaşayan Türklük için bir politika uygularken, Kerkük’tekiler için daha nüanslı bir başka politika uygulayabilmektedir. İslâm konferansı nezdindeki politik muharriklerle (BDT) Birleşik Devletler Topluluğu üyelerine yönelirkenki uyaranları değişebiliyor, Çin’e, Hindistan’a, İsrail’e diyelim ki Doğu Türkistan’a, Gagauzlar’a, Moğolistan’a karşı başka başka anlayışlar devreye sokulabilmektedir. İçeride ise doksan yılı tek bir siyasi mantalitenin eseriymiş gibi görmek hata olur.

Ancak “Türkiye” adı, esas itibariyle bu ülkenin en azından kültürel bakımdan kurucu unsuruna gönderme yapmaktadır. Bu kurucu unsur dil gibi, musıkî, mimârî gibi yaratıp yaşattığı farklı alanlara ait değerler ve hiç kaybetmediği devlet bilinci gibi yeteneklerini Türkiye Cumhûriyeti’nin varoluşuna bir meşrûiyet gerekçesi olarak sunmuştur. Fakat bugün özellikle çok seslilik denilen yaklaşımın ana unsur aleyhine beslediği bir muğlaklaşma, kültürün müphemleşmesi olayı yaşandığı fikrindeyiz. Doksan yıllık kültür siyâsetlerinde, bugünkü bilgilerimiz ışığında değerlendirdiğimiz vakit, karşımıza zaman zaman çok ciddî temel hatalar da çıktığını ve bu hataların yarattığı kültürel ortamın üzerine çok seslilik söyleminin belirsizleştirici etkisi de eklenince devletin hukûkî meşrûiyetini sağlayan ana kitle, bunların değerleri ve toplumsal geleceğimiz adına endişelenmemek elden gelmiyor.

Biz burada birkaç temel noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Bütün sosyal ve kültürel gurupların hakları saklı kalmak kaydıyla tespit ve uyarılarımızı sıralıyalım:
1- Bu kültürü yaratan ana kitle ata dayalı bir sosyo-ekonomik modelin eseridir. Bozkır kültürü de denen bu yapı Türklüğü dünya toplumları ve kültürleri arasında özgünleştiren, avantajlı kılan cephedir.
At sayesinde hareketli, sürat ve zamanı kullanmasını bilen, disiplinli, dayanıklı, teşkilatçı, liderlik kurumunu hayat memat gerekçesi bilen, savaş ustası bir yönetici toplum modeli ortaya çıkmıştır. Bu toplumda sınıf ayırımı, kölelik, kadın-erkek farkı gözetilmesi, şartlar gereği imkan dışı kalmıştır. Toplumun tamamı bütün hizmetlere katılmaktadır, aynı zamanda askerdir. Tamamı süvaridir, tamamı liderine gönüllü olarak tâbîdir.

2- At faktörü, sosyal bilimci yahut Türkologlar için, Türk toplumundaki hareket ve örgütlenme yeteneğinin anlaşılması ve analizi, boy yapılanmasının sunduğu kültür yaratıcılığı ve bu yaratıcılıktaki imkân ve zaafların görülmesi bakımından, halâ çok önemlidir.

3- Diğer dünya toplumları büyük ölçüde toprağa bağımlı veya yerleşik kültür tipleri yaratmışlardır. Toprağa bağlı hayat modelleri kaçınılmaz olarak sosyal sınıfların doğmasına yol açmaktadır. Sınıflı yapı ise yeryüzü tarihindeki zulümlerin temel sebebidir. Bugün çifte standartlılıkla suçladığımız dünya (Sınıflı statükoları sebebiyle “çifte standard” onların fıtratına sinmiştir) politik güçlerinin söylediğimiz gelenekten beslenerek meşrulaştıkları da bir başka gerçektir.
Türkiye’nin kurucu unsuru, tarihinde sınıf olmayışının verdiği imkânla, adâlet ilkesi etrafında hüküm süren büyük imparatorlukların varisidir. Bu nokta iyi anlaşılmamıştır. Adalet kavramının sınıflı yapılarda toplumsal mutabakatın ana ilkesi olamadığı tarihen sabittir. Halbuki atlı toplum tipi, bir yönüyle liderliğe örgütlenme ve disipline dayanırken, diğer yönüyle özgürlük, eşitlik ve gönüllü katılımın vaz geçilmez değer taşıdığı bir modeldir.

Türk kültürünün felsefî, hukûkî ve dinî arka planını teşkil eden Töre’de, hakan oğlu ile bir yabancı yolcu arasında adâlet tevziinde fark gözetilmemesi işlerin bu bağlamda “könilik üzere” (adâlet) yürütülmesi esastı. Yani Töre’nin temel ilkesi adâletti.

Adâlet ise çok derin köklere sahip bir kavramdır. Ontik, epistemik, etik hatta estetik boyutları vardır.

Birer cümleyle ifade edersek* ontik değeri bakımından Türk adâlet anlayışı insanlığa özgürlükçü ve eşitlikçi bir bakışla yöneliyor ise bunun sebebi Töre’deki vahdet-i vücutçu Tanrı anlayışıdır. Bütün varlık gibi insanlıkta da Tanrısallığı bulan bu mantaliteye göre, adalet, ontik bir kavram niteliğiyle kaçınılmazdır. Denilebilir ki vahdet-i vücudu tanıyan öteki toplumlar neden böyle değil? Sebep, can acıtan sosyal sınıf realitesidir.

Doğuşundan sonra öz vatanında Budizm’in başına gelenler malum. Budizm, kast sistemine itirazı yüzünden Hindistan’dan sürülmüştü. Sonraki dönemlerinde Brahmanizm ve Taoculuk gibi sınıflı sosyal ve siyâsî sistemle uzlaşarak ayakta kalabildi.

Türk toplumunun atlı karakteri sınıflaşmaya izin vermediğinden adalet ilkesi olanca etkinliğiyle sürdürülebilmiştir. Bu konu açılmaya çok müsaittir. Ancak burada kavrama dikkat çekerek keselim ve bir diğer noktaya atlayalım.

Bilindiği gibi Türkler’in kitleler halinde müslüman oluşu X. yüzyılın ilk çeyreğinde Maturîdî akîdesi çerçevesinde gerçekleşmişti. Burada ilginç bir durum vardır. 900 lerin başında İslâm dünyası, tarihinde ürettiği ekollerin büyük kısmını yaratmış, ve uygulamaktaydı. Türkler’in devlet kurumuna atfettiği kudsiyet sayesinde, kudsiyetin kaynağı olan Töre’den aldığı otorite ile hakanlık, halkını İslâma dahil etti. Ama mevcut itikatlardan hiçbirine itibar edilmedi. Kendi kurdukları Mâturîdî itikat üzerinden müslüman oldular. İmam Mâturîdî, bu karardan yirmi yıl sonra 944 te doksanlı yaşlarında öldüğünde Karahanlı Devleti’nin halkı müslümandı. Ne idi Mâturîdîliğin temel niteliği? Kendisinden sonra Türk müslümanlığına karakteristik damgasını vuran Hoca Ahmed Yesevî ve takipçilerinde açıkça gördüğümüz özel bir tevhid fikrini meşrûlaştırmak.

Burada subjektif bir iddiada bulunarak diyeceğim ki, Türkler müslüman olurken aslında din değiştirmediler. Kadim dinleri olan Töre’nin belirlediği anlama paradigmalarını İslâmî literatürle tazelerken İslâm’a da yeni bir bakış imkânı kazandırmış oldular. Bu hal, anlamanın kültürel ve toplumsal bir taban üzerine oturma şartı dolayısıyla tabii bir durumdur. Ancak, her din değiştiren toplum için işleyen bu mekanizmaya rağmen, neden öteki toplumlar din değiştirmiştir de, Türkler değiştirmemiştir, diyoruz?.. Diyoruz, çünkü İslâmın yanında Töre’nin de Cumhûriyet’e kadar özellikle devlet kurumlaşmasında ve günlük hayatta devam ettiğini biliyoruz. Yusuf Has Hâcip, Töre’yi anlatmak ve yaşatmak için Kutadgu Bilig’i yazdığında Türkler müslüman olalı bir buçuk asır geçmişti. Töre’nin üzerine oturan İslâmî yaklaşım, Türk müslümanlığı dediğimiz şeydir. Tekrar edelim, bu anlayışın alemi de Yesevî’dir.

Bu modelin adeta bir “sırâtı müstakîm” çizgisi gibi Türk entellektüeli tarafından inançla benimsenip sürdürüldüğünü bir millî stratejiye dönüştürüldüğünü özellikle XIII. yüzyılın kurucu akıl fonksiyonu görmüş Sadreddin Konevî’sinde (Ö.1274) tespit ediyoruz. Bilhassa Konevî’nin şahsında Türk inanç ve düşüncesinin büyük bir hamle daha yaptığını, derinleşip genişlediğini, kurumlaştığını söyleyebiliriz.

Ahilik, Gazilik, Bacılık ve Abdal zümrelerinin XIII. yy Anadolusu’nda doğdukları ve gördükleri mucizevi işlevi biliyoruz. Haçlı kasırgalarını aştıktan sonra, Moğol darbesinin enkaza dönüştürdüğü Selçuklu Anadolu’sundan Osmanlı mucizesinin doğması bu bağlama oturur.
Şah/Şeyh İsmâil İran’ı ile mücadele zarûreti, Osmanlı Devleti bakımından taktik olarak Arap dünyasına hakim olan Eş’arî akâidin revaç bulmasına sebep oldu. Ancak Yavuz Sultan Selim’in İslâm birliği için, Şah İsmail’in şeyhliğini dengelemek üzere, hilâfeti getirmesine rağmen Muhyiddin Arabî’nin (Konevî’nin mürşîdi) savunulmasını, yaşatılmasını arzu etmesi, onun asıl tercihinin Eş’arî zihniyet olmadığına işâret sayılmalıdır (http://www.ilknokta.com/urun/66182/Ibn-Arabi-Mudafaasi-Yavuz-Sultan-Selimin-Emriyle-Hazirlanan.html.) Sonraki dönemde İran şiası tehditkâr olmaktan çıktığı halde, geçen zaman içinde oluşan sosyal ve idârî statüko Yavuz Selim’in tercihinin aksine Osmanlı’da XVII. Asırdan itibaren giderek yoğunlaşan bir taassuba yol açtı. Islahat hareketleri, toplumsal geriliği besleyen Eş’arî paradigma aşılamadan, yine Eşarilik bağlamında yürütülerek başarısızlığa uğrayınca Tanzimat, Meşrûtiyet ve Cumhûriyet ricali genel olarak yaptıkları Batı yanlısı kültür inkılâplarını, çarenin kültürümüzden (İslamdan-Eşari İslamdan) çıkarılamayacağı ön yargısına bağlayarak meşrulaştırdılar.

Mâturîdî anlayış ise uçup giden asırlarla birlikte unutulmuştu.

Cumhûriyet köklere dönüş yapmayı arzu etmedi, demek haksızlık olur. Özellikle Atatürk’ün şahsında en azından niyet bazında bir köklere dönüş özlemini açıkça görebiliyoruz. Anlamanın vazgeçilmez tabanı tecrübedir. Bu hem bireysel, hem toplumsal yönden bir gerçeklik taşımaktadır. Tanpınar’ın tabiriyle: “Başkalarının tecrübesi” üzerinden anlama ve inkişaf imkânsızdır. Atatürk de yetenekleri itibariyle bunu bilecek durumdadır. İnkılâplarını yaparken kültürdeki düzenleme çabaları ve teşkil ettiği kurumlaşma bunu gösteriyor.

Ne yazık ki, kültürel inkılâplar esnasında, başta Ziya Gökalp olmak üzere Atatürk’e yol gösteren zevâtın yeterli bilgi ve donanımı taşımadıklarını bugünkü bilgilerimizle söylemek mümkün.Onların Osmanlı ile Selçuklu’yu hatta daha cesaretle söyleyelim İslâmî dönemi isteksiz ele almaları, dahası görmemezlikten gelmeleri gide gide hoşnutsuzluk sebebi olmuştur. Hele bazı müfrit devrimcilerin yer yer millî değerleri lânetleyen tavırları, toplumun inkılâplara duyduğu reaksiyonu beslemiş, büyütmüştür.
Toplum, idareden ardarda gelen antipatik hamleler karşısında, devletinin kendisine karşı olumsuz bir kasıt taşıdığı izlenimi almıştır. Millî şef döneminde, Atatürk’ün itibar ettiği değerlerin muhtemelen ütopik bulunup, millî kültür siyâsetinin tamamen Batı kültürüne angaje hale getirildiğini gözlüyoruz.

Osmanlı Devleti’ndeki Yavuz sonrası Eş’arîleşen statüko nasıl kültür kökleriyle irtibatın kesilmesine yol açmışsa, bu defa da millî şef zihniyetli “laik statüko” adeta Türklüğe ve kültürüne karşı en azından bir antipati seferberliği açmıştır. Bize göre, Türkiye’nin kurulduğu günden beri en önemli problemi budur.
Atatürk dönemindeki yanılma ve eksik bilgi tamamlanacağı yerde, devlet gücünü elinde tutan bürokrasi çok seslilik fikrinin palazlandırdığı küçük, muhalif, zaman zaman düşman guruplarla işbirliği yaparak ana kitle ve kültürünün omurgasını büyük ölçüde ve bilinçli olarak devre dışı bırakmıştır. Bugün Türkiye’deki bazı güncel problemler bir de bu açıdan okunmalıdır.

Henüz salim düşünen entellektüellerimizi tam olarak tatmin edecek kusursuz bir ilmî tablo sunulamasa da, Yahyâ Kemal, Mümtaz Turhan, Sadri Maksûdî Arsal, Samiha Ayverdi, Cemil Meriç, Kemal Tahir, Safiye Erol, Atilla İlhan, Erol Güngör… gibi isimlerin ve daha yüzlerce ciddî akademisyenin eserleri üzerinden baktığımızda, bugün manzarayı ana çizgileriyle artık görebiliyoruz. XXI. Yüzyılda akademi çevrelerinin yapacağı iş, bu manzaranın eksik parçalarını tamamlamak olmalıdır.

“Omurga” dediğimiz kültürel sistem, günümüz dünyasında Türkiye’ye evrensel iddialar kazandırabilecek potansiyeli taşımaktadır. Sadreddin Konevî’nin formüle ettiği “tenzih ile teşbih arasında durup, kesrette vahdeti tahakkuk ettirmek” bu evrensel iddianın temel ilkesi olabilecek ve adalet kavramının ontik/evrensel temelini verebilecek değerdedir.

 
*Burada metnin insicamını dağıtmamak için konunun diğer felsefî yönlerini dipnotta açmak bize daha isabetli göründü. Türk Töre’sindeki insanlık arasında ayırım yapmadan mutlak bir hak kavrayışına dayandırılan adâlet kavramının yaşatılabilmesi, en azından birkaç asgarî şartı beraberinde getirir.
1- İnsanın taşıdığı aslî değere mutlak saygı. Hakk’a mutlak riâyet.
2- İnsan hayatına, emeğine ve değerine anlam verirken, burada ontik yaklaşımın tabiatına uygun bir epistemik üretim yapmak.
3- Zikredilen hak duygusu ontik algı ve bilgi anlayışına vücut kazandırmanın teminâtı olacak bir bireysel ve sosyal ahlâk.
4- İsraf ve zulme kapalı ki, o anlayış mûcibince israf da bir zulümdür, bir güzellik kavrayışı, mutluluk kavrayışı yani estetik haz. Bunlar birbirlerini var eden ve meşrûlaştıran, birbirlerine dönüşen, birbirlerini sürdüren değerlerdir.
Burada soyut planda anlattığımız kavramsal yapıların karşılığı olan kurumları da Türk sosyal tarihinde bulabilirsiz. Boy örgütü gibi, alplik gibi, kut gibi, bilgelik gibi, aile gibi. Sonraları ahîlik ve vakıflar gibi..
Yazar
Sait BAŞER

Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğren... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen